Görüş
Ankara’nın denge ve dikkat özeni

Özellikle son zamanlarda uluslararası uzmanlar ve analistlerle katıldığım programlarda Ukrayna savaşında izlediği dikkatli/dengeli politikadan hareketle Türkiye’ye övgüler içeren sözleri oldukça sıklıkla duymaya başladım. Sürekli olarak Türkiye karşıtlığı yapanları bir tarafa bırakacak olursak, Amerikan basınının bile önemli bir kısmı Türkiye eleştirilerine ya belirli ölçülerde son/ara vermiş durumda ya da bu tavrını hatırı sayılır oranda azaltmış görünüyor. Veya eleştirilerinin içinde Türkiye’nin izlediği kendine özgü politikadan ve bunun hem Türkiye hem de Batı dünyası için sağladığı faydalardan bahsetmek zorunda kalıyorlar.
Bir yandan NATO ve Batılı ‘müttefikleri’ ile ilişkilerini istikrarlı bir şekilde sürdürürken öte yandan da bu ülkelerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlara katılmaması, Tahıl Anlaşması ve daha da önemlisi Amerikan ve Rusya dış istihbarat şeflerinin Ankara’da görüşmesine ortam hazırlaması gibi pek çok sonuç alıcı girişim Türkiye’nin politikasının başarısına işaret ediyor. Ukrayna savaşına giden haftalarda ve aylarda Ankara’nın geliştirdiği bu dikkatli ve dengeli politikanın esası ulusal çıkar temelli ve pragmatik karakterli olmasıdır. Her iki tarafa da eşit mesafede olmayı amaçlayan bu politika aslında güçlü taraf olan Moskova’ya daha fazla avantaj sağlıyor; ancak Batı dünyası ve özellikle NATO içerisinde alınan kararlarda Rusya’nın Ukrayna topraklarında yaptıklarını kınamaktan, Kiev’e kritik askeri malzeme temin etmeye ve Tahıl Anlaşması ile Ukrayna’nın hububatını satmasını sağlamaya kadar geniş bir yelpazede Ankara’nın yaptığı girişimler iki tarafı da memnun ediyor. Öyle ki, Rusya ile Ukrayna arasında giderek Amerika ve AB ülkelerinin de istediği bir uzlaşı arayışında Ankara’nın öncülük yapması ve başlangıçta sadece ‘kolaylaştırıcı’ olarak düşünülen bu rolün belki de taraflara barış planları sunmaya kadar gidecek bir ‘arabuluculuk’ şekline dönüşmesi bile oldukça muhtemel.
Türkiye bu politikadan her devlet gibi belirli oranlarda olumsuz etkilense de ciddi avantajlar temin etmiş durumda ve öyle görünüyor ki, bu pragmatik politika sayesinde daha fazla fayda temin edilmesi mümkün olacak. Örneğin şu ana kadar Rusya’dan alınan göreceli ucuz enerji sayesinde Türkiye’de sanayinin çarkları dönmeye devam ediyor. Özellikle Avrupa’da Rus petrol ve doğalgazını tüketmemek adına Amerika’dan ithal edilen oldukça pahalı LPG ve diğer ülkelerden alınan petrol yüzünden sanayi tesisleri ciddi alarm vermeye başladı. Hatta bazı sektörlerde üretim yapamayan tesisler ve markaların Türkiye’deki firmalarla fason üretim anlaşmaları yapma arayışı içinde olduklarını biliyoruz. Söz konusu ülkelerdeki sanayinin tasfiyesine kadar gidebilecek bu süreç dikkatle yönetilir ve cazip bir ortam sağlanırsa Avrupa’nın özellikle İtalya, Almanya, Fransa gibi ülkelerinden ciddi oranda sanayi yatırımının Türkiye’ye çekilmesi mümkün olabilir. Rusya ile uzlaşılan enerji merkezi projesinin belki de hububat konularında da genişletilmesi ve Türkiye’nin bu alanlarda sadece güzergâh ve alıcı/satıcı olmasının ötesinde daha kapsamlı ekonomik ve ticari roller üslenmesi olağanüstü yeni avantajlar sağlayabilir. Tüm bunlara, iki ülke arasında savunma sanayiinde de gelecek yıllarda yapılacak işbirliğini eklersek muazzam kazanımlardan söz etmek mümkün.
