GÖRÜŞ

Rusya ile bozuşuyor muyuz?

Yayınlanma

Hafta içinde üst üste gelen haberler, Ukrayna savaşı henüz başlamadan önce oluşturduğumuz ve benim defalarca dikkatli/dengeli olarak tanımladığım dış politikada sanki tehlikeli bir savrulma olduğunu/olacağını gösterir gibiydi. Haber ajansları önce Zelenski’nin Türkiye ziyaretinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna’nın NATO üyeliğini hak ettiğine dair söylediklerini geçtiler. Ardından da Zelenski’nin geri dönerken beş Azov Neonazi komutanı beraberinde ülkesine götürdüğü haberleri geldi. Bu arada yeni Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Sovyetler Birliği döneminde Kırım Türklerinin mücadelesinin sembol ismi ve bugünlerde Rusya ile Ukrayna arasındaki mücadelede Kiev’in yanında olan Mustafa Cemiloğlu (Kırımoğlu) ile ‘Kırım Cumhuriyeti’ bayrağının da yer aldığı bir görüşme yaptığına dair fotoğraflar… Kremlin, Neonazi Azov komutanlarının Türkiye tarafından serbest bırakılmasının Ankara ile Moskova arasında daha önce yapılmış olan anlaşmanın ihlali olduğunu açıklarken, Putin’in yapmayı planladığı Türkiye gezisinin iptal edildiği haberi ajanslara düştü. Ancak sonradan gelen bilgiler bu olumsuz senaryoyu teyit etmiyor gibiydi. İki liderin önümüzdeki günlerde görüşmelerinin muhtemel olduğu; ancak zamanlamanın henüz belirlenmediği anlaşıldı.

Akla gelen ilk soru bütün bunların ardından Ankara-Moskova hattında yaşanan yakınlaşmanın ani bir savrulmayla sona erip ermeyeceğiydi. Çok büyük ticari-ekonomik ilişkiler, nükleer reaktör yapımı, bölgesel siyasi işbirliği, askeri ve savunma sanayi alanındaki geniş potansiyel dikkate alındığında iki başkent arasında büyük bir dikkat ve özenle oluşturulmuş bu yakınlaşmanın kolaylıkla sonlandırıl(a)mayacağı hatta yaşanan ilk gerginliğin yanlış anlamalardan kaynaklandığı, sorun yaratan hususların da üstesinden gelinebileceği söylenebilir. Bununla birlikte ikili ve çok taraflı ilişkilerde öngörülebilir olmaya özen göstermek gerekir. Ani kararlar savrulmalara neden olabileceği gibi ikili ilişkilerde güven kaybına da yol açabilir

UKRAYNA’NIN NATO ÜYELİĞİ ve NEONAZİ AZOV KOMUTANLARI

Ukrayna’nın NATO üyeliği konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleri bu ülkenin Batılı askeri ittifaka katılmasını Türkiye’nin istediği ve tam destek verdiği şeklinde yorumlanmayabilir. İsveç’in NATO üyeliği konusunda veto kartını dolaylı olarak kullanan Türkiye’nin vaktiyle Ukrayna’ya da söz verildiği ama bunun gerçekleşmediği anlamında söylediği sözler olarak düşünülebilir. Veya NATO üyesi olmayı hak etmekle ittifaka katılmak arasında pek çok farklılık olduğunun altının çizilmesi şeklinde de değerlendirilebilir. Kaldı ki, bu konuda Biden’ın kendisi Ukrayna’nın NATO’ya girmesiyle ilgili olarak müttefik ülkeler arasında görüş birliği bulunmadığı; bu sebeple Ukrayna’nın önce ‘demokratikleşerek’ kriterleri yerine getirip sonra bu konunun ele alınabileceği ve hatta Amerika’nın İsrail ile ilişkilerinde olduğu gibi Ukrayna’yı da koruma altına alabileceğini söylediğinin altını çizmek gerekir.

