Geçen yıl Rusya’ya dair yazı ve çevirilerimde en çok öne çıkan kavramlardan biri planlamaydı. Bu, iki ayrı planlama anlayışı olarak tanımlanıyordu: indikatif planlama ve stratejik planlama. Glazyev indikatif planlamayı Sovyet sosyalizmiyle ilişkilendirirken stratejik planlama için Çin’i örnek gösteriyordu. Stratejik planlama özellikle Patruşev’in konuşmalarında dikkat çekiyordu; Patruşev, 8 Kasım 2021 tarih ve 633 sayılı başkanlık kararnamesini ısrarla hatırlatıyordu.
633 sayılı kararname iki federal kanunun gereklerinin yerine getirilmesi talimatını verir. Bunlar, 28 Aralık 2010 tarihli “Güvenlik” kanunu ve 28 Haziran 2014 tarihli “Rusya Federasyonu’nda Stratejik Planlama” kanunudur. Stratejik planlamanın kanuni çerçevesini esas olarak bu epey etraflı ve uzun olan ikinci kanun çizer. Kanunun 3/1 maddesinde stratejik planlama şöyle tanımlanır:
“Stratejik planlama, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatlarının, ekonomideki sektörlerin ve devlet ve belediye yönetimi alanlarının sosyal-iktisadi gelişmesinin, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin temininin hedef tayini, tahmini, planlaması ve programlamasında, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatlarının sürdürülebilir sosyal-iktisadi kalkınma ödevlerini yerine getirmeye ve Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin teminine yönelik faaliyetleridir.”
Demek ki planlama faaliyetine sermaye grupları değil ancak merkezi devlet yönetimi, federal bölge yönetimleri ve belediyeler katılabilir; dolayısıyla planlama, milli güvenliği ve kalkınma hedeflerini ilgilendirdiği ölçüde büyük sermaye grupları üzerinde de denetim ve yönlendirmeyi öngörmektedir.
Planlamanın stratejik niteliği, uzun vadeli ve sürdürülebilir bir kalkınma stratejisi olarak öngörülmüş olmasında yatar. En önemli üç kavram şöyle açıklanır:
“Tahmin, stratejik planlama katılımcılarının sosyal-iktisadi kalkınmanın riskleri, Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğine tehditler, Rusya Federasyonu’nun, Rusya Federasyonu federal bölgelerinin ve beledi teşkilatların sosyal-iktisadi gelişmesinin istikamet, sonuç ve göstergeleri hakkında bilimsel temelli fikirler geliştirme faaliyetidir.”
“Planlama, stratejik planlama katılımcılarının Rusya Federasyonu hükümetinin faaliyetlerinin temel istikametlerinin, federal yürütme organlarının faaliyetlerinin planlarının ve Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesi ve güvenliğinin temini alanında diğer planların tespiti ve hayata geçirilmesinde, Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesinin ve milli güvenliğinin temininin hedef ve önceliklerine erişilmesine yönelik… faaliyetidir.”
“Programlama, stratejik planlama katılımcılarının devlet ve belediye programlarının tespiti ve hayata geçirilmesinde, Rusya Federasyonu’nun sosyal-iktisadi gelişmesinin ve milli güvenliğinin temininin hedef ve önceliklerine erişilmesine yönelik… faaliyetidir.”
Bu faaliyetler stratejik planlama belgelerinde ihtiva edilir. Stratejik planlama sistemi, bütün bu katılımcıların ortaya konulan belgeler doğrultusunda karşılıklı faaliyetlerini temin eden bir mekanizmadır. Belgeler, göstergeler (indikatörler) belirler ve bunların planlanan ara ve nihai sonuçlarının sürekli denetlenmesini gerektirir.
Demek ki devlet sektörü ve devletin güvenliğiyle ilgili bütün diğer sektörler stratejik planlamaya dâhildir; ancak kanun, planlamanın neleri ne şekilde kapsayacağından ziyade planlamanın katılımcılarının faaliyetlerinin örgütlenmesi üzerinde durur. Daha açık bir ifadeyle: kanun, sözgelimi finans, sanayi ve tarım sektörlerinde neler yapılacağını değil bu “yapma” sürecinin nasıl işleyeceğini belirler.