Türkiye’nin stratejik kazanımları da oldukça kapsamlı görünüyor. Örneğin Rusya ile yaşanan yakınlaşma ve Türkiye’nin yükselen profili sayesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Türk Devletleri Teşkilatı’na anayasal ismiyle gözlemci üye olarak alınması ilerde, Kıbrıs mücadelesi tarihinin dönüm noktalarından birisi olarak değerlendirilecektir. Rusya’nın bile KKTC’yi tanımaya eğilim gösterdiğinin ayrıca altını çizmekte yarar olduğuna şüphe yok. Türkiye ile yakınlaşırken, Amerika’nın uzak karakolu haline gelen Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkileri kökten bozulan Moskova’nın Kıbrıs sorununda bugüne kadar izlediği tek devletli Birleşik Kıbrıs politikasından uzaklaşarak iki devletli çözüm formülüne yaklaştığı pek çok açıdan gözlemlenebiliyor.
Çok kutupluluk
Bütün bunları mümkün kılan şeyin giderek şekillenen çok kutuplu dünya düzeni olduğuna şüphe yok. Amerika’nın liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine Rusya ve Çin’in yıllardır artan dozda yaptıkları itirazlar Ukrayna savaşı ile birlikte önlenemez yeni bir dönemin kapılarını açtı. Bir yandan Ukrayna’daki çatışmalar ve öte yandan medyada başlayan büyük enformasyon savaşı ile bir anda dünyayı çok kutupluluğa dönüştürmek isteyen başta Çin olmak üzere küresel güç yansıtma kabiliyetine sahip büyük güçler ve orta büyüklükteki devletlerle ABD merkezli tek kutupluluğu sürdürmek isteyenler arasındaki mücadele kıyasıya devam ediyor. Görünen o ki, artık çok kutuplu dünya düzenini engellemek pek mümkün değil. Savaşın başında Rusya’nın ekonomik yaptırımlarla dize getirileceğini zanneden ABD ve Avrupa’nın giderek müzakereler yoluyla soruna bir çare bulunmasından yana tavır almaları ve Zelenski’yi Putin ile görüşmeye – muhtemelen ön şartsız – teşvik ettiklerine dair Amerikan basınına sızan bilgiler bir manada çok kutupluluğun dolaylı olarak kabul edilmesi olarak yorumlanabilir. Her ne kadar Ukrayna’daki savaş henüz sona ermemiş ve savaşın şiddetinin artması ihtimali hala yüksek olsa da önemli olan buradaki askeri çatışmaların Amerika ve Kolektif Batı’nın istediği doğrultuda bitmesi ihtimalinin neredeyse olmadığı gerçeğidir.
Bu gerçek bir şekilde Rusya’nın güvenlik endişelerinin Kolektif Batı tarafından bir noktadan itibaren değerlendirilmek zorunda olduğunu da ortaya koyuyor. Öte yandan Amerika ve müttefiklerinin Tayvan üzerinden Çin ile bir vekalet savaşına girişmeleri her zaman mümkün gibi görünmekle birlikte bunun nasıl ve ne zaman başlatılacağı kolayca planlanamayacak kadar karmaşık görünüyor. Tayvan halkının Çin ile belirli bir statü içerisinde birleşmek veya bağımsızlık için Pekin’e karşı savaşmak seçeneklerinden hangisine yatkın olduğunu tahmin etmek ve yıllar içinde bunun nasıl evrileceğini öngörmek pek kolay değil. Örneğin geçtiğimiz günlerde yapılan yerel seçimler bağımsızlık yanlısı siyasal parti ve liderin ciddi kayıplara uğradığını gösterdi. Ayrıca ABD ile Avrupa arasında bugünlerde fitili ateşlenen ticaret savaşlarının ABD’nin Amerika’da üretilen mallara uygulamaya başlayacağı sübvansiyonlar, vergi indirimleri ve diğer teşviklerle hızlanmasının kaçınılmaz bir şekilde şiddetleneceği söylenebilir. Dolayısıyla müttefiklerini yanında tutmakta zorlanan özellikle de Almanya, Fransa, İtalya gibi sanayi devleri ile Amerika her konuda uzun soluklu dayanışmadan uzaklaşabilirler. Kaldı ki, Kolektif Batı birlikteliğini ağır aksak da olsa sürdürse bile dünyanın çok kutuplu hale dönüşmesini engelleyemez durumda.
