AMERİKA
Amerikalılar neden oy kullanmaz?
Yayınlanma
Genel oy hakkı için mücadele, Fransız Devrimi’nin ve onun “plebyen” damarının dünyaya armağanı.
20. yüzyılda neredeyse norm haline gelen genel oy hakkı, aslında uzun süren, kanlı mücadelelerin sonucunda egemen sınıflar tarafından kabul edildi. Üstelik, genel oy hakkının kağıt üzerinde kabul edildiği birçok ülkede, çeşitli bahanelerle özellikle işçi sınıfının/mülksüzlerin, “renkli” halkların, kadınların ve sömürge tebaanın seçme ve seçilme hakkını kısıtlamak için önlemler alındı.
Liberal gelenek, genel oy hakkının liberal demokratik düzenin bir kazanımı olduğunu savunur. Oysa liberalizmin, genel oy hakkının ve liberal düşüncede “demokrasinin beşiği” olarak gösterilen ABD’nin tarihi bu iddiayı yalanlar (1).
Genel oy hakkı ve liberalizm
İtalyan marksist Domenico Losurdo, Democracy or Bonapartism: Two Centuries of War on Democracy [Demokrasi mi, Bonapartizm mi: Demokrasiye Karşı İki Yüzyıllık Savaş] kitabında, genel oy hakkının tarihini “liberal elitler ile demokratik işçi hareketleri arasındaki bir çatışma” olarak anlaşılabileceğini savunuyordu.
Jakoben iktidarı döneminde genel oy hakkı yaygınlaştı ve mülk sahipliğine dayalı ve ikili seçime dayalı seçim sistemi kaldırıldı. Ama Thermidor, yani restorasyoncu burjuva iktidarı ile birlikte liberal burjuvazi bir ikileme düşüyordu: hem anti-mutlakiyetçi, anti-feodal bir anahtar olarak temsili sisteme tutunuyor, hem de kitlelerin kendi siyasi temsiliyetini istemiyordu. Bu nedenle mülkiyete dayalı sınırlandırılmış siyasi haklara geri döndüler. Jakoben toplumsal siyasetine eleştiri, demokratik seçim sistemine eleştiri ile paralel ilerledi.
Thermidor sonrası burjuvazi seçimlerde mülk kriterlerini ve iki kademeli seçim sistemini yeniden getirdi. Mülk sahipleri için esas tehdit, açlıktan ölseler dahi, kitlelerin siyasi gücünü etkisiz hale getirmekti.
Ezilenlerin özgürlüğü yönünde atılmış adımlara yönelik her saldırı, genel oy hakkına yönelik saldırılarla paralel ilerledi. Bu ya çoklu oy ile, ya iki aşamalı temsil ile, ya da benzerleri ile yapılıyordu.
Losurdo’ya göre, liberal gelenekte genel oy hakkına karşı mücadele bir “gençlik hatası” değil, sürekliliği olan bir motifti. Örneğin Montesquieu halkın karar almasını despotizm ile eş tutuyor, hatta köleliğe giden yol sayıyordu. Benjamin Constant, mülksüzlere siyasi hak verirsen onlar da mülk niyetlerinden bağımsız olarak sahiplerinin canını sıkarlar diye düşünüyordu.
John Locke, ağır işçinin ya da mülksüzün, “sivil toplumun” parçası olamayacağını savunuyordu.
İngiltere’de Avam Kamarasının burjuvazinin varlığına ve etkisine açılması bile 1832’deki seçim reformunu bekleyecekti. Ondan önce “temsiliyet”, Şanlı Devrim’den sonraki 100 küsür yılda bile, aristokrasinin tekelindeydi.
Mülkiyete göre ayrımcılık, aynı zamanda bir “ırksallaştırma” süreci olarak işliyordu. Yurttaş görülmeyenler, egemen sınıfa mensup olacak insani kategorilere de sahip sayılmıyordu.
Bonapartizm, demokrasiye karşı
Losurdo’ya göre genel oy hakkının kazanılmasında üç tarihsel moment var: 10 Ağustos 1792 (Fransa), Şubat 1848 Devrimi (Fransa), Şubat-Ekim 1917 devrimleri (Rusya).
Tüm bu devrimler, hem mülksüz kitlelerin siyasi taleplerinin egemenleri ve düzenlerini sarsmış, hem de özellikle ilk ikisinin ardından burjuvalarla eski rejimin aristokratlarının halk sınıflarına karşı büyük ve kötücül bir kampanyaya girişmesine neden olmuştu.
Dolayısıyla burjuva devrimleri, restorasyon veya benzer bir anlama gelmek üzere karşıdevrim eğilimlerini de bünyesinde barındırıyordu.
1. Napoleon, 1799’da devrimin bittiğini ilan ediyordu. Bu ilk “Brumaire”, Direktuvar yönetimini alaşağı edecek, Napoleon’u “konsül” yapacak ve 1792 uğrağı ile düzeni sarsan genel oy hakkına nihai darbeyi imparatorluk ile vuracaktı.
Benzer bir eğilim, Paris’te bir kez daha barikatların kurulup devrimin patlak verdiği Şubat 1848’de de yaşanacaktı. Fransız proletaryası, kendi bayrağı altında ilk kez dövüşüp ölecek, sonrasında burjuvazi bir kez daha Napoleon’a, bu kez ilkinin karikatürü olan yeğenine teslim olacaktı.
