Özellikle son zamanlarda uluslararası uzmanlar ve analistlerle katıldığım programlarda Ukrayna savaşında izlediği dikkatli/dengeli politikadan hareketle Türkiye’ye övgüler içeren sözleri oldukça sıklıkla duymaya başladım. Sürekli olarak Türkiye karşıtlığı yapanları bir tarafa bırakacak olursak, Amerikan basınının bile önemli bir kısmı Türkiye eleştirilerine ya belirli ölçülerde son/ara vermiş durumda ya da bu tavrını hatırı sayılır oranda azaltmış görünüyor. Veya eleştirilerinin içinde Türkiye’nin izlediği kendine özgü politikadan ve bunun hem Türkiye hem de Batı dünyası için sağladığı faydalardan bahsetmek zorunda kalıyorlar.
Bir yandan NATO ve Batılı ‘müttefikleri’ ile ilişkilerini istikrarlı bir şekilde sürdürürken öte yandan da bu ülkelerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlara katılmaması, Tahıl Anlaşması ve daha da önemlisi Amerikan ve Rusya dış istihbarat şeflerinin Ankara’da görüşmesine ortam hazırlaması gibi pek çok sonuç alıcı girişim Türkiye’nin politikasının başarısına işaret ediyor. Ukrayna savaşına giden haftalarda ve aylarda Ankara’nın geliştirdiği bu dikkatli ve dengeli politikanın esası ulusal çıkar temelli ve pragmatik karakterli olmasıdır. Her iki tarafa da eşit mesafede olmayı amaçlayan bu politika aslında güçlü taraf olan Moskova’ya daha fazla avantaj sağlıyor; ancak Batı dünyası ve özellikle NATO içerisinde alınan kararlarda Rusya’nın Ukrayna topraklarında yaptıklarını kınamaktan, Kiev’e kritik askeri malzeme temin etmeye ve Tahıl Anlaşması ile Ukrayna’nın hububatını satmasını sağlamaya kadar geniş bir yelpazede Ankara’nın yaptığı girişimler iki tarafı da memnun ediyor. Öyle ki, Rusya ile Ukrayna arasında giderek Amerika ve AB ülkelerinin de istediği bir uzlaşı arayışında Ankara’nın öncülük yapması ve başlangıçta sadece ‘kolaylaştırıcı’ olarak düşünülen bu rolün belki de taraflara barış planları sunmaya kadar gidecek bir ‘arabuluculuk’ şekline dönüşmesi bile oldukça muhtemel.
Türkiye bu politikadan her devlet gibi belirli oranlarda olumsuz etkilense de ciddi avantajlar temin etmiş durumda ve öyle görünüyor ki, bu pragmatik politika sayesinde daha fazla fayda temin edilmesi mümkün olacak. Örneğin şu ana kadar Rusya’dan alınan göreceli ucuz enerji sayesinde Türkiye’de sanayinin çarkları dönmeye devam ediyor. Özellikle Avrupa’da Rus petrol ve doğalgazını tüketmemek adına Amerika’dan ithal edilen oldukça pahalı LPG ve diğer ülkelerden alınan petrol yüzünden sanayi tesisleri ciddi alarm vermeye başladı. Hatta bazı sektörlerde üretim yapamayan tesisler ve markaların Türkiye’deki firmalarla fason üretim anlaşmaları yapma arayışı içinde olduklarını biliyoruz. Söz konusu ülkelerdeki sanayinin tasfiyesine kadar gidebilecek bu süreç dikkatle yönetilir ve cazip bir ortam sağlanırsa Avrupa’nın özellikle İtalya, Almanya, Fransa gibi ülkelerinden ciddi oranda sanayi yatırımının Türkiye’ye çekilmesi mümkün olabilir. Rusya ile uzlaşılan enerji merkezi projesinin belki de hububat konularında da genişletilmesi ve Türkiye’nin bu alanlarda sadece güzergâh ve alıcı/satıcı olmasının ötesinde daha kapsamlı ekonomik ve ticari roller üslenmesi olağanüstü yeni avantajlar sağlayabilir. Tüm bunlara, iki ülke arasında savunma sanayiinde de gelecek yıllarda yapılacak işbirliğini eklersek muazzam kazanımlardan söz etmek mümkün.
Türkiye’nin stratejik kazanımları da oldukça kapsamlı görünüyor. Örneğin Rusya ile yaşanan yakınlaşma ve Türkiye’nin yükselen profili sayesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Türk Devletleri Teşkilatı’na anayasal ismiyle gözlemci üye olarak alınması ilerde, Kıbrıs mücadelesi tarihinin dönüm noktalarından birisi olarak değerlendirilecektir. Rusya’nın bile KKTC’yi tanımaya eğilim gösterdiğinin ayrıca altını çizmekte yarar olduğuna şüphe yok. Türkiye ile yakınlaşırken, Amerika’nın uzak karakolu haline gelen Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkileri kökten bozulan Moskova’nın Kıbrıs sorununda bugüne kadar izlediği tek devletli Birleşik Kıbrıs politikasından uzaklaşarak iki devletli çözüm formülüne yaklaştığı pek çok açıdan gözlemlenebiliyor.