Öyle olunca planlamanın niteliğiyle ilgili görüş ayrılıkları olması gayet doğal. Gene de, bütün taraflar açısından planlamanın bir sosyalist tedbir değil kalkınma programı olduğuna dikkat çekmek gerek. Ama bu da yeni değil; planlama, daha kapitalist restorasyonun ilk yıllarında “şok terapisiyle” halka sefalet olarak yansıyan mutlak plansızlık döneminden aşama aşama kapitalist planlamaya dönüş sırasında bir kapitalist kalkınma programı olarak formüle ediliyordu.
Ancak en genel anlamda kapitalist planlama ile özgül bir kapitalist model olarak planlı devlet kapitalizmi arasında fark vardır; ilki, Arjantin’in yeni ve parlak faşisti Millei’nin bile vazgeçemeyeceği bir şeydir, ikincisi ise stratejik bir yaklaşımdır ve hâkim sınıflarla devlet arasındaki sembiyoz ilişkisini daha en baştan varsaysa bile devletin özerklik alanı çok daha geniştir.
“Stratejik planlama” ifadesinin daha öncesi varsa da Rusya’da iktidar açısından ilk önemli formülasyonunu 1997’deki doktora tezinde Putin yapmıştı. Putin orada Sovyetler Birliği’nin planlama deneyimi üzerinde uzun uzadıya durur:
“Stratejik planlama metodolojisi ve pratiğinin şekillendirilmesi ve gelişmesi sürecinin analiz ve genellemeleri, eski SSCB’de ve Rusya Federasyonu’nda, uzun erimli bir planlama sisteminin yaratılması ve kullanılması alanında büyük bir tarihi tecrübenin biriktiğine tanıklık ediyor. İlk olarak 1929-1932 yıllarına yönelik hazırlanan ve tarihe birinci beş yıllık plan olarak geçen perspektif planı, stratejik bir karaktere sahipti; devletin teknik, iktisadi ve sosyalist siyasetinin temel biçimlerini ortaya koyuyordu. Bu planın stratejik karakteri, perspektif planlamasının bir diğer önemli veçhesiyle de örtüşüyordu: ekonomiye öncelik alternatif çözüm alanlarının genişletilmesi, istikametin ve planın temel göstergelerinin şekillendirilmesinde bütüncül (normatif) bir yaklaşımın büyütülmesi. Daha sonraki beş yıllık planların temeline, maddi üretimin kilit sektörlerinin geliştirilmesine yönelik projelendirmeler konuldu. Bu bağlamda şu hesaplamalara dayanılıyordu: tabiatı itibariyle en önemli mamullerin üretim ve dolaşımının, arkasından muhtelif sektörler ve bölgelerin ve bilhassa da birbirleriyle bağlantılı üretim komplekslerinin hesapları ve bütün kamu ekonomisinin geliştirilmesine yönelik hesaplar. Bu yönteme o sırada, en önemli halkanın seçimi yöntemi deniliyordu; şimdi ise program hedefi deniliyor.” (Rusya…, s. 87-88.)
Ben aynı yerde, bu tezin, dolayısıyla Kremlin’in iktisat siyasetinin şu üç temel üzerine kurulu olduğunu vurgulamıştım:
“1) Bu tez… doğal kaynaklara bağımlı bir büyüme stratejisini seslendiriyor, ancak esas önemli olan… bunun bir strateji olarak belirlenmiş olmasıdır.
“2) … bu tez, Lenin’in devlet kapitalizminden sosyalizme varan tartışmalarını tersine çeviriyor ve yıkılmış olan sosyalizmi değil ama planlı bir devlet kapitalizmini vazediyor. …
“3) … tez, bunun bir siyasi organizasyon gerektirdiğinin farkında; dolayısıyla daha sonraki gelişmeler bu öngörünün hayata geçirilmesi olarak değerlendirilmeli.” (s. 89.)
1999-2008 arasında, yani doğal kaynaklara bağımlı büyüme stratejisinin temel alındığı ilk dönemde Rusya’nın yıllık büyüme hızı ortalaması yüzde 6,9’dur. Oysa 1992-1998 arasında ekonomi yıllık ortalama 5,5 (başka bir hesaplamaya göre 6,8) küçülmüştü. Demek ki 1999-2008 arasındaki büyüme, Rusya halkının kapitalist restorasyon felaketinin arkasından ilk defa refah seviyesinin belirgin şekilde artmasına tanıklık eder. Ancak bu uzun dönemli olmamıştır; kriz, petrol ve doğalgaza bağımlı Rusya ekonomisini özellikle 2014-2016 arasında fiyatlardaki ani ve yüzde 70’i bulan düşüşün ardından doğrudan etkilemiştir.
