Çevirmenin notu: Berlin’in İsrail’e verdiği koşulsuz destek yeni bir olgu değil. 2021 yılında da Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına karşı çıkmıştı. Aralık ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken Die Welt hala “Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir” iddiasında bulunacak kadar ileri gitti. Burada pekâlâ Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine desteğin himayesi altında rehabilite edilmeye ve yeniden canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma eli uzatırken ırkçılık ülke içinde yükseliyor ve Alman makamları dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyalar.
Alman siyaset kurumu, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk etti ve bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklendi.
7 Ekim’den bu yana geçen beş ay boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanlar, Almanya’nın İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına dair eleştirileri susturmak için Holokost anısını kullanmasını dehşet içinde izledi. Alman hükümetinin çatışmaya tepkisi ABD’den çok da farklı olmadı; her ikisi de İsrail’e silah tedarikini artırdı ve Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrika’ya karşı İsrail’i destekledi. Ancak Almanya, Filistin halkına sempati duyan ve onlarla dayanışma içinde olduğunu ifade eden protestoculara, sanatçılara ve entelektüellere zulmetme konusunda ABD’den çok daha ileri gitti. Almanya, çok uzak olmayan bir soykırımdaki mesuliyetini bir tür ahlaki otorite olarak kullanıyor.
İsrail’e dönük eleştirileri kontrol altına almak için Holokost’a başvurulması, pek çok uluslararası gözlemcinin bir zamanlar geçmişle hesaplaşmanın örnek bir biçimi olarak kutladığı Erinnerungskultur ya da hatırlama kültüründen epey uzak. Beş yıl önce, Almanya’nın hatırlama kültürünü ABD’nin de model almasını isteyen bir kitap yazan filozof Susan Neiman bile artık bu kültürün “sapıttığını” düşünüyor. Neiman, özellikle Almanların “filozofik McCarthyciliğinden” söz ediyor; gerçi New Yorker yazarı Masha Gessen ve sanatçı Candice Breitz gibi İsrail’i eleştiren Yahudilere de yöneltildiği için buna “Siyonist McCarthycilik” demek daha doğru olabilir.
Her ne kadar dikkatler haklı olarak bu bireysel zulüm vakalarına odaklanmış olsa da Almanya’nın hatırlama kültürünün doğuşu ve evrimi daha az tartışılıyor. Özellikle ABD’de, Almanya’nın nispeten ilerici bir ülke olduğunu düşünen pek çok kişi, Holokost hatırlama kültürünün her zaman İsrail’e koşulsuz destek vermeyi öngördüğünü varsayıyor. Fakat gerçek daha karmaşık ve çok daha tuhaf. Holokost hafızası Federal Cumhuriyetin siyasi kurumlarında ancak 1980’lerde yerleşik hale geldi. Son yirmi yılda Almanya, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk edip bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklediği için bu hatırlama kültürü geriledi.
Bu gerilemenin suçunun büyük bir kısmı, son yirmi yılın büyük bir kısmında Alman siyasetine hâkim olan Angela Merkel’e ait. Bununla birlikte, son birkaç on yılda birleşen siyasi güçler Alman merkez solu ile Amerikan ve İsrail sağı arasında tuhaf bir hizalanma yarattı. Almanya bugün Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor ve Neiman’ın yazdığı gibi İsrail konusunda “AIPAC’ın sağında bir yere” düşüyor.
Bu tuhaf uyumu anlamak için, ilk kitabım Ütopya ya da Auschwitz’de anlattığım üzere, Alman hatırlama kültürünün Nazi geçmişiyle yüzleşmeye çalışan yeni soldan doğduğu 1960’lara geri dönmek gerekiyor. Bu aktivistler, milli kimliklerini ülkenin Holokost’taki sorumluluğuna bağlayan ilk Almanlardı. Onların yaklaşımı, bugün Almanya’da hâkim olan miyop hiper-Siyonizmin aksine, Almanya’nın kendi vicdanını rahatlatmakla meşgul olsalar bile, İsrail’e tikelci bir odaklanma yerine Holokost’tan çıkarılan derslere dair evrenselci bir anlayışa yaslanıyordu.
