1) Kemalizm ve atatürkçülük genellikle birbiri yerine kullanılan kavramlar; ne var ki ben de başka birçokları gibi, bu ikincisinin 12 Eylül’le birlikte iğdiş edilmiş ve ilkiyle bağlarının kopmuş olduğunu, dolayısıyla bu kavramların artık örtüşmediğini düşünüyorum. Kemalizm milli kurtuluşçuluk ve burjuva aydınlanmacılığıdır, bunun pratik anlamı ise bağımsızlıkçılık ve laikliktir. Atatürkçülük ise Türk-islam senteziyle tecavüz edilmiş, bağımsızlık anlamını bütünüyle kaybetmiş bir devlet ideolojisinden başka bir şey değildir; dahası bu ideoloji günümüzde devlet ideolojisi olmaktan da çıkmıştır.
2) Kemalizm yakın tarihte ancak milli devletin kuruluşunun ilk yıllarında, 1922’den CHP’nin 1947’deki VII’nci kurultayına kadar devlet ideolojisidir. Bu tarihte devlet ideolojisi olmaktan çıkmış, temel niteliklerinin iktidar üzerindeki etkisi ise gitgide aşınmış, 12 Eylül’ün atatürkçülüğü ile tamamen son bulmuştur.
3) Kemalizmin oynadığı rol itibariyle bu ilk yıllar da iki döneme ayrılır. 11 Kasım 1938’de dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ve içişleri bakanı Şükrü Kaya’nın tasfiyesiyle, ve hemen arkasından 4 Mart 1939’da Dolmabahçe çay partisiyle yeni dönemin ilk dönemden farklı olacağı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönem içeride, daha 1930’ların başında devrimci taarruz yerine mevzi savaşını geçirmiş bulunan resmî ideoloji olarak kemalizmin devrimci niteliğini artık büsbütün kaybettiğini ve devrim yerine uzlaşma anlayışını geçirdiğini gösteriyordu. Dışarıda ise çok daha yıkıcı bir etkisi oldu ve iktidar, Sovyetler Birliği ile müttefik bir bağımsızlıkçılık yerine Sovyetler Birliği’ne karşı batı yanlısı denge siyasetini geçirdi.
4) İktidarın burjuvazi ve toprak ağalarıyla ilişkisi, bu yeni durumun itici faktörüdür. 17 Ekim 1938’de Sovyetler Birliği’nin Ankara büyükelçisi Aleksey Terentyev, Moskova’ya gönderdiği raporunda, Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığını kaybedip siyasi faaliyetlerin dışına düşmesiyle ilişkilendirir; bu ortamda ülkenin “hükümet ve iş çevreleri” de “belirgin şekilde ve hızlanarak” faşist Almanya’ya yönelmektedir. “Bu ilginç gözlem, kuşkusuz, Atatürk’ün olaylar üzerinde (hayatının sonlarına doğru giderek zayıflayan, ama gene de tayin edici) kişisel etkisini gösteriyor; bununla birlikte daha önemli bir şeyi, saksıda burjuvazi yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ taleplerini yerine getirmeye… itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu.”
5) İkincisi, feodalizme karşı burjuva devrimi bir toprak reformu olmaksızın tamamlanamaz. Çokuluslu ülkelerde toprak reformu aynı zamanda milli meseleyi çözmenin de vasıtasıdır, zira bu ilk aşamada milli meselenin temelini küçük ve yoksul köylünün toprak talebi teşkil eder. Bu mesele ya devrimci yoldan çözülür ve feodal kalıntılar üstyapıda olduğu gibi altyapıda da tasfiye edilir, ya da altyapıda bunlarla ittifaklar kurulur ve üstyapıda da bu kalıntıların korunmasının önü açılmış olur. CHP’nin devrimci bir örgüt olmaktan çıkmasına yol açan kavgaların din ve toprak meselesi etrafında kopmuş olması tesadüf değildir.
