Üst üste gelen şehit haberleri hepimizi yasa boğarken toplumda büyük öfkeye sebep oldu. PKK/PYD/YPG ve diğer türevlerinin hepsine yönelik bu infial bir yandan bölücü örgüte karşı ölümcül darbeler vurulmasını talep ederken öte yandan da neden hala şehit vermekte olduğumuzu sorgulamaya yöneldi. PKK’nın siyasi uzantıları ve siyasal Kürtçüler hariç toplumun bütün kesimlerinde gözlemlenen öfke makul tepkilerle kendini gösterirken milletin sergilediği dayanışma duygusu her zaman olduğu gibi en kuvvetli silahımız. Bölücü örgüte karşı yürütülen silahlı mücadelenin analizini konunun uzmanlarına bırakarak bu yazıda meseleyi dış politika çerçevesinde ele almaya çalışacağız.
GEÇMİŞ DIŞ POLİTİKA DENEYİMLERİNDEN ÖRNEKLER
Kabul etmek gerekir ki, PKK dünyanın en eli kanlı örgütlerinden birisidir ve Türkiye’ye zarar verebilmek amacıyla her devletle veya her terör örgütüyle işbirliği yapabilmektedir. Geçmişte ilişkilerimizin oldukça sorunlu olduğu yıllarda Suriye ile başladığı Türkiye karşıtı terör eylemlerinde Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve zaman zaman başka bölge ülkelerinin de desteğini alabiliyordu. Ayrıca ‘Kürtler’ veya ‘Kürt Sorunu’ gibi başlıklar altına saklanarak Avrupa ülkelerinde örgütlenebiliyor, haraç toplayabiliyor ve uyuşturucu kaçakçılığı yapabiliyor(du). Özellikle 1990’lı yıllarda Suriye ile Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı ‘İki Buçuk Savaş’ stratejisine yöneldikleri zaman PKK bu oyun planının ‘buçuğu’ oluvermişti. Türk güvenlik güçlerinin üstün başarılarıyla önce PKK askeri olarak devreden çıkarılmış; ardından da Suriye üzerinde baskı kurularak (1998 Eylül-Ekim Krizi) bu ülkenin PKK’ya desteğini geri çekerek Ankara ile iyi ilişkiler kurması sağlanmıştı (Adana Mutabakatı).
Daha sonra PKK’nın diğer destekçisi Yunanistan üzerine gidilmiş ve Atina hükümeti zor durumda bırakılmıştı. Öyle ki, Yunanistan’ın Kenya büyükelçilik rezidansından çıkarken yakalanarak Türkiye’ye getirilen Abdullah Öcalan’ın Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile yaptığı işbirliğine dair anlattıkları ve üzerinde Kıbrıs Rum Kesimi’nden bir gazeteciye ait pasaport çıkmış olması gibi rezalet görüntüler Atina’yı çok zor durumda bırakmıştı. Fakat Atina’nın çabalarıyla AB merkezli bir dış politika çizgisi oluşturulması ve Türkiye’nin de Yunanistan’ın üzerine giderek PKK’ya karşı elde ettiği başarıları taçlandırmak yerine AB sürecine girmeyi kabul etmesi ‘Kürt Sorunu’ adı altında pazarlanan PKK yanlısı politikaların Ankara tarafından kabulünü sağladığı gibi, o güne kadar güvenlik kuvvetlerinin elde ettiği bütün başarıların da sıfırla çarpılmasına sebep oldu.
DIŞ POLİTİKA ÖNEMLİ BİR FAKTÖR
PKK’ya karşı yürütülen politikanın birinci aşamasında doğru dış politika uygulandığı için güvenlik kuvvetlerinin üstün gayret ve fedakarlıklarla elde ettiği başarılar siyasi sonuçlar elde edilmesini sağlamıştı. Örneğin 1950-1960 yılları arasında özellikle Menderes hükümetleri zamanında Amerika’nın uzak karakolu siyasetinin benimsenmesinden dolayı Arap ülkeleri ile bozulan ilişkilerimiz 1964 yılından itibaren yeniden değerlendirilen dış politika sayesinde daha gerçekçi bir noktaya getirilmiş; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıkların parçası olmaktan kaçınılmış, her ülkede iktidardaki yönetimlerle iyi ilişkiler kurulmuş; Arap-İsrail mücadelesinde Arapların ve özellikle Filistinlilerin meşru haklarına siyasi ve diplomatik destek veren bir politika izlenmiş; ancak bunlar yapılırken İsrail’in bize düşman olmaması sağlanabilmişti. Bu politika tam sonuç vermiş; 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Türkiye Araplar lehindeki tavırlarını sergileme fırsatı bulmuş; savaşlar öncesinde, sırasında ve sonrasında Amerika’nın İncirlik Üssü’nü keşif amacıyla bile kullanmasına izin vermemiş; buna karşılık Vaşington ve Tel Aviv ile ilişkilerini bozmamıştı. Nüanslar üzerinde oluşturulan bu politika Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkilerini fevkalade olumlu bir noktaya taşımıştı.
Bunun tek istisnası Suriye idi. Kendi kafasında kurguladığı ‘İskenderun Livası’ sorununa odaklanan Suriye yönetimi İsrail’e karşı 1970’lerin ikinci yarısından itibaren tek başına karşı durmaya çalışırken (Mısır İsrail ile anlaşmaya gitmişti – Camp David Antlaşmaları) Türkiye ile bu psikolojik takıntı üzerinden cebelleşmeye son vermemiş; PKK’nın kuruluşuna tam destek vermiş; bu örgütü askeri bir güç haline getirmiş ve her konuda Türkiye karşıtı çizgisini düşmanca sürdürmüştü. Dahası, özellikle 1980’lerde Yunanistan ile askeri ittifak oluşturarak Türkiye’ye karşı ‘iki Buçuk Savaş’ stratejisini geliştirmişti.