Çok kutupluluk
Bütün bunları mümkün kılan şeyin giderek şekillenen çok kutuplu dünya düzeni olduğuna şüphe yok. Amerika’nın liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine Rusya ve Çin’in yıllardır artan dozda yaptıkları itirazlar Ukrayna savaşı ile birlikte önlenemez yeni bir dönemin kapılarını açtı. Bir yandan Ukrayna’daki çatışmalar ve öte yandan medyada başlayan büyük enformasyon savaşı ile bir anda dünyayı çok kutupluluğa dönüştürmek isteyen başta Çin olmak üzere küresel güç yansıtma kabiliyetine sahip büyük güçler ve orta büyüklükteki devletlerle ABD merkezli tek kutupluluğu sürdürmek isteyenler arasındaki mücadele kıyasıya devam ediyor. Görünen o ki, artık çok kutuplu dünya düzenini engellemek pek mümkün değil. Savaşın başında Rusya’nın ekonomik yaptırımlarla dize getirileceğini zanneden ABD ve Avrupa’nın giderek müzakereler yoluyla soruna bir çare bulunmasından yana tavır almaları ve Zelenski’yi Putin ile görüşmeye – muhtemelen ön şartsız – teşvik ettiklerine dair Amerikan basınına sızan bilgiler bir manada çok kutupluluğun dolaylı olarak kabul edilmesi olarak yorumlanabilir. Her ne kadar Ukrayna’daki savaş henüz sona ermemiş ve savaşın şiddetinin artması ihtimali hala yüksek olsa da önemli olan buradaki askeri çatışmaların Amerika ve Kolektif Batı’nın istediği doğrultuda bitmesi ihtimalinin neredeyse olmadığı gerçeğidir.
Bu gerçek bir şekilde Rusya’nın güvenlik endişelerinin Kolektif Batı tarafından bir noktadan itibaren değerlendirilmek zorunda olduğunu da ortaya koyuyor. Öte yandan Amerika ve müttefiklerinin Tayvan üzerinden Çin ile bir vekalet savaşına girişmeleri her zaman mümkün gibi görünmekle birlikte bunun nasıl ve ne zaman başlatılacağı kolayca planlanamayacak kadar karmaşık görünüyor. Tayvan halkının Çin ile belirli bir statü içerisinde birleşmek veya bağımsızlık için Pekin’e karşı savaşmak seçeneklerinden hangisine yatkın olduğunu tahmin etmek ve yıllar içinde bunun nasıl evrileceğini öngörmek pek kolay değil. Örneğin geçtiğimiz günlerde yapılan yerel seçimler bağımsızlık yanlısı siyasal parti ve liderin ciddi kayıplara uğradığını gösterdi. Ayrıca ABD ile Avrupa arasında bugünlerde fitili ateşlenen ticaret savaşlarının ABD’nin Amerika’da üretilen mallara uygulamaya başlayacağı sübvansiyonlar, vergi indirimleri ve diğer teşviklerle hızlanmasının kaçınılmaz bir şekilde şiddetleneceği söylenebilir. Dolayısıyla müttefiklerini yanında tutmakta zorlanan özellikle de Almanya, Fransa, İtalya gibi sanayi devleri ile Amerika her konuda uzun soluklu dayanışmadan uzaklaşabilirler. Kaldı ki, Kolektif Batı birlikteliğini ağır aksak da olsa sürdürse bile dünyanın çok kutuplu hale dönüşmesini engelleyemez durumda.
Türkiye ve çok kutupluluk
Çok kutuplu dünya düzeni iyi yönetildiği takdirde Türkiye’ye geniş çaplı avantajlar sağlayacaktır. Ukrayna savaşından bu yana izlenen politika sürdürüldüğü takdirde Türkiye’nin hem NATO üyeliği üzerinden Batı ile ilişkilerini ‘çok kutuplu düzene uygun bir normal’ üzerinden sürdürmesi hem de Rusya ve Çin başta olmak üzere geniş Asya ile çok kapsamlı ekonomik/ticari ve hatta savunma sanayi ilişkileri geliştirmesi mümkün görünüyor. Türkiye’nin coğrafyasının ve devlet aklının sağladığı avantajlar bütün bunların mümkün olabileceğini özellikle son bir yıl içerisinde göstermiş durumda. Bu arada 2020 yılının sonlarından itibaren bölge ülkeleriyle ilişkilerde ciddi sorunlara yol açan ideolojik/duygusal içeriklerin dış politikadan arındırılarak yerine ulusal çıkar esaslı pragmatizmin getirilmesinin Ankara’ya ilave fırsatlar sağladığına da hiç şüphe yok. İsrail ile normalleşmenin ardından Mısır ve Suriye nezdinde atılan benzeri adımlar Türkiye’yi hem İsrail hem İran veya hem Rusya hem de Batı dünyası ile çıkara dayalı yakın ilişkiler kurabilen bir ülke haline getirmiştir.
Dünya siyasi ve askeri tarihi açısından en yaygın olarak gördüğümüz çok kutupluluk – iki kutupluluk ve tek kutupluluk istisnai dönemler -her ne kadar muazzam faydalar getirecek gibi görünse de bu sürecin büyük gerginlikler hatta geniş çaplı çatışmalar ve vekalet savaşları yaşanmadan şekillenmesi de pek mümkün olmayabilir. Türkiye tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi gerginliklerin ve çatışmaların doğrudan tarafı olmadan ekonomik, askeri ve ticari avantajlar elde etmeye çalışan dengeli ve dikkatli bir politika izler ve savunma sanayi atılımlarını sürdürürse bu sancılı dönemde oldukça büyük kazanımlar elde ederek çok kutuplu dünyanın orta büyüklükte ve birden fazla bölgede güç yansıtma potansiyeli olan bir gücü olarak yerini alabilir.
Prof. Dr. Hasan Ünal, Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.