Tüm bunlar gereksiz tarih bilgisi gibi görünebilir, ama konumuz açısından kritik: Liberalizmin üç zirvesi olarak görülen Şanlı Devrim, Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimi, aynı zamanda genel oy hakkı için ve ona karşı mücadelenin de tarihidir ve 19. yüzyılda bu üç ülkenin egemen sınıfları, yani Britanya, ABD ve Fransa’daki yöneticiler, mülksüzlerin düzene yarattığı tehdidi savuşturmada çok benzer gerici yataklardan beslenmişlerdi:
Mümkün olduğu anda genel oy hakkını çeşitli şekillerde kısıtlamak (mülk sahipliği, okur-yazarlık, seçmen vergisi vb. kriterlerle veya Lordlar Kamarası benzeri soylu meclisleri ile); mümkün olmadığı takdirde ise yürütmeyi güçlendirip işçilerin-mülksüzlerin-”renkli” halkların siyasete kitle örgütleri-partiler-sendikalar aracılığıyla katılımını engelleyerek bonapartist genel oy hakkı modeline yönelmek.
İki modelde de temel mesele, yoksul sınıfların siyasete müdahale olanaklarını kısıtlamaktı. Örneğin Devrim sonrasında getirilen gelir vergisi, Fransız mülk sahibi sınıfları için özgürlüklerini kısıtlayan despotik bir önlemdi. Benzer bir uygulama, fiyat kontrolleri ile de burjuvazinin başını ağrıtıyordu.
Ezcümle yoksullar, kendilerini temsil ettikleri anda, egemen sınıfların düzenini sarsacak iktisadi önlemler almaya yöneliyordu. Bu nedenle 19. yüzyıl liberal düşünce ve eylem adamları, halk sınıflarının devlet (siz siyaset anlayın) aracılığıyla mülk sahiplerinin “ekonomisine” müdahale etmesine karşı büyük bir mücadeleye giriştiler.
Hiç şaşırtıcı değil: Şubat 1848 Devriminin ardından, halk şarkıları genel oy hakkının kazanılmasını, “mütevazı” kökenlere sahip bireylerin “insan sınıfına” dahil olduğunu kanıtlaması nedeniyle kutluyorlardı.
Amerikan kurucu babalarının isyan paniği
Losurdo, tam da bu noktada Atlantik’in iki yakasındaki üç ülkenin çok benzer modellerle işlediğine işaret ediyor. Özellikle III. Napoleon’un gençliğinde iki meclisli ve imparatoru halkın seçtiği Amerikanvari bir Fransız Anayasası tasarladığını buluyoruz. Genç Bonaparte, Senato/Lordlar Kamarası benzeri meclislerden biri için de, yine ABD’nin kendine has Seçiciler Kurulu benzeri bir derece sisteminin belirlenmesini istiyordu. 18 Brumaire’in yeni versiyonunun gelecekteki mimarı, “halk egemenliği”nin bastırılmasının özgün formülünü yaratırken (“Bonapartizm”), okyanus ötesinden faydalanıyordu.
Avrupa kıtasını sarsan 1848 Devrimleri, Britanya ve ABD’ye uğramasa da, bu iki ülke kendi “mülksüzlerinin” baskısı ile uğraşıyordu. ABD’de Shays İsyanı, silahlı ayaklanma formuna bürünerek kısa sürede Amerikan egemenlerini paniğe sürüklemişti. Binlerce “baldırıçıplak”, elde silah Massachusetts eyalet yönetimine ve onu elinde bulunduran varlıklı sınıflara karşı savaşmıştı.
Peki Shays İsyanı neden çıkmıştı? Amerikan Devrimi’nin ardından, Avrupa ve Amerika’daki tüccarlar savaş sırasında verdikleri borçları tahsil etmek isteyip daha fazla borç vermeyi reddetmeye başlayınca, ortalama bir Amerikalı borçluyu, dolaşımdaki az miktardaki nakit para göz önüne alındığında gerçekçi olmayan ödeme planları altına soktu.
Kırsal kesimdeki çiftçiler topraklarını ve mülklerini tahsildarlara kaptırmaya başlayınca, özellikle askerlik hizmeti için borçlu olanlar arasında devrimci duygular kabarmaya başladı (2).
Eylül 1786’da İç Savaş’taki Konfederasyon generali Robert Lee’nin babası Henry Lee, Washington’a huzursuzluğun bir eyaletle ya da eyaletin bir bölümüyle sınırlı olmadığını, aksine bütün ülkeyi etkilediğini yazacaktı.
Paniğin boyutlarını yine Losurdo aktarıyor: George Washington, Amerikan kurucu babalarından John Jay’a, Shays İsyanı’nın hemen ardından yazdığı bir mektupta, “etkili isimlerin” ABD için “monarşik bir hükümet biçimi” istemeye başladığını haber veriyordu.
Dolayısıyla, 1787’deki Philadelphia Konvansiyonu, Losurdo’ya göre esas olarak halk baskısını ve toplumsal gerilimi kontrol altına almak için toplanmıştı. Öyle ki, Washington’a bir mektup yazan Henry Knox, Massachusetts’in üst sınıflarının Britanya Anayasasını esas alan bir anayasa görmeyi çok istediklerini aktarıyordu.
Philadelphia Konvansiyonu’nda bile John Dickinson ve Alexander Hamilton gibi isimler Lordlar Kamarası kurulmasından yana çıkmıştı. Hamilton’a göre böyle bir kamaranın kurulması, sayıca az olanları, yani “zengin ve iyi doğmuşları”, “çoğunluğun” kıskançlığından ve saldırılarından korumak için elzemdi.
Amerikan Devriminin bitişini simgeleyen Philadelphia Konvansiyonu veya Anayasal Konvansiyon (1787), tam da bu nedenle, “anarşiye” ve “demokrasinin aşırılıklarına” son vermek için toplanıyordu. Savaşta faydası kanıtlanan mülksüzlerin “aşırılıklarına” karşı, kanun ve nizamın egemenliği ilan ediliyordu.
