Sosyalizmin kapitalist tedbirleri almaktan kaçınmadığı bilinir; aynı şekilde, kapitalizmin de ilk defa sosyalizm tarafından uygulanan tedbirleri kaçınılmaz olarak aldığı bilinir. Birincisi, sosyalist iktidarın sosyal refahı yükseltmek için başvurduğu tedbirlerdir; ikincisi ise sosyalizmle rekabet halindeki kapitalizmin yapısal krizini hafifletmek için uygulamak zorunda olduğu tedbirlerdir. Dolayısıyla, kapitalist dünyada emekçiler hangi sosyal ve siyasi haklara sahiplerse bunu sosyalizm mücadelesine ve sosyalizme borçludurlar. Ama beri yandan bu tedbirler sadece mücadelenin ve rekabetin sonucu ortaya çıkan taviz niteliği taşısalar bile krizin şiddetini zayıflatmaktan başka kalkınmayı da hızlandırıcı bir işlev görmüşlerdir. Bu nedenle özellikle 1950’lerden 1980’lerin başına kadar bağımsızlığını yeni kazanmış ve korumaya çalışan eski sömürgelerde sosyalizmin kalkınmacı bir ekonomi olarak kavranmasına etki etmiştir.
Demek ki sosyalist tedbirler kapitalizm için de uygulanabilir nitelik taşırlar. Çok temel bir nedeni vardır bunun: sosyalizm en nihayetinde kapitalizmin emek-değer kanununa uygun işler.
Bu tedbirlerin başında planlama gelir; ne var ki diğerlerinin sayılması gerekse pek az insan fikir belirtebilir. Bunun bir nedeni, sosyalizmin artık çok uzak geçmişte kalmış gibi görünmesi ve emekçilerin sosyal ve siyasi haklarının artık büsbütün yok edilmeye çalışıldığı bir Schwab distopyası çağında yaşıyor olmamız. Diğer bir nedeni ise bu çağın klişeler çağı olmasıdır; geçmişle en çok hesaplaşması gereken solun tutumu da bu klişelerin ötesine geçemiyor.
Güney Rusya’da iç savaş tarihi uzmanlarından Olga Morozova bir yerde, iç savaşta kızılların aslında sanıldığı kadar kızıl, beyazların da sanıldığı kadar beyaz olmadıklarını yazmıştı. Doğrudur bu; iç savaş boyunca sayısız başka unsur rol oynamış, savaş ağalığına yakınsayan veya düpedüz savaş ağalığı olan eğilimler ortaya çıkmıştır. İdealize edilen tarih gerçekle tamamen örtüşmez.
Stalin dönemi ekonomisi için de buna çok benzer bir durum var. Genel algı şu yönde: Stalin dönemi, ekonominin tamamen merkezileştiği, özel girişimciliğe yönelik her tür eğilimin şiddetle bastırıldığı, ekonominin (iddia sahibinin meşrebine göre) tamamen dogmatik veya tamamen doktriner temelde örgütlenmeye çalışıldığı bir dönemdir.
Bu yanlış. Stalin dönemi iktisat siyaseti, tarımda hızla kollektivizasyon ve şehirde hızla sanayileşmenin kaçınılmazlığına rağmen (kaçınılmazdı, çünkü savaş kaçınılmazdı) son derece esnek temeller üzerine kurulmuştu ve dogmatiklik şöyle dursun, doktriner olmaktan bile kaçınıyorlardı. Falih Rıfkı daha 1932’de görmüştü bunu:
“Realitenin katı toprağına basmaktan çekinmeyen Moskova idealistlerinin ne Alman makinesini, ne İngiliz parasını, ne de sağ usulleri kullanmakta taassup gösterdikleri yoktur. Orduyu dağıtmak için köylülerdeki toprak mülkiyeti hırsını kullandıkları gibi küçük tarlayı kolektif çiftlikler içinde kaynattıktan sonra işin aksadığını görür görmez gene çiftçi ferde mahdut da olsa serbest ekiş ve serbest satış hürriyetini daha yakında vermişlerdir.”
Atılımın tetikleyicisi 1927-1932 kredi reformuydu. Reform şunları öngörüyordu: 1) Devlet Bankası’nın düzenleyici rolünün güçlendirilmesi ve bütün kredi kuruluşlarının yöneticisi haline getirilmesi; 2) bütün diğer bankaların işlevlerinin yeniden belirlenmesi ve her müşterinin faaliyetinin niteliğine uygun olarak her biri ayrı bir uzmanlık alanında faaliyet gösteren tek bir bankayla ilişkilendirilmesi ve bu bankaların projenin her aşamasını sürekli denetlemesi; 3) büyük sermaye yatırımlarına uzun vadeli krediler sağlanması, bunu sağlamak için kaynakların (kredi, işgücü, girdi, vb.) net bir şekilde ayrılması.
