DİPLOMASİ

Rusya’nın Orta Doğu’daki güvenlik ortamının iyileştirilmesine katkısı

Yayınlanma

Ramzy Ezzeldin Ramzy, Valday Tartışma Kulübü

Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilci Yardımcısı Ramzy Ezzeldin Ramzy (2014-2019), Filistin-İsrail çatışması, Suriye’deki durum, İran nükleer meselesi ya da bölgesel bir güvenlik sisteminin kurulması gibi konularda yakın gelecekte kayda değer bir ilerleme beklenmese de Rusya’nın Orta Doğu’daki güvenlik ortamını iyileştirerek barışa giden yolu açabileceğini belirtiyor.

Rusya’nın Orta Doğu’daki rolünü tartışırken üç önemli unsur öne çıkıyor:

Birincisi, Moskova’nın bölgeyle olan ilişkileri, başta Hristiyanlık ve İslam olmak üzere yüzyıllara dayanan derin bir geçmişe sahip.

İkincisi, Rusya, bölgedeki tüm ana aktörlerle —Arap ülkeleri, İran, İsrail ve Türkiye— güçlü ve dengeli ilişkiler yürütüyor.

Üçüncüsü, Moskova ile Washington arasındaki iş birliği, bölgedeki güvenlik ortamının iyileştirilmesi için en etkili yol olarak öne çıkıyor.

Rusya ile Müslüman halklar arasındaki ilişkiler, yüzyıllara dayanan kültürel ve tarihi kökenlere sahip. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya’nın Orta Doğu’ya müdahalesi artış gösterdi. Bu müdahaleler başlangıçta Ortodoks Hristiyan cemaatleri koruma amacı taşırken, 20. yüzyılda Moskova, Arap halklarını sömürgeciliğe karşı verdikleri mücadelede ve sonrasında İsrail ile yaşadıkları çatışmalarda destekledi.

1950’lerden itibaren Moskova, Arap ülkeleriyle ilişkilerini kademeli olarak güçlendirdi. Monarşilerle olan ilişkiler ise ne tamamen dostane ne de açıkça düşmanca bir niteliğe sahipti. Sovyetler Birliği, 1948’de İsrail’i tanıyan ilk ülkelerden biri olmasına rağmen, İsrail’in Batı’ya yakınlaşması bu ilişkilerin zamanla bozulmasına yol açtı.

Moskova açısından en büyük gelişme, 1955 yılında ABD’nin Mısır’a silah vermeyi reddetmesinin ardından Mısır’ın Sovyetler Birliği’ne yönelmesiyle yaşandı. Bu dönemde Sovyet askeri danışmanları, Mısır’dan 1972 yılında ayrılana kadar, Moskova sadece bu ülkeyle değil, aynı zamanda Suriye, Irak, Cezayir, Yemen ve Libya ile de yakın ilişkiler geliştirdi.

Kuşkusuz, Moskova’nın Arap-İsrail çatışmalarında Arap ülkelerine verdiği destek, Arapların uluslararası alandaki konumunu güçlendirmeye yardımcı oldu.

Soğuk Savaş döneminde Moskova’nın İran, İsrail ve Türkiye ile ilişkileri, bu ülkelerin Batı ile yakın bağları nedeniyle zorlu geçti.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Moskova, Arap ülkelerinin çoğuyla dostane ilişkilerini, Mısır Devlet Başkanı Sedat’ın 1977’de Kudüs ziyaretiyle başlayan on beş yıllık bir ara döneme rağmen sürdürmeyi başardı. Monarşilerle olan ilişkiler ise başlangıçta soğuktu; ancak zamanla enerji ve askeri iş birliği gibi pek çok alanda karşılıklı yarar sağlayan bir ilişkiye dönüştü.

1979’daki İran Devrimi’nden sonra Moskova, Tahran ile daha iyi ilişkiler kurmayı başardı. O günden bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler genellikle iyileşti ve özellikle Suriye’deki iş birliği derinleşti.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Moskova hem İsrail hem de Türkiye ile daha iyi ilişkiler geliştirdi. Son on yıl içinde her iki ülkeyle de ilişkiler, kısa süreli gerilimler olsa da tarihi zirvelere ulaştı.

Kısacası, Soğuk Savaş dönemiyle kıyaslandığında Moskova’nın Orta Doğu’daki kilit aktörlerle olan ilişkileri belirgin bir şekilde iyileşti.