Türkiye ve çok kutupluluk
Çok kutuplu dünya düzeni iyi yönetildiği takdirde Türkiye’ye geniş çaplı avantajlar sağlayacaktır. Ukrayna savaşından bu yana izlenen politika sürdürüldüğü takdirde Türkiye’nin hem NATO üyeliği üzerinden Batı ile ilişkilerini ‘çok kutuplu düzene uygun bir normal’ üzerinden sürdürmesi hem de Rusya ve Çin başta olmak üzere geniş Asya ile çok kapsamlı ekonomik/ticari ve hatta savunma sanayi ilişkileri geliştirmesi mümkün görünüyor. Türkiye’nin coğrafyasının ve devlet aklının sağladığı avantajlar bütün bunların mümkün olabileceğini özellikle son bir yıl içerisinde göstermiş durumda. Bu arada 2020 yılının sonlarından itibaren bölge ülkeleriyle ilişkilerde ciddi sorunlara yol açan ideolojik/duygusal içeriklerin dış politikadan arındırılarak yerine ulusal çıkar esaslı pragmatizmin getirilmesinin Ankara’ya ilave fırsatlar sağladığına da hiç şüphe yok. İsrail ile normalleşmenin ardından Mısır ve Suriye nezdinde atılan benzeri adımlar Türkiye’yi hem İsrail hem İran veya hem Rusya hem de Batı dünyası ile çıkara dayalı yakın ilişkiler kurabilen bir ülke haline getirmiştir.
Dünya siyasi ve askeri tarihi açısından en yaygın olarak gördüğümüz çok kutupluluk – iki kutupluluk ve tek kutupluluk istisnai dönemler -her ne kadar muazzam faydalar getirecek gibi görünse de bu sürecin büyük gerginlikler hatta geniş çaplı çatışmalar ve vekalet savaşları yaşanmadan şekillenmesi de pek mümkün olmayabilir. Türkiye tıpkı Ukrayna savaşında olduğu gibi gerginliklerin ve çatışmaların doğrudan tarafı olmadan ekonomik, askeri ve ticari avantajlar elde etmeye çalışan dengeli ve dikkatli bir politika izler ve savunma sanayi atılımlarını sürdürürse bu sancılı dönemde oldukça büyük kazanımlar elde ederek çok kutuplu dünyanın orta büyüklükte ve birden fazla bölgede güç yansıtma potansiyeli olan bir gücü olarak yerini alabilir.
Prof. Dr. Hasan Ünal, Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.
Görüş
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas

Hamas, Filistin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında duruyor; bu nokta, Gazze’deki saldırganlığın ve soykırım savaşının yıkımının ötesine geçiyor. Bu dönem, süreklilik, Hamas’ın Filistin ulusal arenasındaki rolü ve bölgesel ile uluslararası çatışma dinamiklerindeki önemli değişimler ışığında ulusal eylemin yeniden tanımlanması gibi varoluşsal soruları gündeme getiriyor.
Aksa Tufanı operasyonu, İsrail bilincinde derin bir şok yarattı. Bu şok, aşırı Siyonist sağ tarafından tüm Filistin halkını hedef alan sıfır toplamlı bir savaşı meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı zamanda, Filistin ulusal projesini tehdit eden derin yapısal ve siyasi zorlukları da gün yüzüne çıkardı. Bunlar arasında, artık elit çevreleri aşan ve Filistin toplumunun çekirdeğine dokunan derinleşen siyasi bölünme yer alıyor. Bu bölünme, Gazze’deki savaşın kapsamlı doğası ve taban hareketleri üzerinde ağırlaşan jeopolitik kısıtlamalar tarafından körükleniyor.
Bu krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, muhtemelen resmi Filistin kurumlarının zayıflamasından bile önce başlayan, Filistinli grupları etkileyen kurumsal bozulmadır. Bu durum, hem siyasi çabaları hem de direnişi bütünleştiren, böylece meşruiyet ile silahlı mücadele arasındaki zararlı ayrımı kapatan birleşik bir ulusal strateji oluşturabilecek kolektif siyasi vizyonun yokluğuna yol açtı.
Mevcut olaylar artık basitçe Hamas’ı kökünden sökme savaşı veya askeri kapasitesini azaltma kampanyası olarak çerçevelenemez. Askeri araçların daha geniş çatışma dinamiklerini değiştirme veya İsrail saldırganlığını dizginleme konusundaki sınırlılıkları açıkça ortaya çıktı. Bu araçların, Filistin halkını ve davasını yok etmekle tehdit eden kesin bir çözümü zorlama yönündeki İsrail çabalarını durdurmada etkisiz olduğu kanıtlandı.
Bugün savaş, giderek artan şekilde düşmanlıkları uzatmak ve Filistin coğrafyasını parçalama, demografik birliği dağıtma ve ulusal kimliği baltalama yönündeki İsrail planlarını uygulamak için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu durum, İsrail’in aldatıcı taktiklerini ortaya çıkaran esir takası dosyası etrafındaki müzakerelerin manipülasyonunda özellikle belirgin.