68 kuşağı ve İsrail
Amerikalı boomer kuşağı Nazilerle savaşan kuşağın, yani En Büyük Kuşak’ın çocuklarıyken, Batı Alman meslektaşları “Auschwitz kuşağı” olarak adlandırdıkları kuşağın çocuklarıydı. 1968 kuşağı ya da Achtundsechziger için Nazizmle hesaplaşmak ve Holokost’tan ahlaki dersler çıkarmak hem varoluşsal olarak önemli hem de son derece şahsiydi. Yaşları ilerledikçe, Almanya’nın çok da uzak olmayan Nazi geçmişi hakkındaki sessizliğe meydan okumaya başladılar.
Batı Almanya’nın ilk şansölyesi Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer, Nazizm ile gerçek bir ilişkiyi etkili bir şekilde bastırmıştı. Nazi rejimine dahil olanların pek çoğu rehabilite edilmiş ve eski görevlerine iade edilmişti; 1950’lerin ortalarına gelindiğinde kamu hizmeti, yargı ve akademideki elit kesim büyük ölçüde Üçüncü Reich dönemindeki koltuklarına geri dönmüştü. Batı Almanya’da büyüyen pek çok genç, görüştüğüm bir kişinin ifadesiyle “Naziler tarafından kuşatıldıklarını” hissediyordu. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, sadece kişisel devamlılıkları değil yapısal devamlılıkları da görmeye başlamışlardı: Federal Cumhuriyet, faşist ya da en azından “pre-faşist” bir devletti. Öğrenci hareketi bu gerçek ve hayali sürekliliklere karşı bir protesto olarak ortaya çıkmıştı.
2 Haziran 1967’de Batı Berlin polisi, İran Şahı’nın kenti ziyaretini protesto eden Benno Ohnesorg adlı bir öğrenciyi öldürdü. Üç gün sonra İsrail Altı Gün Savaşı’nı başlattı. O zamana kadar Batı Alman yeni solu, sosyalist bir proje olarak gördüğü İsrail’i destekleme eğilimindeydi. Ancak Ohnesorg’un öldürülmesinden sonraki günlerde radikalleşen öğrenci hareketi, artık Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’daki köprübaşı olarak gördüğü İsrail’e karşı da tavır aldı; bu tavır kısmen nefret edilen sağcı medya patronu Axel Springer’in İsrail’e verdiği şiddetli desteğe bir tepkiydi (Springer savaş sırasında İsrail gazetelerini altı gün boyunca Almanca olarak yayımladığını söylemişti).
Sonraki on yıl içinde, İsrail’e giderek daha fazla odaklanan ve eleştiren Batı Alman solundan bazıları Siyonizm karşıtlığından antisemitizme geçiş yaptı. Bu sol antisemitizm 1976 yılında, Frankfurt öğrenci hareketinden çıkan iki Filistinli ve iki Batı Almanın bir Air France uçağını kaçırarak Uganda’daki Entebbe’ye götürmesi ve İsrailli ve Yahudi yolcuları diğerlerinden ayırarak serbest bırakmasıyla zirveye ulaştı (Binyamin Netanyahu’nun kardeşi Yonatan, rehineleri kurtarmak üzere yapılan İsrail baskınında öldürülmüştü; Netanyahu bu hadiseyi siyasi hayatının başlangıcı olarak nitelendiriyor).
Entebbe, aralarında Devrimci Mücadele adlı Frankfurtlu örgütün önde gelen isimlerinden Joschka Fischer’in de bulunduğu Batı Alman yeni solundaki pek çok kişiyi şoke etti. Fischer, uçak kaçıranlardan biri olan Winfried Böse’yi Frankfurt’un solcu çevresinden tanıyordu. Fischer, daha sonra biyografi yazarına uçak kaçırma hadisesinin ve özellikle de Yahudi ve Yahudi olmayan yolcuların ayrılmasının kendisine “kendilerini Nasyonal Sosyalizmden ve onun suçlarından kesin bir şekilde ayrı tutanların Nazilerin suçlarını neredeyse takıntılı bir şekilde nasıl tekrarladıklarını” gösterdiğini söyledi. Sonraki yıllarda, yeni sol siyasi projesinin başarısızlığı ve özellikle de terörle iç içe geçmesi, Fischer’in dünya görüşünü kararlı bir şekilde parçaladı ve onu siyasi tutumlarının çoğunu yeniden düşünmeye zorladı. Nazi geçmişi ve Almanya’nın bu geçmişteki sorumluluğu onun için merkezi önemde kalmaya devam etti ama bundan çıkardığı dersler değişti.