6) Devrimci bir siyaset ancak devrimci bir örgüt tarafından yürütülebilir. Jakoben niteliğini kaybetmiş bir devrimci örgüt olmaz. Mao’nun benzersiz sözleriyle: “Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.” Kemalist harekete devrimci ruhunu kazandıran, bu hareketin, “sadece toplum değil, lider kadronun geri kalanı bile yaşam biçimine, kültürüne, ahlakına, hayata bakışına bütünüyle aykırı, yabancı ve hatta düşmanken onları korkunç bir irade gücüyle dize getiren” (bak. benim 1945, s. 11) devrimci önderiydi. Ancak 1930’lardan beri gerileyen iradeden 1947’de geride hiçbir şey kalmamıştır. Başka deyişle, karşıdevrim sürecini başlatan DP değil CHP olmuştur.
7) 1922-1938 arasının siyaseti Bandung (bağlantısızlar hareketi) yokken Bandung arayışıdır; 1938-1947 arasının siyaseti ise antikomünist bir denge arayışıdır. Bu denge siyaseti gene de uygulanabilir ve belki bir süre daha ülkenin bağımsızlığına yıkıcı bir zarar vermeyebilirdi, meğerki savaş patlamasaydı. Denge, Sovyetler Birliği’ne karşı ama diğer güçler karşısında tarafsız bir siyaset vazediyordu, oysa Üçlü İttifakla bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış, Türkiye tarihinin ilk ve tek eksen kayması gerçekleşmiştir.
8) Dışarıdaki denge arayışı içerideki çatışmalı ittifakın dolaylı bir yansımasıdır. İttifakı bir arada tutan tek şey önderin karizmatik kişiliğidir. Bu ittifakın sembolik uçları, belki de, milli mücadeleye birlikte katılan iki kişide bulunabilir: devrimi sonuna kadar götürme iradesini vazeden Mahmut Esat ve protofaşist Saraçoğlu. Ne var ki dış siyasette olduğu gibi iç siyasette de antagonistik güçler arasında denge mümkün değildir. Nitekim ilki sadece kişi değil siyaset olarak da tasfiye edilirken ikincisi görünürde kişi olarak tasfiye edilmiş, gerçekteyse “Saraçoğlu zamanında nikel, tütün vb. ticaretiyle, varlık vergisiyle zenginleşen yeni burjuvazi, emperyalizmle ikili ilişkileri kurarak ihya etmiştir.” (Bak. benim 1945, s. 13.) Sonuçta içeride denge arayışının kazananı ikincisi olmuştur.
9) Mahmut Esat kendi kemalizm anlayışını bir tür lasalcı “devlet sosyalizmiyle” açıklıyordu. Ancak bu durum bütün kemalist hareket için genelleştirilemez. Devlet kurucu bir hareket olarak kemalizmin siyasi devletçiliği hiç de zorunlu olarak iktisadi devletçiliği doğurmamıştır; bu ikincisini kaçınılmaz kılan şey dünya krizi olmuştur. Kemalist iktisat siyasetinin gelgitleri, bundan 54 yıl önce henüz 24 yaşındaki genç marksist devrimcinin gözlemlerinde en berrak formülasyonunu bulmuştu: “Eşyanın doğası gereği kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır.”
10) Kemalizmin iktisadi devletçiliğe, “devlet sosyalizmine” dayanan bir kalkınma programı olarak formüle edilmesi daha sonraki yılların, kısmen Kadro dergisinin ama esas olarak Avcıoğlu hareketinin ürünüdür. Kuruluş yıllarının formülü ise saksıda burjuvazi yaratmaktan ibarettir. Bu ille de bağımsızlığın kaybedilmesi anlamına gelmez; siyasi devletçilik (1922’de Sovyet Rusya’nın Ankara büyükelçiliği basın ataşesi Georgiy Astahov’un deyimiyle “demokratik-bonapartist” iktidar) kontrol araçlarını sağlamca tuttuğu ölçüde bağımsızlık korunur. Ama sermaye birikiminin ve işgücü verimliliğinin yetersizliği, dördüncü maddede ileri sürdüğüm gibi, hükümetin kararlarını “iş çevrelerinin” menfaatleri istikametine çeker.