Kısacası Ukrayna’nın NATO üyeliği kısa ve orta vadede olması muhtemel görünmüyorken bu ülkenin ittifak üyeliğini hak ettiğinden bahsetmek stratejik olarak Rusya ile ilişkileri bir anda sarsacak bir gelişmeye neden olmayabilir. Nitekim NATO 2008 yılında Bükreş zirvesinde sadece Ukrayna’nın değil aynı zamanda Gürcistan’ın da NATO’ya üyelik başvurularına olumlu karşılık vermiş ve aynı yılın 8 Ağustos günü Saakaşvili liderliğindeki Gürcistan’a karşı Rusya’nın beş gün süren askeri harekâtı yapılmış ve bir sonraki aşamada Ukrayna’da neler yaşanabileceğinin işareti verilmişti. Kısacası bu açıklama Moskova’da bazı kafa karışıklıklarına sebep olsa da Moskova ile iplerin koparılması anlamına gelmeyebilir; çünkü sonuçta NATO içerisindeki bazı ikircikli durumların dışa vurulması ve İsveç konusunda tamamen haksız bir şekilde Türkiye’nin üzerine gelinmesini eleştirmek anlamında kullanılmış olabilir ve nitekim Rusya tarafından gelen ilk gelen tepkiler de bu yönde görünüyor.

Fakat Neonazi Azov taburu komutanlarının serbest bırakılması konuşulanların ve yapılanların tevil edilmesini diplomatlar için bile epeyce zorlaştırmış görünüyor. Ankara’nın arabuluculuğu ile Rusya ve Ukrayna arasında yapılan savaş esirleri mübadelesi çerçevesinde savaş soruna kadar Türkiye’de kalması koşuluyla serbest bırakıldıkları anlaşılan bu kişilerin Ukrayna’ya dönüşlerine izin verilmesi onların Rusya’ya karşı yeniden savaşa başlayacakları anlamına geleceği için ikili ilişkilerde biraz sıkıntılı bir durum yaratabilir. Ayrıca Moskova açısından Ankara’ya ve özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duyulan güveni bir miktar zedeleyebilir; ancak tamiri imkânsız değildir; çünkü Ankara-Moskova arasındaki ortak çıkarlar bütünü böyle bir olaya feda edilemeyecek kadar geniş kapsamlı. Kremlin sözcüsünün Erdoğan-Putin zirvesinin önümüzdeki günlerde gerçekleşebileceğini; ancak bunun için henüz tarihlendirme yapılmadığını söylemesi yani görüşmenin iptal edilmediğinin altını çizmesi Türkiye-Rusya ilişkilerinin her şeye rağmen ivme kazanarak devam edeceğinin göstergesi olarak düşünülebilir.

Öte yandan Erdoğan’ın Neonazi Azov taburu komutanlarını Zelenski’ye neden verdiğini anlamak pek kolay olmasa da bazı spekülasyonlar yapmak mümkün görünüyor. Örneğin Erdoğan NATO içerisindeki tartışmaların İsveç konusu yerine Ukrayna üzerine yoğunlaşmasını amaçlayarak hem Ukrayna’nın ittifak üyeliğini hak ettiğini söylemiş hem de bu Neonazileri Zelenski’ye vererek Türkiye’nin Ukrayna karşıtı olmadığını Batı dünyasına göstermeye çalışmış olabilir. Daha önce Ukrayna’ya satılan Bayraktar SİHA’larının Batı kamuoyunda yarattığı etki düşünülecek olursa benzeri bir sonuca odaklanmış olabilir. Seçim kampanyası sırasında Rusya ve Putin’in tamamen Erdoğan’ı desteklediği tezi doğru olmakla birlikte iyi giden ikili ilişkilere rağmen kendi politikasını belirleme ve uygulamada ne kadar bağımsız hareket edebildiğini göstermek amaçlı yapılmış bir hamle de olabilir. Ve bütün bunlara rağmen geliştirdiği yakın dostluk ve arkadaşlığa güvenerek Putin ile bu meseleyi bizzat görüşerek anlaşma/uzlaşma sağlayabileceğine duyduğu güven duygusu ile hareket etmeyi yeğlemiş olabilir. Ayrıca Zelenski’nin ardından Putin’in de Ankara’ya gelecek olması Türkiye’nin taraflar arasında kamuoyuna açıklanmamış yeni bir arabuluculuk girişimiyle de alakalı olabilir. Ve Erdoğan hem Putin nezdindeki itibarına güvenerek hem de yakın zamanda yaşanan Wagner İsyanı’nın kritik saatleri içinde Kremlin’i arayarak Putin’e açıkça destek vermiş olmasının Rus lider nezdinde oluşturduğu güven ilişkisinden dolayı Zelenski’yi bir barış girişimine doğru çekmek amacıyla böyle davranmış olabilir.