Demek ki kredi reformu planlama üzerine kuruluydu; ancak sorun şuydu: ülkede kaynak yok veya çok sınırlı; bu durumda uzun vadeli planlama nasıl yapılabilir? Sovyet planlamacıları bu aşamada gerçek bir devrim yaptılar, kaynağı marksizme uygun olarak yeniden tanımladılar. Kaynak, halihazırda mevcut bulunan para, mamul, işgücü, girdi, vb.nden ibaret değildi; kaynak, planlamanın doğası itibariyle gelecekten de üretilebilirdi — bu, bugünlerde anaakım dışında profesyonel ve amatör iktisatçı çevrelerinde sıkça tartışılan bir sorunun çözülmesi anlamına geliyordu: para nasıl yaratılır? Para krediyle yaratılır. Kredi geleceğe dönük kaynaktır, ama başarılı olacağı kesin bir planlama, bu geleceğe yönelik kaynağın bugün de kullanılmasına imkân sağlar.
Bu aşamada ikinci bir soru ortaya çıktı: eğer krediyle yaratılan kaynak, o kaynağı kullanan işletmeler tarafından nakde çevrilirse ne olacak? Bu, kaçınılmaz olarak para emisyonunun ve enflasyonun artması anlamına gelir (1989’da Gorbaçov yönetimi tam da bunu yaptı). Stalin dönemi iktisatçıları (ve dönemin arşiv belgelerinden biliyoruz ki bu temel kararların hepsi de Stalin’in tayin edici olduğu tartışmalarda alındı) son derece parlak bir çözüm buldular — ve bu çözüm bir kez daha tamamen marksizm çerçevesindeydi: iki katmanlı bir para-kredi sistemi. Sistem nakdi ve fiktif paranın tamamen ayrılmasına dayanıyordu; nakdi para bir “pusula” olarak son tüketicinin ücret, alım gücü, ihtiyaç, ülkedeki ve bölgedeki tüketim mamulleri üretimi kapasitesine uygun şekilde planlanarak basılacak ve dolaşıma girecek, ancak fiktif para, hesap parası, dolaşımın tamamen dışında tutulacak ve sadece sermaye yatırımlarının planlama, uygulama, hesaplamasında kullanılacak. Yabancıların büyük sermaye yatırımları ise imtiyazlar pahasına özendirilecek; ancak bu yatırımların yüksek kârlar karşılığında yabancı mülkiyetine girmemesi esas alınacak.
Sonuç, tarih boyunca bir benzeri daha olmayan muazzam büyüme oranlarıdır. Kitapta (“Rusya…”) 2002 tarihli bir makaleye dayanarak göstermiştim bunları; buradaysa eski uzakdoğu bakanı ve şu anda Kamu Odası başkan yardımcısı olan Galuşka’nın son derece önemli çalışmasına (Кристалл роста; “Büyümenin Kristali”) dayanarak göstermek gerek: 1921-1926 (NEP birinci dönem) yıllık ortalama büyüme yüzde 14,8, 1927-1928 (NEP ikinci dönem) yüzde 6,7’dir. Bu oran 1929-1940 arasında (kredi reformu ve beş yıllık planlar) yüzde 14,5, savaş yıllarında yüzde 3,7 küçülmenin ardından 1946-1955 arasında ise yüzde 13 olmuştur. Savaş yılları dışında 1929-1955 ortalaması yüzde 13,8’dir. Arkasından hızla düşmeye başlamıştır: 1956-1965 arasında yüzde 7,8, 1966-1985 arasında 5,3. 1986-1991 arasında yüzde 0,3.
1955 itibariyle Sovyetler Birliği’nin dış borcu yoktu. Altın rezervleri 2 bin tonun üzerindeydi (2050 ton). Tarımda makineleşmede dünyada birinci, sanayide Avrupa’da birinci ABD’nin ardından dünyada ikinciydi. Faşizme karşı büyük zaferi hiç saymıyorum.
Bütün bu başarılar sadece 1927-1932 kredi reformunun sonucu değildi; son derece esnek olan bu sistemin başka karakteristik yanları da var. Üç başlıkta ele alacağım: 1) ülke içinde iki katmanlı para sistemine benzer bir uluslararası kliring ruble sisteminin kurulması; 2) teşvikler; 3) sanayide arteller ve tarımda küçük üretim.
1) Kliring ruble.