Mülk sahipliği kriteri, cinsiyet kriteri ve ırk kriteri… Amerikan demokrasisi ve seçim sistemi, bütün bunların üzerinde şekillenecekti.
Amerikan işçi sınıfının mücadelesi
İç Savaş sonrası bunalımın ve işverenlerin ücretleri düşürme ve üretimi yeniden düzenleme yönündeki çabalarının yol açtığı grevler ABD’de 19. yüzyılın son çeyreğine damga vurdu.
İşçilerin verdiği tepkinin şiddeti, Amerika’nın üst sınıflarının saflarında panik yarattı. Örneğin, önce milisler, ardından da üç bin federal asker tarafından karşılanan 1877 grevleri Pittsburgh’da yirmi altı ölü, Reading, Pennsylvania’da on üç ölü ve kırk üç yaralı, Chicago’da ise on dokuz ölü ve yüzden fazla yaralı bıraktı.
1886’daki bir başka grev dalgası Haymarket bombalama olayı ve lokavt, kara liste ve sarı köpek sözleşmeleri(3) dalgasıyla doruğa ulaştı. 1890’larda çelik, demiryolları ve madencilikte yeni ve daha büyük bir grev dalgası yine Ulusal Muhafızları ve federal birlikleri ortaya çıkardı. 1894 Pullman grevinde tahminen otuz dört ölü ve ülke çapında demiryolu mülkünü korumak için federal polislerin yoğun kullanımı ile sonuçlandı (4).
Göç ülkesinde medeni hakların kısıtlanması
Ücretli emeğe oy hakkının tanınması ile emperyalist-sömürgeci taarruzun ele ele gitmesi tesadüf müdür?
Üçlü birliktelik burada da karşımıza çıkıyor: Louis Bonaparte’ın Fransa’sı, Benjamin Disraeli’nin Britanya’sı ve İç Savaş sonrası ABD birbirine çok benziyor. Hatta Bismarck Almanya’sını da bu listeye ekleyebiliriz.
Genel oy hakkının tamamen geri almak, yeğen Bonaparte’a gereksiz görünüyor. Disraeli de aynı fikirde. Bir tek ABD’deki mağlup Güneyliler istisna.
İç Savaş’tan yenilgiyle ayrılmalarına ve köleliğin kaldırılmasına rağmen, Jim Crow yasaları ile birlikte siyahlar bir kez medeni haklarından mahrum bırakılıyordu. Plantasyon ekonomisi gücünü yitirmemişti; bu nedenle siyahların siyasi ve medeni haklarının “Uzlaşma” döneminde bastırılması Güneyli beyaz efendiler için kritikti.
Öte yandan bu baskının sadece siyahlara yöneldiği düşünülmemeli. Asya’dan, özellikle de Çin’den getirilen emek gücü (“coolies”), hem iktisadi hem de siyasi olarak müthiş baskı altında tutuluyordu. 1798 Yurttaşlık Yasası, ABD yurttaşlığı için gereken oturum süresini 5 yıldan 14 yıla çıkarıyordu. Pasifik köle ticaretinin yoğunlaştığı dönemde, Çinli “coolielerin” siyasi haklarını ellerinden almak için mükemmel bir önlem… Kriz anlarında ABD’de yurttaşlık kriterlerinin sıkılaştırılması, belki bugün de Trump’ın önerdiği politikaları anlamak için elzem (5).
Yoksul beyazlar ve siyahların oy hakkına karşı savaş
Tam bu noktada, ABD’li iki sosyolog, Richard Cloward ve Frances Fox Piven’ın gözlemlerini aktarmak gerekiyor.
İkilinin çığır açan (ve bu yazının başlığına da ilham veren) Why Americans Don’t Wote [Amerikalılar Neden Oy Vermez] kitabı, beyaz mülksüz sınıflar ile siyahların-göçmenlerin siyasi haklarının ABD’de mütemadiyen kısıtlandığına işaret ediyor.
Cloward ve Piven, 19. yüzyıl boyunca oy kullanma oranlarının yükseliğine işaret edip mülksüz beyazlar, siyahlar ve kadınların oy hakkını 1920 itibariyle elde ettiğini söylerken, bunun yanı sıra bir sıradan insanların oy kullanması engelleyen bir çok önlemin alındığını yazıyor.
Yazarlara göre, 1920 yılında kağıt üzerinde neredeyse herkes oy hakkı verildiği halde, özellikle Güneyde, mülksüz beyazların ve siyahların oy kullanması fiilen elimine edilmiş ve Kuzeyde de göçmen işçilerin oy vermeye katılımı keskin bir düşüş yaşamıştı.
Vatandaşlık haklarının formel olarak tanınması ile seçimlere katılım hakkının daraltılması, yazarlara göre göründüğü kadar paradoksal değildi. Yazarların iddiası şu: ABD’de 19. yüzyılda oy verme hakkının örgütleniş biçimi, yüksek katılım oranlarına rağmen, beyaz erkeklerin hükümet üzerindeki etkisini minimize etmek üzerineydi. Bu nedenle, beyaz işçi sınıfının oy hakkını sorgulamak kimsenin aklına gelmiyordu.(6)
Fakat 19. yüzyılın sonuna doğru, alt sınıfların iktisadi talepleri yükselmeye ve bunlar seçim platformuna da yansımaya başlayınca, Cloward ve Piven’a göre, egemen sınıflar buna demokratik bir karşıdevrime benzer bir şey ile yanıt verdi.