Özellikle Fischer daha önceki Siyonizm karşıtlığından yavaş yavaş uzaklaştı. Örneğin 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, yeni katıldığı siyasi parti Yeşiller’den gelen eleştirilere karşı İsrail’i savundu. Pek çok eski yoldaşıyla birlikte o da artık hayal kırıklığına uğramış aktivistlere faşizme karşı kırılgan bir demokratik siper olarak görünen Federal Cumhuriyet ile uzlaştı. Alman tarihçi Heinrich August Winkler, buna “ölümünden sonra Adenauerci sol” adını verdi, yani öğrenci hareketinin faşist bir devlet olarak gördüğü Konrad Adenauer’in tutumlarının çoğunu benimseyen bir sol.
Auschwitz ve Alman Staatsräson’u
Fischer, artık Nazi geçmişinin Alman dış politikası üzerindeki etkileri meselesiyle giderek daha fazla meşgul olmaya başladı. 1985 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermesinin kırkıncı yıldönümünde Fischer, haftalık Die Zeit gazetesinde şu kanaate varan bir makale kaleme aldı: “Yalnızca Almanların Auschwitz’e ilişkin mesuliyeti, Batı Almanya’nın Staatsräson’unun özü olabilir. Geri kalan her şey daha sonra gelir.” [Biraz arkaik bir terim olan Staatsräson bazen yanlışlıkla raison d’être (varlık sebebi) olarak çevrilir ancak raison d’état ya da ulusal çıkar gibi bir şey olarak çevrilmesi daha doğrudur). Fischer, Holokost’un sorumluluğu ilkesinden Alman dış politikası için bir vizyon çıkarmaya çalıştı.
O dönemde bu ilkenin askeri güç kullanımını reddetmek anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak 1995’teki Srebrenitsa katliamından sonra bu tutumundan vazgeçti. Mayıs 1968’de Paris olaylarının yıldızı olan ve daha sonra Frankfurt’a taşınarak Devrimci Mücadele’yi kuran arkadaşı Daniel Cohn-Bendit’in peşinden giden Fischer, soykırımı önlemek için askeri müdahale fikrini desteklemeye başladı. O zamana kadar bu görüşü sadece merkez sağ savunuyordu; Yeşiller bunu Almanya’nın yeniden militarizasyonu için bir bahane olarak görüyordu. Fakat Fischer, partisine yazdığı açık mektupta, “kendi kuşağının soykırımı önlemek için tüm araçları kullanmaması durumunda Nazi döneminde ebeveynlerinin yaptığı gibi başarısız olmayacak mıyız?” diye sordu.
Üç yıl sonra Fischer, Sosyal Demokrat Gerhard Schröder liderliğindeki kırmızı-yeşil hükümette dışişleri bakanı olduğunda —bir başka Achtundsechziger (Nazi artığı), ancak Fischer’in Holokost’la ilgili kaygısını paylaşmayan biri— fikirlerini uygulamaya koyma şansına sahip oldu. Auschwitz’in Alman dış politikasına etkileri konusu, Kosova’daki etnik temizliği önleme maksatlı askeri müdahale sorusuyla çabucak doruğa çıktı. Tartışma özellikle hem barış fikrine hem de Holokost’un sorumluluğuna bağlı olan Yeşiller arasında yoğundu. İki ilke arasında bir seçim yapmak zorunda kalmış görünüyorlardı: “Bir daha asla” ilkesi bazılarının NATO’nun Sırbistan’a askeri müdahalesine ya da en azından Almanya’nın bu müdahaleye katılmasına karşı çıkmasına neden olurken, “Bir daha asla Auschwitz” ilkesi de diğerlerinin (Fischer gibi) müdahaleyi ve Almanya’nın dahilini desteklemesine neden oluyordu.
Auschwitz’e olan bu takıntı, çoğu zaman söz konusu bölgeden (bu örnekte Balkanlar) ziyade Almanya’nın kendisiyle ilgili gibi görünen narsist bir dış politika tartışmasına yol açtı. Bununla beraber Fischer, Entebbe’den sonra olduğundan daha fazla İsrail’i savunuyor olsa da “Bir daha asla Auschwitz” fikri, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir soykırımı önlemeye yönelik evrenselci bir istek olarak kaldı.