Bu, 1949’da kurulan Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’nin (Comecon) temelini teşkil ediyordu. Tıpkı içeride iki katmanlı para sistemi gibi dış ticarette de uluslararası ticaret hesaplamaları için nakde çevrilemeyen kliring rubleye geçilmişti. Bir yılın bakiyesi ertesi yıl nakit ödemeyle değil emtiayla karşılanıyordu; bakiye fazlası biriktiğinde de bunlar kliringden düşülüyor ve devlet kredisi olarak yeniden formüle ediliyordu. Bir Comecon ülkesinden emtia almak için mutlaka aynı miktarda emtia satmak gerekiyordu; böylece dış ticaret açıkları sıfırlanmış oluyordu.
Bu, Keynes’in 1944’te Bretton Woods konferansı sırasında önerdiği (ve doğal ki kabul edilmeyen) “bancor” formülüne şaşılacak kadar benzer. Kabul edilmemesinin nedeni, sömürge ve bağımlı ülkelerin dış ticaret açıklarının emperyalizm açısından avantajlı olmasıdır; kliringe dayanan “bancor” formülü dünya ekonomisinin dolarizasyonuyla çelişiyordu.
BRICS’in her ne kadar buna benzer bir formülü öngörüyor olsa da yakın zamanda dolarizasyonu ortadan kaldırıp dış ticaret açıklarını kapatacak uluslararası bir sistem kurması mümkün değil. Ama Avrasya Ekonomik Birliği tam bu yönde çalışıyor. Demek ki kliring parası, kapitalizmle yapısal olarak çelişen bir uygulama değil.
2) Teşvikler.
Maliyetin azami ölçüde düşürülmesi (kreditör bankanın proje üzerinde sürekli denetimi) ve emek üretkenliğinin azami ölçüde yükseltilmesi sistemin işlemesi için temel önem taşır. Emek üretkenliğinin artırılması birbiriyle bağlantılı iki şeyle ilişkilidir: devrimci heyecan ve bu heyecanın tayin edici olduğu teşvikler. Bir kez daha Falih Rıfkı’nın son derece doğru olan gözlemlerine bakalım:
“Rusya’da beş senelik plan davasını iktisadi bir dava, bir sistem davası kanunları ile değil, istiklal muharebesi kanunları ile muhakeme etmek daha doğru olur. Sakarya kazanılmak için Türkiye insanlarından istediğimiz fedakarlık ne ise Dinyeper barajı, Harkov traktör ve kamyon fabrikası yapılmak için Moskova’nın Rusya insanlarından istediği fedakarlık odur, belki daha fazlasıdır.”
Stalin döneminde ücret farklılıklarının kimi zaman astronomik ölçeklere vardığı bilinir. 1955’te çalışanların (43,6 milyon) yüzde 11,1’i aylık 300 rubleden az kazanıyordu, yüzde 16,1’inin ücretleri ise 1000 rubleden fazlaydı. Bu son kategoriden 300 bin kişi ayda 3 bin rubleden de çok alıyordu. Bu farklılıkları azaltmak Hruşçov döneminin önceliklerinden biri olmuştur, ve bu düpedüz yıkıcıdır.
Ücret farklılıklarını tetikleyen uygulamalardan biri parça başı ücrettir; bu, ürün miktarından başka kalitesini de denetlemeye imkân verir. Diğer bir neden uzman emeğinin ödüllendirilmesidir. Ücret eşitlikçiliği eğilimi ise çıktı yerine genel ücret kalemleri belirleyerek hem uzmanın nitel farklılığını sona erdirmiş, hem çıktı miktarını hem de ürün kalitesini düşürmüştür. Stalin dönemi iktisat siyaseti, ücret farklılıklarını plan hedeflerine ulaşmak için kaçınılmaz ahlaki rüşvet sayıyordu; bu farklılıklar üretim araçları üzerinde mülkiyet ve kontrol kurmaya izin vermediği sürece olumlulukları olumsuzluklarından çoktu. Milli ekonomide alabildiğine esnek (az sonra bu esnekliğin ana bileşenlerine geleceğim) ama mutlak merkeziyetçilik ise mülkiyet ve kontrol devrine izin vermiyordu. Sonraki dönemin yıkıcılığı, teşviklerin azaltılmış, parça başı yerine genel ücret kategorilerinin geçirilmiş olmasından başka milli ekonomide merkezi idarenin parçalanmasıyla da üretim araçlarının kontrolünün yerel idarelere devrine yol açmıştır.