Moskova ile Washington birlikte çalıştıklarında, bu iş birliği Orta Doğu üzerinde olumlu bir etki yarattı. Fakat, iki ülkenin karşıt amaçlar doğrultusunda hareket ettiği durumlar bölgenin güvenliğine zarar verdi. Ne yazık ki, iş birliği yapıldığında bile bu olumlu sonuçlar genelde kısa ömürlü oldu ve iki ülke arasındaki küresel rekabete kurban gitti.

Tarih, Moskova ve Washington’un bölge üzerinde işbirliği yaptığı bazı öğretici örnekler sunuyor. Bunların ilki, 1956 yılında Fransa, İsrail ve Birleşik Krallık’ın Mısır’a saldırısıyla ortaya çıktı. Bu üçlü saldırı, Moskova ve Washington’un dolaylı müdahaleleri sonucu, üç ülkenin silahlı kuvvetlerini Süveyş Kanalı bölgesinden ve Sina Yarımadası’ndan çekmek zorunda kalmalarıyla sona erdi.

Soğuk Savaş yıllarında Moskova ile Washington arasındaki küresel rekabete rağmen, Orta Doğu’da bazı alanlarda iş birliği yapabildikleri durumlar da oldu. Örneğin, 1967 ve 1973 savaşlarında karşıt tarafları desteklemelerine rağmen, iki ülkenin iş birliği BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarını kabul etmesini sağladı. Bu kararlar, önce dolaylı (1967’de), sonra doğrudan (1973’te Cenevre’de) müzakerelerin başlamasına zemin hazırladı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra da Moskova ve Washington, Güvenlik Konseyi’nde Kudüs’ün statüsü, yerleşimler ve iki devletli çözüme ilişkin çeşitli kararların kabul edilmesi gibi birçok konuda iş birliği yaptı. Bu işbirliği, sadece Arap-İsrail çatışmasıyla sınırlı kalmadı; İran nükleer meselesi, Lübnan ve Suriye gibi bölgedeki diğer krizlerde de sürdü.

Örneğin, İran’ın nükleer programına ilişkin Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) süreci, 2003’te başladı ve 2015’te doruk noktasına ulaştı. Bu anlaşma, Moskova ve Washington’un iş birliği yapmayı karşılıklı çıkarlarına uygun bulmasaydı mümkün olamazdı.

Suriye konusunda ise, Moskova ve Washington çatışmada karşıt tarafları desteklemiş olsalar da BM Güvenlik Konseyi’nde çözümün ana hatlarını belirleyen önemli kararlar üzerinde uzlaşmayı başardılar. Özellikle 2014 Cenevre Bildirisi’ne dayanan 2118 sayılı karar (kimyasal silahların ortadan kaldırılmasına ilişkin) ve 2254 sayılı karar (Suriye’de siyasi çözümün parametrelerini belirleyen) bu iş birliğinin ürünleri.

İki kutuplu bir sistemden çok kutuplu bir yapıya geçiş yapan dünya, derin bir kargaşa içinde. Son otuz yıldır, giderek rahatsız edici eğilimlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bu eğilimlerin başında, geçtiğimiz yıl Gazze’de ve son olarak Lübnan’da görüldüğü üzere, İsrail’in masum sivillere karşı ahlaki sınırları aşan güç kullanımı yer alıyor.

Orta Doğu, daima birbiriyle bağlantılı birçok sorunun yaşandığı son derece karmaşık bir bölge oldu. İsrail’in 1948’de kurulması bu karmaşıklığı farklı bir boyuta taşıdı. Bölgedeki gerilimlerin merkezinde Filistin-İsrail çatışması yer alırken, İsrail’in Suriye ve Lübnan’daki Arap topraklarını işgali de bu dinamiklerin önemli bir parçası olarak görülmeli.

Bu sorunlar, kısa vadede kolayca çözülebilecek gibi görünmese de daha da kötüleşmelerini önlemek ve çözüm yollarını hazırlamak için her türlü çabanın gösterilmesi gerekiyor. Özellikle Suriye, İran ve bölgesel güvenlik sistemi gibi konular, Rusya’nın katkı sunabileceği fırsatlar barındırıyor.