Kapitalizmin dünya krizinin ardından, 2009-2019 arasında yıllık ortalama büyüme hızı ise ancak yüzde 1 dolayındadır.
Bu durum daha o tarihlerde stratejinin gözden geçirilmesini gerekli kılıyordu. Üç alternatiften hangisi uygulanacaktı: “liberter” kapitalizm mi; bütün çevre ülkelerinde de az çok gözlenen kapitalist planlama mı, yoksa planlı devlet kapitalizmine devam mı edilecek? İlki, 90’ların felaketini yaşamış ülke için devletin hızla çözülmesi anlamına gelirdi. İkincisi, emperyalizme bağımlı çevre ülkesi olmaya devam etmek, dolayısıyla siyasi bağımsızlığı da tedricen kaybetmek anlamına gelirdi. Üçüncüsü, “devletliliğin” korunması, egemen iktisadi kalkınmaya devam edilmesi ve sosyal konsolidasyonun sağlanması için hâlâ biricik yoldu. Bu yol planlamanın geliştirilmesini ve doğal kaynaklara bağımlı büyüme stratejisi yerine sınai kalkınma ve teknolojik bağımsızlığın sağlanmasını gerektiriyordu. Yukarıda sözünü ettiğim 2010 ve 2014 tarihli kanunlar, aslında tam da bu tercihin somut ifadesi anlamını taşıyordu.
Ancak tasarı, kanun ve örgütlenme, uygulama anlamına gelmez. Sınai ve zirai kalkınmayı ve teknolojik egemenliği sağlamayı amaçlayan yeni bir strateji ve bu stratejiye dayanan yeni bir planlama programının uygulanmasına geçiş, esas itibariyle ilk defa pandemi önceki 2019’da gündeme gelmiştir. Esas itibariyle, diyorum; çünkü Kırım yaptırımları ve uçak krizinin arkasından Türkiye’den alınan tarım ürünlerine getirilen kısıtlamalar, 30 Ocak 2010 tarihli “Rusya Federasyonu Gıda Güvenliği Doktrini”nin uygulanması için teşvik işlevi görmüş ve ülke içinde tarımın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Rosstat verilerine göre 2015-2022 arasında toplam tarımsal çıktının parasal karşılığındaki artış cari fiyatlarla yüzde 84; tarım ürünlerinde yüzde 111, hayvancılıkta yüzde 55’tir. Enflasyon etkisi düşüldüğünde bu oranlar sırasıyla yüzde 20, 33 ve 5 olur. Aynı dönemde sanayideki toplam büyüme ise yüzde 17,5’tir ancak buna hâlâ daha ziyade petrol ve doğalgaz sayesinde ulaşılmaktadır.
Demek ki petrol ve doğalgaz ekonomisinden çıkma gereği, sanayide temel sorundur.
Tam bir yıl önce şöyle yazmıştım:
“Ekonomide yapısal bir değişiklik… iki kanaldan yapılabilir: ya devlet iktisadi faaliyetin giderek daha geniş bir alanını kontrol eder, ya da orta ve büyük özel sermaye üretken olmayan ticaretten veya ihracata yönelik hammadde üretiminden iç pazara yönelik sınai üretime kayar. İkinci kanal, kapitalizmin konsolidasyonuna yardımcı olabilir, ama Rusya’da özel sermayenin komprador niteliği dikkate alınırsa anayolun bu olması beklenemez. Bir yan yol olarak kalacaktır; nitekim yabancı sermayenin Rusya dışına çıkarak bıraktığı boşluk burjuvazi için iştah açıcı. … Ama sermayenin komprador niteliği gene de ağır basıyor… Öte yandan, yapısal değişiklik için ikinci kanalın kullanılması, burjuvazinin siyasi gücünün tahkim ve takviyesine de yol açar… Ve son olarak, ikinci kanal, en büyük hammadde ihracatçısı olan devletin gelirlerini artırmaz; bu da yapısal problemi büyütür. Dolayısıyla devletin yapısal değişikliğin motoru olmaktan başka seçeneği yok.”