Evrenselcilikten tikelciliğe
Fischer, 1999’da Kosova konusundaki tartışmayı kazanmış olsa da —dört Alman Tornado’su Yeşiller’in desteğiyle NATO’nun Sırbistan bombardımanına katılmıştı— daha sonra “Auschwitz’i siyasi amaçlar için araçsallaştırdığı” konusunda bir fikir birliği oluştu. Daha sonra Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda müsteşar ve daha sonra Münih Güvenlik Konferansı direktörü olan Wolfgang Ischinger ile görüştüğümde, bana eski patronunun “argümanı kamuoyu desteği kazanmak için abarttığını” dile getirdi. O tarihten sonra Auschwitz, 1990’larda olduğu gibi Alman dış politika tartışmalarında artık gündeme gelmiyordu.
Fakat İsrail açısından bir istisna söz konusuydu. Almanya’nın İsrail’e desteği, 1952’de tazminat ödemeyi kabul eden ve ülkeye silah tedarik etmeye başlayan Adenauer’e kadar uzanıyordu. Dış politika tartışmalarında Auschwitz’e atıfta bulunmak gözden düştüğünde, sağ kesimden bazıları Almanya’nın İsrail’e karşı mesuliyetini daha sert bir şekilde ifade etmek için Fischer’in 1985’teki makalesinde yeniden canlandırdığı Staatsräson terimini kullanmaya başladı. Gazeteci Patrick Bahners’in 2002 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yazdığı üzere “Bu Almanya’nın, Hitler’in ölümünden sonra kazanmasına izin verilemeyecek olan ulusal çıkarıydı,” idi. Yahudi halkının etrafı hala düşmanlarla çevriliydi ve bu düşmanların zafere ulaşmaması Almanya’nın ulusal çıkarları için olduğu kadar, ülkenin bir Nazi tarafından ele geçirilmesini önlemek için de önemliydi.
Kırmızı-yeşil hükümet 2005 yılında Merkel’in Almanya Şansölyesi olarak görevi devralmasıyla sona erdi; Merkel, bu görevi on altı yıl boyunca sürdürecekti. Göreve geldikten üç yıl sonra Knesset’te yaptığı ve bir Alman şansölyesi tarafından yapılan ilk konuşma olan konuşmasında, kendisinden önceki tüm şansölyelerin Almanya’nın İsrail’in güvenliği konusundaki özel tarihsel sorumluluğunun farkında olduğunu iddia etti. Merkel, “Bu tarihsel sorumluluk benim ülkemin ulusal çıkarının bir parçası,” dedi.
Merkel’in konuşması, 2000-2005 yılları arasında Almanya’nın İsrail Büyükelçisi olarak görev yapan Rudolf Dreßler’in 2005 yılında yazdığı makalede “İsrail’in güvenli bir şekilde var olması Almanya’nın ulusal çıkarına ve dolayısıyla ulusal çıkarımızın bir parçası,” şeklindeki ifadelerinden etkilenmişe benziyor. Spiegel’in son haberine göre, bu terim aslında Fischer’e ait olsa da Merkel’in kurmayları bunun kulağa sert bir “Hıristiyan Demokrat dili” gibi geldiğini düşünmüştü. Başka bir açıdan da Merkel’in tipik bir örneğiydi; siyasete “alternatif yok” yaklaşımıyla bilinen Merkel, Almanya’nın İsrail’e dönük politikasını demokratik çekişme alanından çıkarmaya ve İsrail’in güvenliğine bağlılığı tarihçi Jürgen Zimmerer’in ifadesiyle “sorgulanamaz, alternatifsiz bir ilke” haline getirmeye çalıştı.
Merkel başarılı da oldu: İsrail’e bağlılık Alman devletinin bir ilkesi olarak siyasi yelpazede bir konsensüs haline geldi. 2021 yılında Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan yeni koalisyon hükümeti, tanıdık bir cümleyi içeren ve dikkatle müzakere edilmiş bir anlaşmaya vardı: “Bizim için İsrail’in güvenliği ulusal çıkardır.” Şansölye Olaf Scholz, 7 Ekim saldırılarından on gün sonra İsrail’i ziyaret ederek —ki bu esnada İsrail, Gazze’ye binlerce bomba atmıştı— bu açıklamayı yineledi [Scholz’un ulusal güvenlik danışmanı Jens Plötner, Dreßler’in büyükelçi olduğu dönemde İsrail’deki Alman büyükelçiliğinde görev yapmıştı].