Bu demokratik karşıdevrim, bir dizi reformu barındırıyordu ve bu reformlar, alt sınıflardan seçmenlerin siyasete katılımını sağlayan yerel unsurların gücünü azaltıyordu.(7)
Yazarlar, 1896 seçimlerini dönüm noktası olarak görüyorlar. “Popülistlerin” belki de Amerikan tarihinde kazanmaya en çok yaklaştığı bu seçimlerde, Cumhuriyetçi parti iş dünyası ile ele ele vererek bu badireyi atlatıyordu. Popülistlerin yenilgisinin ardından oy vermeyi düzenleyen kurallar değişiyor ve yerel partilerin örgütlenmesinin önüne yeni engeller çıkarılıyordu.
Yazarlara göre farklı yöntemlerle, işçi sınıfının siyasi sorunlarının dile getirilmesi bastırılırken, işçi sınıfının siyasi katılımı, genel oy hakkı (beyazlar için) yoluyla yüksek tutuldu.
Bu noktada, 19. yüzyıl oy hakkının, çoğunlukla toprak sahibi “yeoman” sınıfına ve çoğunlukla okur-yazar takımına ait olduğuna ilişkin eleştiriler de mevcut. Bununla birlikte, seçimlere halk katılımının etkisi, İç Savaş ve onu takip eden gelişmelerle birlikte federal düzeyde baş ağrısı haline gelecekti.
Jim Crow yasaları: Herkes eşittir ama bazıları değildir
Bu noktada tekrar Amerikan yasalarındaki “ırksallaştırma” eğilimini hatırlatmamız gerekiyor.
Eyaletler sakinlerinin ırk temelinde oy kullanma hakkından mahrum bırakılmasını yasaklayan Onbeşinci Madde’nin(8) 1870 yılında onaylanmasının ardından, güney eyaletleri siyahları sandıklardan uzak tutmak için çeşitli ayak oyunlarına başvurdu.
Bunlar arasında sandık vergileri, okuma yazma testleri, tamamen beyazlara yönelik ön seçimler, ağır hak mahrumiyeti yasaları, “büyükbaba hükümleri”(9), dolandırıcılık ve gözdağı gibi önlemleri yürürlüğe koymaya başladı.
Mississippi’nin Jim Crow dönemi yasaları(10) daha sonra diğer güney eyaletlerinin 1965 Oy Hakkı Yasası’nın kabulüne kadar yaklaşık bir yüzyıl boyunca Siyahların oy hakkına saldırmak için aynı taktikleri kullanmaları için bir emsal oluşturdu.
Güneyde kabul edilen Siyah Yasaları da siyahların mülk edinme, iş yapma, arazi satın alma ve kiralama ve kamusal alanlarda özgürce hareket etme haklarını kısıtlıyordu. Öyle ki, bir mekanda üçten fazla siyah bir araya gelemiyor ve polisin olmadığı durumlarda beyazlara siyahlar üzerinde yasal otorite hakkı tanınıyordu.
1890 yılına gelindiğinde Demokrat Parti, Cumhuriyetçilerin en ateşli destekçileri olan Güneyli siyahları haklarından mahrum bırakarak Cumhuriyetçi Partiyi Güneyden tamamen uzaklaştırmak için bir plan yaptı.
Beyaz Louisianlılar, siyahların oy kullanmak üzere kaydolmasını engellemek için sandık vergileri, okuryazarlık testleri, ikamet zorunlulukları ve “kavrayış” kriterleri uyguladı. Ondördüncü ve Onbeşinci maddeler ile garanti altına alınan haklara rağmen, Afrikalı Amerikalılar sistematik olarak siyasi haklarından mahrum bırakıldı. Bunu çok geçmeden sosyal ayrımcılık (segregation) izledi.
Örneğin 1890 Mississippi Eyalet Kongresinde, uygun seçmenler için bir okuryazarlık testi ve yoklama vergisi içeren yeni bir anayasa kabul edildi. Yeni okuryazarlık şartı uyarınca, potansiyel bir seçmenin Mississippi Anayasasının herhangi bir bölümünü okuyabilmesi veya kendisine okunduğunda herhangi bir bölümü anlayabilmesi veya herhangi bir bölümü makul bir şekilde yorumlayabilmesi gerekiyordu.
Vali James Vardaman 1890’da, “Bu konuda ikircikli davranmanın ya da yalan söylemenin bir faydası yok. Mississippi’de anayasamızda zencilerin ırksal özelliklerine karşı yasalar çıkardık. . . . Bu araç başarısız olduğunda, başka bir şeye başvuracağız,” diyordu.
Yasanın etkisi hızlı oldu. Tarihçi Donald G. Nieman’ın Tutulacak Sözler adlı kitabında belirttiğine göre, 1910 yılına gelindiğinde Afrikalı Amerikalılar arasında kayıtlı seçmen oranı Virginia’da yüzde 15’e, Alabama ve Mississippi’de ise yüzde 2’nin altına düşmüştü. Afro-Amerikalılar ve Anayasal Düzen, 1776’dan Günümüze.
Plessy kararından(11) iki yıl sonra Louisiana, siyah erkeklerin oy kullanma hakkını resmen elinden alan ilk yasalardan birini kabul etti.
Restoranlar, oteller, gece kulüpleri ve mezarlıklar da dahil olmak üzere yetişkinlere yönelik kamu tesisleri ile lunaparklar, oyun alanları ve okullar gibi çocuklara yönelik kamu tesisleri katı bir şekilde ayrılıyordu.
1900 yılına gelindiğinde, beyaz ve siyah insanları ayıran çizgi Louisiana’nın kültürüne derinlemesine yerleşmişti. 1902’den sonra New Orleans tramvayları ayrıştırıldı. 1908 tarihli bir eyalet yasası, beyaz ve siyah erkek ve kadınların birlikte yaşamasını (evlilik veya aile içi durumlarda) yasakladı.