ANKARA-MOSKOVA İLİŞKİLERİ, BU OLAYLARI KRİZE DÖNÜŞTÜRMEDEN ATLATABİLİR

Kapalı kapılar ardında bu ve buna benzer izahatın diplomatlarca yapılarak iki ülke için de oldukça önemli olan ikili ilişkileri kökten bozmamak üzere gayret etmekte olduklarını ve Erdoğan ile Putin zirvesini hazırlamaya çalıştıklarını düşünmek hiç de yanlış olmayacaktır. Ehem ile mühimi birbirinden ayırma konusunda oldukça maharetli olan Rusya’nın bugünlerde belki de Çin ve Hindistan’dan sonra en önem verdiği devlet olan Türkiye ile ilişkilerin bozulmaması için gayret edeceğini düşünmek durumundayız. Daha başka bir ifade ile Ankara-Moskova hattında kurulan ve sağlam temellere oturmuş durumdaki ikili ilişkiler bu olayları da krize dönüşmeden atlatabilir ve hatta atılacak bazı yeni adımlarla bu münasebetler daha da köklü hale getirilebilir.

Sonuçta Moskova Türkiye’nin NATO üyesi olmasına rağmen Rusya ile kurmayı başardığı kapsamlı ilişkilerin değerini biliyor görünüyor. Kremlin’in Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren her adımında bu nüansları görmek mümkün. Vilnius NATO zirvesi sonrasında Erdoğan ile Putin’in yapacakları görüşmenin ardından iki ülke arasındaki ilişkileri daha da sağlam temellere oturtacak adımların gelmemesi için hemen hemen hiçbir engel yok gibi. Örneğin ilk etapta Tahıl Koridoru anlaşmasının yenilenmesi, sonra Türkiye’nin enerji ve hatta tahıl merkezi olması girişimlerine hız kazandırılması gibi iki ülkeyi birbirinden ayrılamaz hale getirecek ekonomik girişimlerin yanı sıra özellikle Türkiye-Suriye uzlaşmasının Rusya’nın da yardımıyla kotarılarak hem sığınmacılar sorununun çözülmesine hem de PKK/PYD/YPG terör tehdidinin yok edilmesine yoğunlaşmak daha mantıklı olacaktır. Hatta iki lider arasında yapılacak görüşmede Rusya’nın KKTC’yi tanıması da ele alınabilir ki, Moskova’nın atacağı böyle bir adım Türkiye-Rusya ilişkilerinde adeta Milli Mücadele yıllarını geri getirebileceği gibi NATO içindeki Türkiye-Yunanistan çatlağının da derinleşerek devamını sağlar ki, Kremlin açısından çok büyük stratejik kazanımlar demektir.

Batı ile bir ölüm-kalım savaşına tutuşmuş olan Rusya’dan pek çok şey elde edebiliriz hatta bizim için Batı ile kavgalı bir Rusya en ideal Rusya gibi de görünebilir. Aynı şeyler Batı için de söylenebilir yani Rusya ile tam manasıyla kavgalı bir Batı Türkiye açısından en ideal Batı olabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, iki taraf arasındaki bu mücadelede Rusya kaybetmemelidir ve kuvvetle muhtemelen kaybetmeyecektir; çünkü zayıf bir ihtimal de olsa Rusya’nın kaybetmesi demek çok kutupluluğun sonu ve azgın Amerikan/Batı hegemonyasının geri gelmesi demektir. PKK/PYD’nin Suriye’de devletleşmesinin engellemesi, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması, Kıbrıs’ta iki devletli çözümün gerçekleşebilmesi, Yunanistan’a karşı Ege’deki hak ve menfaatlerimizin muhafazası gibi ilk akla gelen her şey ancak ve ancak çok kutupluluk sayesinde mümkün olacaktır. Yine unutmamak gerekir ki, Rusya Batı ile giriştiği bu mücadelesinde aslında çok kutupluluğu isteyen, tek kutuplu Amerikan/Batı hegemonyasından tamamen bezmiş durumdaki dünyanın tümü için/adına da savaşıyor. Şu ana kadar bütün bu hassas unsurlar üzerine inşa edilmiş olan dikkat ve denge politikalarımızın aynı inceliklerle sürdürülmesi iki tarafın da yararına. Ani savrulmalarla bir gecede yılların birikimi ve kazancı üzerine kurulu dış politikayı bir kenara bırakarak diğer uca sürüklenmeyi 2011 yılının şubat-mart aylarında Suriye siyasetimize ilişkin yaşadık ve sebep olduğu felaketi hepimiz gördük. Yeni savrulmalara ve felaketlere hiç ihtiyacımız olmadığı gün gibi ortada…

Çok Okunanlar

Exit mobile version