Stratejik planlama tanımında ortaya çıkan yapısal değişiklik çabası, bir başka şeyle daha tamamlanıyor: küçük ve orta burjuvazinin tarım dışında da sınai ve iletişim üretimindeki payının artırılması, böylelikle büyük burjuvazinin sınırlanması ve “girişimci dinamizminin” kalkınma amacıyla kullanılması. Bu da esasen 2019 ve Mişustin hükümetiyle birlikte hız kazanan bir iktisadi istikamet.
Ancak gene birçok defa dikkat çektiğim gibi, müreffeh küçük ve orta burjuvazi Rusya’da liberal muhalefetin kitle temelini oluşturuyordu; savaşla birlikte bunlar, hem kendi korkuları, hem de batının Rusya’da iktidar değişikliğini tetikleme planları yüzünden deklase oldular ve servetlerinin büyüklüğüne göre BAE, Avrupa, Türkiye, Ermenistan-Gürcistan ve Kazakistan’a kaçtılar.
Kremlin nezdinde “girişimcilerin haklarını korumadan” sorumlu komiser Boris Titov 2 Mayıs 2022’de şöyle demişti:
“Zorlu kriz dönemlerinde Rusya’yı daima, sadece küçük ve orta işletmeler kurtarmıştır. Stolıpin zamanında öyleydi, 1920’lerde NEP’te öyleydi, nihayet 1990’larda … öyleydi. Yurtdışından ülkeye her tür yararlı şeyi, halka gerekli muhtelif mamulleri onlar getirdi.”
O yazımda bunun, neredeyse tamamen deklase olmuş orta burjuvaziyi bir tür NEP kullanarak küçük burjuvazi ile konsolide etmeyi, böylece küçük ve orta burjuvazi aracılığıyla sermaye birikimi gerçekleştirme hedefine işaret ettiğini vurgulamıştım. Dolayısıyla, ortada kalan boşluk iktidar için iki avantaj sağlıyordu. Birincisi, bu sayede deklase olanın yerine yeni bir küçük mülk sahibi sınıf ortaya çıkabilir ve bu (yanlış bile olsa genel jargona uygun konuşursak eğer) “orta sınıfın” kalkınmasına, dolayısıyla yeni bir sınıfsal kompozisyona ve yeni bir konsolidasyona yol açabilirdi. İkincisi, deklase olarak Rusya’dan kaçan sınıf, kaçış imkânlarının da gösterdiği gibi, Rusya’da üretken sektörlerden ziyade hizmet sektörüne yatırım yapıyordu ve bu, stratejik planlamanın hedefleriyle örtüşmüyordu; oysa onları ikame etmek üzere yeni ortaya çıkacak olan sınıfın başta kredi olmak üzere her türden özendiriciyle bu sektörlere teşvik edilmesi mümkün görünüyordu.
Ne var ki bu seviyeye ulaşıldığını söylemek güç. 2019’da küçük ve orta ölçekli işletmelerin GSYH içindeki payının yüzde 32,5’e çıkarılması hedefi konulmuştu. Bu perspektif hedefe ulaşılamadı; eskilerin deklase olmasının ardından sektör hızla toparlanmış olsa da ekonomideki payı yüzde 25’in üzerinde değil ve dahası, üretken sektörler için yapılan teşviklere rağmen hizmet sektöründe yoğunlaşıyor.
Merkez Bankası’nın faiz ve kredi siyasetinin son derece ateşli biçimde tartışılmasının nedeni bu, zira risk faktörü yüksekken pahalı kredi küçük ve orta çaplı üretken kapitalistin yatırım şevkini kırıyor. Dahası, bu tartışma bir dizi başka tartışmayı daha tetikliyor: en genelde iktisat doktrini tartışmaları (neoliberal monetarist ve istihdam temelli keynesçi siyaset) ve tarih tartışmaları (peki nasıl oldu da üstelik devrime, açlığa ve savaşa rağmen 20’nci yüzyılın en görkemli kalkınmasını gerçekleştirmeyi başardık?).
Demek ki hem mevcut iktisat siyaseti, hem genel iktisat doktrini, hem tarih tartışmaları tamamen kalkınmacı bir perspektiften sürüyor, ama öyle diye önemsiz değil.
Gerçekten de Stalin dönemi sanayileşmesi sırf kalkınmacı perspektiften bile muazzam dersler içeriyor ve dahası, bu tarihe dair klişe yanlışlar, onu yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor.
Yazının ikinci bölümü bu konu üzerine olacak.