Rusya’nın Orta Doğu’daki güvenlik ortamını iyileştirmeye nasıl katkı sağlayabileceği tartışılırken üç temel nokta öne çıkıyor:

Birincisi, Moskova’nın bölgeyle yüzyıllara dayanan ilişkileri, Rusya’ya önemli bir avantaj sağlar. Bu derin tarihsel bağlar, Rusya’ya ulusal güvenliği açısından kritik olan bu bölgeyi rakiplerine kıyasla çok daha derin ve kapsamlı bir şekilde anlama fırsatı sunar.

İkincisi, Rusya’nın bölgedeki tüm kilit aktörlerle, ABD ile kıyaslandığında, daha iyi ilişkilere sahip olması da önemli bir avantajdır. Çin de her ne kadar bölgesel aktörlerle iyi ilişkiler geliştirmiş olsa da güvenlikle ilgili faaliyetlere müdahil olmaktan kaçınmakta ve iktisadi çıkarlarını ön planda tutmayı tercih eder.

Üçüncüsü, Ukrayna’daki çatışma nedeniyle Rusya ile ABD arasındaki ilişkiler ciddi biçimde bozulmuş durumda. Bu bağlamda, yakın gelecekte iki ülke arasında Orta Doğu’ya yönelik iş birliği beklemek neredeyse imkânsız görünüyor.

Fakat, Moskova ile Washington arasındaki bu olumsuz ilişkilere rağmen, Rusya Orta Doğu’da güvenlik ve istikrara hâlâ önemli bir katkı sağlayabilir. Üstelik ABD ile iş birliğinin yeniden tesis edilmesi durumunda, bölgedeki sorunların çözümüne zemin hazırlamak da mümkün olabilir.

Gazze’deki felaketin ve Lübnan’daki son çatışmaların ciddi ve geniş çaplı sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu bölgedeki rolü daha da acil ve gerekli hale geliyor.

Gazze’deki savaş, Orta Doğu’daki çözüm paradigmasını derinden değiştirdi. Artık Araplar ve Filistinliler yalnızca İsrail’e karşı değil; uluslararası toplum da farklı derecelerde İsrail’i destekleyenler veya eleştirenler arasında bölünmüş durumda. Neredeyse tüm uluslararası toplum, ABD dahil birkaç müttefikin dışında, İsrail’in karşısında yer alıyor. Ancak bu bile değişiyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Ekim 2023’ten bu yana kabul ettiği kararlar, bu değişimi açıkça gösteriyor. Örneğin, Uluslararası Adalet Divanı’nın İstişari Görüşüne ilişkin ES-10/24 sayılı kararında sadece 14 ülke, İsrail lehine oy kullanırken, 124 devlet lehte, 43 devlet ise çekimser oy kullandı.

Rusya, ABD ile iş birliği yeniden tesis edilmedikçe, bölgeyi etkileyen sorunlarda gerçek bir ilerleme sağlanamayacağını biliyor. Peki, Moskova bu bağlamda bölgedeki güvenlik ortamını iyileştirmek için ne yapabilir?

İlk olarak, Rusya’nın İsrail ile ilişkileri, Ukrayna’daki çatışmanın bir sonucu olarak geçici bir gerileme yaşamış gibi görünse de aslında hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Ancak mevcut İsrail hükümetiyle, İsrail’in Suriye ve Lübnan topraklarındaki işgalleri bir yana, Filistin sorununa yönelik herhangi bir çözüm umudu oldukça düşük. Bu noktada hedeflenebilecek en iyi senaryo, bir ateşkesin sağlanması, insani yardımın artırılması, Gazze halkının evlerine dönüşünün kolaylaştırılması ve Batı Şeria’da gerilimi artıran önlemlerin geri çekilmesidir. Ayrıca, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının durdurulması ve sınırda istikrarın sağlanması da diğer öncelikler arasında yer alıyor. Rusya, bu hedeflerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunabilecek bir konumda.

Moskova’nın, İsrail hükümetini ve halkını, mevcut politikalarının devamı halinde Rusya ile sahip oldukları güçlü ilişkilerin tehlikeye gireceği konusunda ikna etmesi gerekiyor. Bu bağlamda, Rusya’daki geniş İsrail diasporasının rolü de göz ardı edilmemeli.

İkinci olarak, Rusya’nın doğrudan müdahil olduğu Suriye, Libya, Sudan ve İran gibi ülkelerde önemli bir katkı sunabileceği alanlar mevcut. Libya ve Sudan’da, iç çatışmaların derinliği ve taraflar arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle çözümün kısa vadede mümkün olmadığı açık. Fakat Moskova, özellikle Mısır, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle iyi ilişkileri sayesinde, yerel muhaliflerle de iletişimde olup gerilimi azaltmaya yönelik adımlar atabilir.