Hapishanelerde ırk ayrımı 1920 yılında zorunlu hale getirildi. Katolik Kilisesi, New Orleans şehir merkezinde Corpus Christi Cemaati adında ayrıştırılmış bir cemaat kurdu.
Köle siyahları oy kullanmaktan men etmek: Okur-yazarlık testleri
Birçok güney eyaletinde okuma yazma karşıtı yasalar, kölelere okumayı öğretmeyi yasadışı kılıyordu.
ABD Nüfus Sayım Bürosuna göre 1880 yılında güneyli siyahların yüzde 76’sı okuma yazma bilmiyordu ve bu oran güneyli beyazların oranından yüzde 55 daha fazlaydı.
1900 yılında, oy verme yaşındaki beyaz erkeklerin yüzde 12’sine kıyasla oy verme yaşındaki siyah erkeklerin yüzde 50’si okuma yazma bilmiyordu.
Bu eşitsizlikler, okuma yazma testlerini siyah oylarını bastırmada en etkili araçlardan biri haline getirdi.
Okuma yazma bilmeyen beyazlar, oy kullanma haklarını İç Savaş öncesindeki dedelerine bağlayan “büyükbaba hükümleri” kullanılarak bu okuryazarlık testlerinin dışında bırakılmışlardı.
Bu hükümden, Onbeşinci Maddenin kabulüne kadar oy hakkı olmayan eski kölelerin yararlanamayacağı açıktı. Büyükbaba maddesi, beyazların egemen olduğu güney yasama organları tarafından siyahların oylarını bastırmak için oluşturulan bir başka önlem olan sandık vergileri için de geçerliydi.
Beyaz egemenliği olarak sandık vergisi
Güneyli yasama organları oy kullanma vergilerinin devlet gelirlerini artırmak için tasarlandığını iddia etse de, birçok beyaz siyasi lider için asıl amaç siyahların oy kullanma hakkını engellemekti.
Tuscaloosa (Alabama) News’in 1939’daki bir başyazısında, “Bu gazete beyazların üstünlüğüne inanmaktadır ve sandık vergisinin beyazların üstünlüğünün korunması için gerekli unsurlardan biri olduğuna inanmaktadır,” deniyordu.
Güneydeki on bir eyalette vatandaşların oy kullanmadan önce sandık vergisi ödemelerini gerektiren yasalar vardı. Yıllık 1 ila 2 dolar arasında değişen bu vergiler, kayıtlı siyah seçmenleri orantısız bir şekilde etkiliyordu.
Morgan Kousser’in The Shaping of Southern Politics [Güney Siyasetinin Şekillenmesi] adlı kitabında belirttiğine göre, 1877 yılında tüm vatandaşların oy kullanmadan önce vergilerini geri ödemelerini gerektiren kümülatif bir seçim vergisi uygulayan Georgia’da, Siyah seçmenlerin katılımı yüzde 50 azalmıştı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu ve mülk sahipliği gerekliliklerinin kaldırılmasıyla imtiyaz genişlemiş olsa da, birçok eyalet vergi ödeme şartını korumuş, vatandaşlık ve ikamet şartları getirmiş ve kayıt ve oy kullanma için testler oluşturmuştu. Bu şartlar yoksulların, kadınların, azınlıkların ve yeni göçmenlerin siyasi katılımını kısıtlamaya hizmet etti. Dolayısıyla bu süre zarfında seçme hakkı sadece geçici olarak genişledi.
Yazıyı uzatmamak adına, seçme hakkının daraltılmasına yönelik eyalet önlemlerini burada kesiyorum. Ne var ki, geçici-mevsimlik işçilerin ve yoksulların oy hakkını kısıtlamak için getirilen ikamet süresi uzatmak, bakıma muhtaçların “yurttaş” olma kabiliyetlerini sorgulayarak onları siyasi haklardan mahrum bırakmak, mahkûmların “antisosyal” davranışları gerekçe gösterilerek seçme hakkını ellerinden almak da on yıllar boyunca Amerikan eyaletlerinin başvurduğu önlemler arasındaydı.
İşin ironik yanı, İç Savaşın mağlupları arasındaki Güneyli ayrılıkçı eyaletler, Anayasanın etrafından dolaşarak eyalet seçim sistemlerine, daha önce olmayan “suçlar” nedeniyle mahkûmların seçme haklarının ellerinden alınmasını eklediler. Bridgett A. King, eyaletlerin ceza hukukuna bu suçları eklerken, bunları çoğunlukla eski kölelerin işleyeceklerine inandıklarını aktarıyor: serserilik, küçük hırsızlık, ırklar arası evlilik, iki eşlilik, vs.
Jim Crow düzeni, böylece oturuyordu.
Dönüm noktası: 1896 seçimleri
Amerikan seçimlerini ve seçimlere katılım mekanizmalarını inceleyen gözlemcilerin üzerinde üç aşağı beş yukarı anlaştığı meselelerden biri, 1896 seçimlerinin dönüm noktası olduğu.
Cloward ve Piven’ın yanı sıra, Bridgett A. King de benzer bir eğilime işaret ediyor: 20. yüzyıla kadar “tipik olarak” yüksek olan seçimlere katılım oranı, 1896’daki başkanlık seçimlerinden 1912’deki başkanlık seçimlerine kadar dramatik bir düşüş yaşıyor.