3) Arteller ve ev arazileri
Stalin dönemi iktisat sisteminin en önemli halkalarından biri artellerdir. Artel, aslında bildiğimiz kooperatiftir; bunlar üretim ve dolaşımda tayin edici rol oynarlar. Birincisi, belli miktarda (artel ortaklarının sayısıyla sınırlandırılmış) ücretli emek çalıştırma hakları vardır. İkincisi, arteller ürettiklerini “pazarda oluşan fiyatlardan” satabilirler (1933 parti MK kararnamesinden bu ifade). Üçüncüsü, arteller üretim için gerekli hammaddeleri neredeyse sınırsız temin etme hakkına sahiptir. Girdiler ilgili devlet fiyatlarıyla alınır. Dördüncüsü, “artel kendi döner sermayelerini ve mülklerini bağımsız olarak yönetir” (aynı kararnameden). Beşincisi, doğrudan banka kredisi alabilirler. Altıncısı, artelden alınacak kira ve vergi bakanlık kararnamesiyle belirlenir, ancak bunların artelin işletme sermayesine zarar vermemesi gözetilir. Yedincisi, arteller merkezi bir Sovyet halinde birleşir ve Arteller Birlik Sovyeti başkanı protokolde bir bakanla eşdeğerdir. Ve en önemlisi şudur (aynı kararnameden alıntılıyorum): “zanaat artelinin üretici inisiyatifini geliştirmeye yönelik tedbirler tüketim malları üretiminde artan büyüme için son derece önem taşır”.
Bu sayede devlet mesela oyuncak, don, ayakkabılık, hatta çoğu zaman kazak, av tüfeği, hatta radyo, fotoğraf makinesi vb. üretimiyle uğraşmamıştır; bu üretimler artellere havale edilmiştir. 1933’te Gosplan (Devlet Planlama) 9.490 kalem emtia üretimi planlamış, oysa artellerin katkısıyla 33.444 kalem emtia üretilmiştir. 1950’lerde ise artellerin üretim çıktısı toplam emtia fiyatlarının ancak yüzde 9’unu oluşturuyordu; ancak emtia çeşitliliğinin yüzde 80’i artellerden geliyordu.
Benzer bir durum tarımda da gözlenir. Rusya’da sanayileşmenin en büyük yükünü kırın omuzladığı ve zaman zaman son derece ağırlaşan şartlar içinde yaşadığı bilinir; ama tarım üretimi sadece kolhozlar ve sovhozlardan ibaret sanılır. Sovhozlar, tamamen devlet mülkiyetinde çiftlikler; kolhozlar ise kooperatif çiftlikler. Dolayısıyla kolhozlar, sanayideki artelleri andırır. Ama bunun dışında bir de ev arazileri vardır ki, özel olarak incelemeye değer.
Ev arazileri uygulamasına 1935’te Stalin’in önerisiyle geçildi. Buna göre kolhoz üyesi ailelerine bölgeye göre 1 hektara kadar ev arazisi verilmesi karar altına alındı; bu aileler ayrıca 2-3 sığır, 2-3 domuz, 25 koyun ve keçi, 20 arı kovanı alabileceklerdi. 1938 itibariyle bu ev arazilerinde toplam hububat üretiminin yüzde 22’si, toplam sebze ve bakla üretiminin yüzde 67’si yapılıyordu. Bu, kolhozlara girmek için bir teşvik uygulamasıydı; ama üretimdeki muazzam artış tarım için vazgeçilmez kılıyordu. Kanun, toprakta çalışmak isteyen işçiler için de 0,125 hektardan 0,25 hektara kadar arazi tahsisini öngörüyordu. 1950’lerde yumurta üretiminin yüzde 84’ü, patatesin yüzde 72’si, sütün yüzde 67’si, etin yüzde 52,3’ü, sebzenin yüzde 48’i bu ev arazilerinde üretiliyordu. Demek ki ülkeyi hububat değilse bile (onda temel üretim birimi sovhozlardı) belirtilen kalemlerde özel ev arazileri besliyordu. Ürün kolhoz pazarında satılıyordu, başka deyişle fiyatlar burada belirleniyordu. Pazarın alıcıları arasında şehir idareleri, fabrika yönetimleri, vb. de vardı.
Sonuç
Rusya’da ısrarla küçük ve orta ölçekli işletmelerin geliştirilmesine yapılan vurgunun tarihi arka planı, budur.
Hruşçov döneminde ve sonrasında bu iktisadi sistemin neresinden ve nasıl iğdiş edildiğine değinmeyeceğim, bu zaten yazının çerçevesini aşıyor. Ancak planlama, stratejik planlama ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin teşviki siyasetine yönelik tartışmalar, ancak bu tarihi arka plan üzerinde anlam taşıyabilir.