Suriye ve İran, farklı dinamiklere sahip olsalar da bölgedeki istikrar açısından birbirleriyle bağlantılıdır. Özellikle Suriye’de, İran ve Türkiye’nin varlığının sona erdirilmesi uzun vadeli bir istikrarın sağlanması için kritik önemde. Bu noktada Moskova, Ankara ve Tahran’ın çıkarlarını dengeleyecek bir çözümde arabuluculuk yapabilir. Özellikle Suriye-Türkiye ilişkileri açısından, Moskova, Adana Anlaşması’nı genişletecek bir “Adana-artı” mutabakatına aracılık edebilir ve böylece iki ülkenin güvenlik kaygılarını giderecek bir çözüm sunabilir.

Rusya ayrıca, İran’ın Suriye’deki varlığı nedeniyle Arap ülkelerinin duyduğu endişeleri hafifletmek için de önemli bir rol oynayabilir. Arap ülkeleri ve İran arasında güven artırıcı bir mekanizmanın kurulması bu bağlamda değerlendirilebilir.

Sonuçta, Suriye’de bir çözüm ancak Moskova ve Washington arasında bir tür mutabakat sağlandığında mümkün olacaktır.

Üçüncü olarak, Orta Doğu’nun bölgesel güvenliği ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, Rusya açısndan her zaman bir öncelik oldu. Rusya’nın İran ile olan ilişkileri hem bölgesel hem de uluslararası güvenlik kaygılarının giderilmesi için kullanılabilir. Bu, İran ile 5+1 müzakerelerinin yeniden canlandırılması ve bölgesel bir güvenlik sistemi kurulmasına yönelik adımların atılmasıyla mümkün olabilir.

Bölgesel bir güvenlik sisteminin kurulması karmaşık ve uzun bir süreçtir. Yakın zamanda böyle bir sistemin hayata geçirilmesi beklenmese de iki ana girişim bu konuda öne çıkıyor. Bunlardan biri, 1990’ların sonlarına dayanan ve son olarak 2020’de güncellenen Rus girişimi. Bu girişim, başlangıçta Körfez bölgesi için bir alt-bölgesel güvenlik sistemi öngörmekte ve daha sonra tüm Orta Doğu’yu kapsayacak şekilde genişletilmeyi hedefliyor. Diğeri ise, İsrail’in liderlik ettiği ve ABD’nin güçlü desteğiyle yürütülen Negev Forumu. Bu forum, İran’a karşı politik-askeri bir ittifak oluşturmayı amaçlıyor.

Her iki girişimin de ortak paydası, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi meselesi. İran’ın nükleer silah geliştirme hedefi ciddi bir endişe yaratmaya devam ederken, bölgedeki daha büyük tehdit aslında İsrail’in nükleer cephaneliği. Gazze ve Lübnan’daki son olaylar, İsrail’in silah kullanımı konusunda sınır tanımadığını bir kez daha gösterdi.

Bu girişimlerin her ikisi de son on sekiz ayda duraklamış olsa da Gazze ve Lübnan’daki gelişmeler, Körfez güvenliği ile genel Orta Doğu güvenliği arasındaki güçlü bağları yeniden gözler önüne serdi.

Moskova’nın Körfez güvenliği üzerine önerdiği girişimi yeniden canlandırmasının zamanı geldi. Ancak bu kez, Gazze’deki savaşın ve bölgesel güvenlik ortamındaki değişimlerin yansıtılması için bazı güncellemeler gerekli olabilir.

Dünya genelindeki kargaşa bir süre daha devam edecek ve kaçınılmaz olarak Orta Doğu üzerindeki gölgesini sürdürecek. Ancak bu, bölgedeki sorunların çözümünü ertelemek için bir mazeret olmamalı. Filistin-İsrail çatışması, Suriye’deki kriz, İran’ın nükleer meselesi ve bölgesel bir güvenlik sisteminin kurulması gibi konularda yakın zamanda bir çözüm öngörülmese de Rusya’nın bölgedeki güvenlik ortamını iyileştirmeye ve barışa giden yolu açmaya katkıda bulunabileceği bir alan bulunuyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version