1896’da Demokratların adayı Jennings Bryan’ın arkasında, 1890’lı yıllara damga vurmuş çiftçi hareketi, işçi hareketinin bir kısmı ve Popülistler de yer alıyordu. Cloward ve Piven, bu gevşek Demokrat-Popülist ittifakının Amerikan iş dünyasını ve Cumhuriyetçileri olduğu kadar, zengin Demokratları da korkuttuğunu yazıyor. Bryan’ın yenilgisinde, Demokrat-Popülist ittifakının kentli işçi sınıfını yanına çekememesinin de büyük payı bulunuyordu.
1896, kuzeyli sanayi gruplarının Cumhuriyetçiler içerisindeki etkinliğinin perçinlenmesini, güneyli plantasyon ekonomisinin şeflerinin de Demokratlar içerisindeki gücünün artmasını sağlıyordu. Popülist dalganın geri çekilişi, seçim sistemine yönelik müdahalelerle el ele gidecekti. Bu tarihten sonra yoksul köylülerin ve işçilerin oy kullanma oranı gitgide azalacaktı.
Amerika’nın “Bonapartist” momentinin böyle geldiğini anlıyoruz. Artık, kağıt üzerinde bile olsa, insanların ama özellikle de yoksul sınıfların oy kullanma hakkına yönelik doğrudan bir saldırı akıllıca bulunmuyordu. Öncelikle “bilimsel” yöntemler kısıtlamalar için hizmete koşulacaktı; sonrasında işçi ve köylü hareketlerinin siyaset yapma hakkı ellerinden alınarak güçlü yürütme, yani başkan ve çift kanatlı meclis aracılığıyla yoksullar “seçmen” kategorisine indirileceklerdi. Yeğen Bonaparte’ın dediği gibi, aristokratların bir şefe ihtiyacı yoktu; ama demokrasi çağında pleblerin bir lidere ihtiyacı vardı ve o lider, demokrasinin kişileşmiş hali olacaktı.
Günümüzde seçme hakkının kısıtlanması
2013 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, 5’e karşı 4 oyla bazı eyaletlere getirilen kısıtlamaların ve eyaletlerin oy verme prosedürlerinin federal denetiminin güncelliğini yitirdiğine karar vererek Oy Hakları Yasasının bir kısmını geri çekti.
1965 tarihli Oy Hakları Yasası (VRA), aslında 20. yüzyılda Amerikan siyahlarının ve Sivil Haklar Hareketi’nin en önemli kazanımlarından sayılıyordu.
VRA’den önce oy kullanma hakkının federal bir garantisi yoktu. Buna karşılık, eyaletler seçimleri istedikleri gibi yönetme hakkını saklı tutuyordu; birçok eyaletteki ayrımcı uygulamalar nedeniyle, bu yaklaşım siyah seçmenlerin lehine değildi.
VRA eyaletleri, yalnızca ırka dayalı olarak oy kullanma hakkını reddetme hakkını ortadan kaldıran ABD Anayasasının On Beşinci Maddesine uymaya zorladı.
VRA’in temel amacı federal bir güvence oluşturmak ve eyaletlerde, özellikle de Güneyde, siyahların ve diğer azınlıkların oy kullanma hakkını engelleyen politikaları ortadan kaldırmaktı.
VRA’in kabul edilmesiyle birlikte, okuma yazma testleri, sandık vergileri ve oy hakkının önündeki diğer engeller ortadan kaldırıldı. VRA’in yürürlüğe girmesinin hemen ardından, siyahların kayıt olmasında ve oy kullanmasında dramatik artışlar yaşandı.
Bridgett A. King’in aktardığına göre kayıtlı siyah seçmen sayısındaki bu artış en çok Güneyde dikkat çekti. Mississippi’de 1965 yılında 28.500 olan kayıtlı siyah seçmen sayısı 1984 yılında 406.000’e yükselmişti. Louisiana’da 1964 yılında siyahlar kayıtlı seçmenlerin yüzde 13,7’sini oluştururken, 1985 yılında siyahlar kayıtlı seçmenlerin yüzde 25,1’ini oluşturuyordu.
İşte 2013 yılındaki “Shelby County v. Holder” kararının ardından, birçok eyalet kimlik kartı zorunlulukları, erken oy kullanma sınırlamaları, postayla oy kullanma ve daha fazlası dahil olmak üzere seçmen erişimini sınırlayan yasalar çıkardı.
Vox’un 2016 yılındaki bir haberine göre, güney eyaletleri 2016 seçimleri için en az 868 oy verme merkezini kapattı. Bu müdahalelerin en çok siyah mahallelerini ve seçmenlerini etkilediği öne sürülüyor.
Örneğin Brennan Center for Justice’in 2021 raporuna göre, siyah-beyaz seçmen katılımı arasındaki fark, bazı ön seçim eyaletlerinde yüzde 9,2 ila 20,9 puan arasında büyük ölçüde arttı. Brennan Center’a göre, Alabama’da bu fark 2012 ile 2022 yılları arasında yaklaşık yüzde dokuz puan artmıştı.
Amerikan başkanlık seçimlerine katılımda son 40 yıla baktığımızda, yüzde 52,8 ila 62,8 arasında değişiyor. Oy verenlerin ücret skalasına ve eğitim durumuna baktığımızda, iyi gelirlilerin ve iyi eğitimlilerin bariz bir şekilde daha fazla oy kullandığını görüyoruz. Benzer bir eğilim ırksal dağılımda da geçerli: Pew Research’ün 2023 tarihli araştırmasına göre, 2018, 2020 ve 2022’deki seçimlerin üçünde de oy kullanma oranları beyazlarda yüzde 43 iken, siyahlarda yüzde 27, Asyalılarda yüzde 21, Hispaniklerde yüzde 19. Hiç oy kullanmayanlarda da Hispanikler yüzde 47 ile ilk sırada yer alırken, siyahlar yüzde 36, Asyalılar yüzde 31 ve beyazlar yüzde 24 ile onları takip ediyor.