Türkiye ise bir yandan terör örgütüne karşı alanda mücadelesine hız vermiş; öte yandan da bölgesel diplomasiyi terörle mücadeleye destek olacak şekilde yeniden kurgulamıştı. Örneğin başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere Arap devletleri uyarılmış; Suriye’nin girişimleriyle Arap dünyasında Türkiye karşıtı kararlar alınmasına destek verilmemesi temin edilmiş ve İsrail ile yakınlaşma politikası izlenerek Suriye-Yunanistan eksenine karşı Türkiye-İsrail işbirliği öne çıkarılmıştı. Dolayısıyla 1988 yılının eylül ayında Hafız Esat’a karşı kriz yönetimi başlatıldığında PKK askeri olarak epeyce hırpalanmış ve Suriye-Yunanistan ittifakı çoktan dengelenmiş durumdaydı. Mısır lideri Mübarek Hafız Esat’ın yanlış Türkiye politikalarını gayet iyi bildiği için hemen Ankara’ya gelmiş; ardından Şam’a gitmiş ve Türkiye’yi hiç bu kadar kararlı görmediğini; Türk birlikleri kuzeyden Suriye topraklarına girecek olursa İsrail’in bundan mutlaka fayda temin edeceğini bildirmiş ve böyle bir durumda kendilerinden hiçbir şey beklememesi gerektiği mesajlarını vermişti. Ayrıca önceden Rusya uyarılmış ve Şam üzerindeki nüfuzunu kullanması istenmişti. Kısacası Suriye köşeye sıkıştırılmıştı. Kurt politikacı Hafız Esat tehlikeyi sezmiş ve Adana Mutabakatını imzalayarak Türkiye ile iyi ilişkiler seçeneğine dönmüş ve iki ülke ilişkilerinin altın çağını yaşamasının önünü açmıştı. Fakat Türkiye’nin terörle mücadele elde ettiği bu üstünlük sonraki yılda (1999 ve sonrası) AB çerçeveli politikalara dönülerek adeta sıfırla çarpıldı.
ŞİMDİ TERÖRE KARŞI MÜCADELE İÇİN SURİYE İLE UZLAŞMAK ŞART
Bugün terörle mücadelemizin teknik askeri yönlerini bir kenara bırakacak olursak, sonuç almamızı sağlayacak dış politika hamlelerinin o yıllardaki gibi ince ince dokunarak oluşturulduğunu söylemek oldukça zor. Amerika ve müttefikleri ile Orta Doğu’daki destekçilerinin Suriye’nin istikrarsızlaştırılması girişimine dört elle sarılarak belki de yakın tarihin en büyük yanlışını yaptık. ABD ve müttefiklerinin başlattığı (2011) Suriye savaşına gelinceye kadar bizimle ilişkileri neredeyse bugün kardeşimiz Azerbaycan ile olduğu kadar dostane olan bir yönetim aleyhine savaşa katıldık. Bugün PKK/PYD/YPG’nin cirit attığı Suriye topraklarında PKK diye bir örgütün esamesi bile okunmuyordu. On yıldan fazla bir süreyle izlediğimiz yanlış dış politika ile Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’le başlayıp Rusya’ya kadar çok sayıda ülkeyle defalarca savaşın eşiğine geldik. Yani büyük yanlışlar yaptık ve bu yanlışların büyük bedelleri oldu. O bedellerden birisi de bugün kuzeydoğu Suriye topraklarında Amerika ile birlikte kukla devlet yapılanması içindeki PKK/YPG varlığıdır.
Bu yanlış dış politikadan 2020 yılının sonlarından itibaren geri dönüş yaparak başta Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve hatta son krize kadar İsrail ile de ilişkilerimizi toparladığımız hatta bu arada Rusya ile çok ciddi bir yakınlaşma içine girdiğimiz ve bütün bunları yaparken Batı ile NATO üzerinden bağlantıyı koparmamış olmamız başarılı adımlardır; ancak bu adımlar Suriye ile taçlandırılmadıkça PKK/YPG’ye karşı etkili sonuç almak neredeyse imkansız görünüyor. Amerika’yı Orta Doğu’da Irak, Suriye, Türkiye ve İran topraklarından büyük parçalar kopararak bir Kürdistan kurma fikrinden Türkiye’nin kararlılığı ve akıllı dış politikası vaz geçirebilir. Bir yandan hemen Suriye ile uzlaşmaya hız verip PKK/YPG yapılanması üzerinde psikolojik baskı kurarken öte yandan da başka ülkelerin bu süreci baltalamasına izin verdirmemek gerekiyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararına atıfta bulunarak bu komşu ülkeyi yeniden yapılandırabileceğimiz üzerine önceki yıllarda Ankara’da geliştirilen fantezileri çöp sepetine atmanın zamanı geldi de geçti bile. Kaldı ki, o kararda ifade edilenlerin hayata geçirilmesinin söz konusu kukla devlet yapılanmasına hizmet edeceğini de iyi anlamamız lazım.
Suriye ile normalleşme, Irak merkezi hükümeti ve İran ile bu konuda yürütülecek stratejik, Barzani ile de taktik işbirliği Türkiye’nin PKK terörüne karşı mücadelesini güçlü kılar ve bu konuda canını vermekten kaçınmayan Mehmetçiğin mücadelesinin siyasi sonuçlarla taçlandırılmasına büyük ölçüde katkıda bulunur. Aksine bütün girişimlerde ise Mehmetçiğin mücadelesi askeri başarıyla fakat olması gerekenden çok daha fazla kayıpla devam eder ama siyasi sonuç alınması yine de mümkün olmayabilir.