11) Kemalizm demokratik bir harekettir. Devrimler çağında demokrasi hiç de katılım ve hele ki uzlaşma anlamına gelmez. “Demokrasi, feodal siyasi sistemin burjuva antitezidir. ‘Demokrasi’ açıkça burjuva devrimine ve bu devrimin önündeki görevlere (feodal siyasi ve iktisadi kalıntıların bütünüyle ortadan kaldırılması) gönderme yapar.” (Astahov’a benim önsözümden, s. 8.) Devrimci olan demokratiktir. “Emperyalizme karşı bağımsızlıkçılık ve feodalizme, onun iktisadi (vakıflar, aşar, vb.), siyasi (saltanat, hilafet, vb.) ve ideolojik (hukuk sistemi, teokrasi, din, vb.) kurumlarına, bunların sonucu ortaya çıkan ruhban ve diğer klerikalistlere karşı sekülerizm” (aynı yerden) devrimci ve demokratik eylemlerdir.
12) Hem bütün bir tarihi süreçte hem de belli tarihi kesitlerde tek bir kemalizm değil, iktisat siyaseti, ittifak siyaseti, dış siyaseti birbirinden farklı bir dizi farklı kemalizmler vardır. Başka deyişle tarihi açıdan kemalizmlerin sağı-solu hep olmuştur. Birbirine taban tabana zıt olan aydınlanmacı Tonguç kadar gerici Günaltay, (“işçinin ve köylünün haklarını bağıranlara komünist yahut sosyalist damgasını yapıştırma gayretini güdenler şahsi menfaatlerini çalışan kitlelerin zararlarında arayanlardır,” diyen) devrimci Mahmut Esat kadar (nazi Almanyasının elçisi Papen’e “Rusya’da yaşayan Rusların en az yarısının öldürülmesini” telkin eden ve “Rus insan potansiyelinin önemli bir bölümünün yok edilmesi” hususunda “müttefiklerin en makul yolda bulunduğunu” söyleyen) protofaşist Saraçoğlu da kemalisttir.
13) Ama siyaset tarihle yapılmaz. Bir bilim olarak tarihle bir iktidar eylemi olarak siyaset farklı şeylerdir. Siyaset, Lenin’in deyişiyle, çubuğu doğru zamanda doğru yana bükme işidir, ama bu iş doğru yapılmak isteniyorsa tarihe yaslanmalıdır. Eğer taban tabana zıt bir dizi hareket kendisini aynı ideolojik etiketle sunuyorsa, bu ideolojinin temel tarihi niteliklerini esas alarak yeni baştan siyasi bir kavramlaştırma gerekir.
14) Böylece ilk teze geri dönebiliriz: kemalizm milli kurtuluşçuluk (bağımsızlıkçılık) ve burjuva aydınlanmacılığıdır (laiklik) ve bu nedenle, bu ikisiyle çelişen düşünceler kemalizm olarak sunulamaz. Liberal iktisat siyasetini savunan kemalistler olabilir, devlet sosyalizmini savunan kemalistler olabilir, sosyalizmi savunan kemalistler olabilir, ancak ülkenin bağımsızlığının terkini savunan kemalistler olamaz. Dindar kemalistler olabilir, dini inancı olmayan kemalistler olabilir, başka dini inançlardan kemalistler olabilir, ama pozitivist burjuva aydınlanmacılığının gerisine düşen ve iktidardan pay kapmak için gericiliğe payanda olan kemalistler olamaz.
15) Son tahlilde varacağı yerler belli olduğuna göre “liberal kemalist” veya “dindar kemalist” olur mu, diye tartışılabilir. Dindarlığı kimlik olarak benimsemek nihayetinde laikliğin reddi anlamına gelmez mi? İktisat siyasetinde liberalizm ister istemez bağımsızlığın terki anlamına gelmez mi? Kürt meselesinde şovenizm ister istemez milli boğazlaşmayı tetiklemez mi? Ama bunlar zaten kemalizme içkin olan ikilemlerdir. Ne var ki bir şeyin son tahlilde varacağı yer, onu kaçınılmaz kılmaz. Oysa kemalizm adına gericilikle ittifak yahut “NATO’cu kemalist”, mesela “zorunlu seçmeli ders” kadar saçma bir oksimorondur.