Kapsamlı bir seçmen anketi olan AP VoteCast’e göre, 2020’de oy kullanmayanların genç, üniversite eğitimi almamış, hiç evlenmemiş, düşük hane gelirine sahip ve beyaz olmayan bir kişi olma olasılığı diğer seçmenlere göre daha yüksekti.
VoteCast, 2020 seçimlerinde oy kullanmayan her 10 kişiden yaklaşık 4’ünün 30 yaşın altında olduğunu, oy kullanan her 10 kişiden ise sadece 1’inin 30 yaşın altında olduğunu ortaya koyuyor.
Bu arada, ABD’de hâlâ mahkûmların oy verme haklarının elinden alınabildiğini de hatırlatırım. The Sentencing Project’in 2020 seçimleri için yaptığı araştırma, 5,2 milyon Amerikalının oy kullanmasının, ağır cezalık hak mahrumiyeti veya ağır cezalık suçlardan hüküm giyenlerin oy kullanma haklarını kısıtlayan yasalar nedeniyle yasaklandığını tespit ediyor. Oy verme yaşındaki her 16 Afrikalı Amerikalıdan biri haklarından mahrum bırakılmıştı ve bu oran Afrikalı Amerikalı olmayanlara kıyasla 3,7 kat daha fazlaydı. Yetişkin Afro-Amerikan nüfusun yüzde 6,2’sinden fazlası haklarından mahrum bırakılırken, bu oran Afro-Amerikan olmayan nüfusta yüzde 1,7’di.
Aynı kurumun 2024 raporu, 4 milyon Amerikalının, ağır cezalık hak mahrumiyeti yasaları nedeniyle 2024 seçimlerinde oy kullanamayacağını söylüyor. Oy verme yaşında olan her 22 Afrikalı Amerikalıdan biri haklarından mahrum bırakılıyor ve bu oran Afrikalı Amerikalı olmayanların üç katından fazla.
2024 itibariyle, yetişkin Afro-Amerikan nüfusun yüzde 4,5’i haklarından mahrum bırakılırken, bu oran Afro-Amerikan olmayan yetişkin nüfusta yüzde 1,3.
15 eyalette, Afro-Amerikan yetişkin nüfusun yüzde 5’i ya da daha fazlası ağır bir suçtan hüküm giydiği için oy kullanmaktan men edilmiş durumda.
Dipnotlar:
(1) Lenin, Kautsky ile yaptığı ünlü polemikte (Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky), Engels’ten bir alıntı yapar: “Genel oy hakkı ‘işçi sınıfının olgunluğunun ölçüsüdür. Bugünkü haliyle daha fazlası olamaz ve asla da olmayacaktır.’” Lenin, Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğüne karşı kalem oynatan Karl Kautsky’ye karşı, en demokratik burjuva devletlerin bile, tıpkı monarşik devlet biçimlerinde olduğu gibi, ücretli emek sömürüsünden bir milim geri adım atmadığını vurgulamak ister ve geçerken genel oy hakkı meselesine de değinir. Lenin esas olarak, silahlı bir ayaklanma yoluyla Avrupa devriminin gündemde olduğu bir dönemde, Kautsky ve benzerlerinin parlamenter demokrasi çağrılarına karşı devrimci marksizmi savunmaktadır. Bununla birlikte, Şubat Devriminden sonra burjuva devrimleri üzerine yazdığı yazılar, Lenin’in burjuva devriminin bağrında restorasyon-karşıdevrim eğilimini zaten barındırdığını da vurgular. Dolayısıyla bu devrimci önderin, başka bir yerde demokratik cumhuriyetin burjuvazinin ideal yönetim biçimi olduğuna ilişkin ortaya attığı tez, “ideal” kriter olarak alınmalıdır.
(2) İç Savaş sonrası dönemde, hızlı iktisadi büyüme, aşırı piyasa istikrarsızlığı ve bankerlerin ve şirketlerin “yağmacı” politikalarıyla birleşerek iktisadi meselelere ilişkin halk sınıflarının protestolarının yükselişini teşvik etti. Halkın şikayetlerinin başında, savaş sırasında ihraç edilen devlet tahvillerini ellerinde bulunduran finansörler tarafından desteklenen deflasyonist sabit para politikası geliyordu. Kreditörler doğal olarak, yatırımlarının, satın alındıkları şişirilmiş “dolar” yerine altın olarak geri ödenmesini tercih ediyorlardı. Bu amaca yönelik araç, nüfus ve üretim hızla artarken bile ülkenin para arzını sabit tutma yönündeki Hazine politikasıydı. İç Savaş’ın sona ermesi ile 1900’de Altın Standardı Yasası’nın kabulü arasında para biriminde ortaya çıkan daralma faiz oranlarını yükseltti ve fiyatları düşürdü. Bu durum, borçları giderek daha maliyetli hale gelen ve ürünleri giderek ucuzlayan çiftçiler için trajedi haline geldi.
(3) İşveren ile çalışan arasında yapılan ve çalışanın istihdam koşulu olarak bir işçi sendikasına üye olmamayı kabul ettiği bir anlaşma. 1932 yılında, sarı köpek sözleşmeleri Norris-LaGuardia Yasası kapsamında yasaklanmıştır.