Merkel’in görevden ayrılmasından bu yana, özellikle iktisadi çıkarları güvenliğin önüne koyduğu Çin ve Rusya konusunda olmak üzere, dış politika mirasına yönelik eleştiriler giderek artıyor. 7 Ekim’den bu yana Merkel’in, Almanya’nın İsrail’e yönelik politikası açısından da feci bir miras bıraktığı açıkça ortaya çıktı. Merkel’in Knesset konuşmasından bir yıl sonra, 2009’da Netanyahu ikinci kez iktidara geldi ve o tarihten bu yana İsrail giderek daha da sağa kaydı. Almanya, artık Gazze halkını sürerken ve yok ederken bile İsrail’i eleştiremiyor ya da eleştirmek istemiyor.
Hiper-Siyonist bir Almanya
2010’larda, azalan iç kamuoyu desteğinin Almanya’nın İsrail’e olan bağlılığında bir zayıflamaya yol açıp açmayacağını merak ediyordum. Nazi geçmişinin kendileri için varoluşsal ve şahsi olduğu Nazi artıklarının yerini, bu geçmişe daha mesafeli ve kayıtsız yaklaşan Almanların almasıyla bir kuşak değişimi yaşanıyordu [Etkili bir kitap olan Opa war kein Nazi(Büyükbaba Nazi değildi) bu neslin fertlerinin, büyükanne ve büyükbabalarının vahşete katılmış olabileceğini nasıl hayal edemediklerini göstermişti]. Dahası, Alman toplumu da giderek çeşitleniyordu ve göçmenlerin Nazi geçmişinden aldıkları derslere dair kendi algıları vardı.
Son on yılda ortaya çıkan şeyin post-Siyonist bir Almanya’dan ziyade hiper-Siyonist bir Almanya olması beni şaşırttı. Holokost’un kolektif hafızası kuşaklar arası ve demografik değişimle karmaşıklaşırken bile Alman elitleri İsrail’e olan bağlılıklarını iki katına çıkardılar. Aslında bunu yapmalarının bir nedeni de Nazi geçmişinden çıkardıkları derslerin artık geniş kitlelerce paylaşılmadığından korkmaları ve çok geç olmadan bunu tartışılmaz hale getirmek istemeleri.
Joschka Fischer’in Yeşiller Partisi’ndeki halefleri, Nazi geçmişinden çıkarılan derslere ilişkin evrenselci anlayıştan tikelci bir anlayışa geçişi kabul etmekle kalmadılar, aynı zamanda bunun en saldırgan savunucuları haline geldiler. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck gibi önde gelen Yeşil politikacılar, İsrail’in en sadık destekçileri ve Siyonizm karşıtı ve Filistin yanlısı seslerin en sert eleştirmenleri arasında yer alıyor. Fakat Amerikalı muhafazakârların aksine, İsrail’e verdikleri koşulsuz desteği Nazizm karşıtlığının bir ifadesi, yani ilerici bir tutum olarak görüyorlar. Fischer, karşı çıktığı 2003 Irak işgali öncesinde Amerikalı yeni muhafazakârlarla girdiği çatışmayla hatırlanıyor. Ancak bugün bazı Yeşiller soldan ziyade yeni muhafazakârlara daha yakın.
Springer medya şirketinin İsrail konusundaki tutumu, 1967’de Springer’in İsrail’e verdiği destekle radikalleşen yeni solcuların halefleri de dahil olmak üzere, fiilen tüm Alman siyaset kurumunun tutumu haline geldi. Son dönemde Springer, İsrail’i eleştirenlere karşı yürütülen cadı avının bir kısmına öncülük etti; örneğin Filistin asıllı Alman gazeteci Nemi el-Hasan, Alman kamu yayın kuruluşu ZDF tarafından işten çıkarıldı.Şirket çalışanlarının İsrail’e destek beyannamesi imzalamaları gerekiyor. Almanya’nın bir eyaletinde Hıristiyan Demokratlar İsrail’e dönük benzer bir taahhüdü vatandaşlık şartı haline getirdive diğer eyaletler de aynı şeyi yapmayı öneriyor, sanki tüm Alman vatandaşları artık Springer çalışanıymış gibi.
Geçtiğimiz yıl Die Zeit, Springer CEO’su Mathias Döpfner’in sızdırılan e-postalarına dayanan şok edici bir araştırma yayımladı. E-postalardan birinde Döpfner, siyasi inançlarının bir özetini veriyor ve bu özet, Almanya’da son birkaç on yılda ortaya çıkan siyasi konsensüsü de uygun bir şekilde tanımlayan olağanüstü ve tüyler ürpertici bir cümleyle bitiyor: “Siyonizm über alles.”