(4) Tüm bunların seçimlere de yansıması oldu. Kunduracılar Massachusetts’te Bağımsız partiyi kurarak eyalet kongresine temsilci gönderdiler. Sonrasında İşçi Partisi (bazı eyaletlerde İşçi Reform partisi olarak biliniyordu) kuruldu. 1870’lerde çiftçiler bankalara ve demiryolculara karşı “antitekel” adayları desteklediler. Çiftçiler Illinois, Minnesota, Wisconsin, Kansas, Iowa ve California’da kendi adaylarını seçtirmeyi başardılar. 1877’deki büyük demiryolu grevinin ardından yapılan 1878’deki ara seçimlerde, işçi-çiftçi ittifakı Greenbacks on dört kongre koltuğu ve bir milyondan fazla oy aldı. New York ve Pennsylvania’daki bir dizi sanayi ve maden kasabasında belediye başkanları seçtiler ve şaşırtıcı bir şekilde Maine’de oyların yüzde 34,4’ünü, Michigan’da yüzde 25,9’ini, Mississippi’de yüzde 23,8’ini ve Teksas’ta yüzde 23,1’ini kazandılar.
(5) İlginçtir, ABD Başkanı Woodrow Wilson, kadınların oy kullanma hakkını savunurken, federal memuriyet bürolarında siyahların ayrı yerlere konmasını istiyor ve Doğu Avrupalı göçmenlere karşı ırksal önyargılarını dile getirmekten çekinmiyordu. Losurdo, bunun muhafazakâr çevrelerdeki eğilimlerle ilgili olduğunu savunuyor: Kadınlara oy hakkı verilmesi, toplumsal ve etnik grupların kurtuluşçu hareketlerine karşı bir ağırlık olarak görülüyordu. Muhafazakâr Disraeli’nin de seçme hakkını genişleten siyasetçi olması ironik sayılmamalı: “Toplumsal sorun”un, yani işçi sınıfı hareketinin ve devrim paniğinin bastırılması için, Britanya’da “iki ulus”tan biri olarak ezilen işçilere bir şeyler verilmesi gerekiyordu. Yine Lenin, İtalya’daki Giovanni Giolitti iktidarının Libya’da emperyalist savaşa girişirken işçilerin seçme hakkını kısmen vermesini de ironik buluyor ve Birinci Dünya Savaşı’nda da Alman Sosyal Demokratların devrimci çizgiye ihanet edip kendi devletlerini destekleyerek benzer bir beklenti içinde olduklarına işaret ediyordu.
(6) Yazarlar 19. yüzyıl boyunca Amerikan seçimlerine katılım oranlarının yüzde 69 ila 83 arasında değiştiğini aktarıyorlar. İç Savaş’ta bile, Güney bir kenara bırakılırsa, oran yüzde 76 idi.
(7) Eklemek gerek: Yazarlar, 19. yüzyılda seçimlere kitle katılımı artıran tribalist ve klientalist eğilimlerin, aynı zamanda sınıf savaşının yoğunluğunu da azalttığına işaret ediyorlar. Tocqueville de, Democracy in America [Amerika’da Demokrasi] kitabında, ABD’lilerin siyasi kurumları söz konusu olduğunda birinci sıraya dinin yazılması gerektiğini ileri sürüyordu. Kiliseler etrafında örgütlenin etno-dini Amerikan demokrasisi, oy verme davranışları söz konusu olduğunda da kitle katılımının önemli bir unsuruydu.
(8) Sırasıyla Onüçüncü, Ondördüncü ve Onbeşinci Maddeler köleliği kaldırmış, siyahları vatandaş olarak tanımış ve siyah erkeklerin oy kullanma hakkını garanti altına almıştır.
(9) Büyükbaba hükümleri, bir kişinin ancak atasının 1867’den önce seçmen olması halinde oy kullanabileceğini söylüyordu, fakat çoğu Afro-Amerikan vatandaşın ataları köleleştirilmişti ve anayasal olarak oy kullanmaya uygun değillerdi. Bir başka ayrımcı taktik de beyaz bir ilçe memuru tarafından uygulanan okuryazarlık testiydi.
(10) Jim Crow, hayali bir siyah karakterdi. Çalışmaktan kaçınması ve dans yeteneği ile güldürmek için tasarlanmış, tembel bir siyah stereotipi idi. Harriet Beecher Stowe’un yazdığı Tom Amca’nın Kulübesi kitabındaki siyah Tom Amca karakteri ise buna karşıt gibi görünse de, siyah devrimciler tarafından “beyazlara hizmet eden siyah” tipini anlatmak için, kötü anlamda kullanılmıştır. Örneğin caz efsanesi basçı Charles Mingus, bir başka caz efsanesi trompetçi Miles Davis’in popüler olmasını eleştirerek onu “Tom Amca gibi davranmakla” suçlamıştı. “Tom Amca gibi davranmak”, beyazları mutlu etmek için uğraşan siyahları kötülemek için kullanılan bir terimdi.
(11) ABD Yüksek Mahkemesinin ırk ayrımcılığı yasalarının, beyaz olmayanlar için sağlanan imkanlar beyazlarınkiyle eşit kalitede olduğu sürece ABD Anayasasını ihlal etmediğine hükmeden kararı; “ayrı ama eşit” olarak bilinen segregasyon doktrini.
Kaynaklar:
Bridgett A. King and Kathleen Hale (ed.), Why Don’t Americans Vote?, California: ABC-CLIO, 2016.
Domenico Losurdu, Democracy or Bonapartism: Two Centuries of War on Democracy, çev. David Broder, Verso, 2024.
Frances Fox Piven ve Richard A. Cloward, Why Americans Don’t Vote, New York: Pantheon, 1988.
F. F. Piven ve R. A Cloward, “Why Americans still don’t vote”, W. F. Grover & J. G. Peschek (Ed.), Voices of dissent: Critical readings in American politics içinde, New York, NY: Pearson Longman, 2006, s. 152-161.