Dahası, bu anı uzun süredir devam eden mücadelenin “basit anlamda bir başka safhası” olarak görmek artık kabul edilemez. Filistin halkının katlandığı muazzam insani ve siyasi maliyetler, savaşın belirgin bir sonunun olmamasıyla birleştiğinde, bunu benzeri görülmemiş ve belirleyici bir an hâline getiriyor. Bu, mevcut tüm strateji ve araçların kapsamlı bir ulusal düzeyde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Tek başına direnişten kapsamlı ulusal ortaklığa
Deneyimler, direnişin hem meşru hem de gerekli olmasına rağmen, kapsamlı bir ulusal projenin yerini alamayacağını gösterdi. Ne de ulusal ortaklık çerçevesi dışında veya tek taraflı karar alma yoluyla etkili bir şekilde yürütülebilir. Bu ilke, diğer ulusal güçleri dışlayan tek bir grubun hakim olduğu siyasi süreçler için de eşit derecede geçerli.
Gereken şey, çatışmanın kültürel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki karmaşıklığını ele alan birleşik bir yaklaşım. Bu, karar almada tam ulusal ortaklığı, bölgesel gerçeklerin, uluslararası bağlamların dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini ve güç ile kaynaklar dengesinin hassas bir şekilde ölçülmesini gerektirir.
Sahadaki önemli etkisi ve halk desteği göz önüne alındığında, Hamas’ın aşağıdakileri içeren çok düzeyli bir stratejik dönüşümü benimsemesi gerekiyor:
1) Kolektif liderliğe geçiş
Hamas, bireysel bir direniş modelinden birleşik bir ulusal çerçeve içinde kolektif liderliğe geçmeli. Bu, Filistin siyasetini entegrasyon ve ortaklık temelinde yeniden kuracaktır. Hamas, ulusal meşruiyete bağlı kalmalı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile uyumlu olmalı ve ya FKÖ Yürütme Komitesi’ndeki temsiliyeti aracılığıyla ya da Filistin Ulusal Konseyi için demokratik seçimlere giden bir geçiş döneminde uzlaşıya dayalı figürleri destekleyerek politika oluşturmaya doğrudan katkıda bulunmalı.
2) Siyasi ve örgütsel yenilenme
Hamas’ın, yapıcı tarafsızlığa dayalı bölgesel ilişkileri geliştiren dengeli bir dış politika aracılığıyla kendisini siyasi olarak yeniden konumlandırması gerekiyor. Bu, Filistin davasının hizmetinde Arap ulusal güvenliğine bağlılığı ve dış bağımlılığın net bir şekilde reddedilmesini içerir.
3) Uluslararası hukukun benimsenmesi
Uluslararası hukuk, Filistin ulusal çıkarlarını ilerletmek için siyasi referans noktası olarak hizmet etmeli. Bu ilke, Hamas’ın 2017 tarihli siyasi belgesinde açıkça belirtilmişti; belge, Kudüs’ün başkent olduğu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını içeren 4 Haziran 1967 sınırları boyunca bağımsız bir Filistin devletini onaylıyordu. Bu, Filistinliler arasındaki asgari fikir birliğini temsil etmekte ve barışın önündeki temel engel olarak İsrail işgalini tanımlıyor.
4) Şeffaflık ve hesap verebilirlik
Hamas, daha şeffaf ve katılımcı bir siyasi yaklaşım benimsemeli ve geçmişteki yanlış değerlendirmeler veya kasıtsız ihlaller için sorumluluk almaya hazır olduğunu göstermeli.
Filistin direncini, siyasi ufku olmayan, uzun süreli, amaçsız bir mücadelede tüketmeye devam etmek, Filistin davasını hem bölgesel hem de küresel olarak zayıflatma riski taşıyor. Bu durum, özellikle bölgesel ve uluslararası gerilimin artışı ve yabancı güçlerin Filistin ulusal karar alma mekanizmasını devre dışı bırakarak Gazze’nin geleceğini şekillendirme çabaları devam ederken, gerçek ulusal kazanımlar için fırsatları azaltıyor.
Bu gerçeklik, direniş araçlarının genişletilmesini, Filistin’in bölgesel ve uluslararası arenalardaki etkisinin güçlendirilmesini, kurumsal kapasitenin artırılmasını ve halk, hukuk ve diplomatik stratejileri içerecek şekilde direniş yöntemlerinin çeşitlendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca Gazze meselesinin uluslararasılaştırılması ve siyasi ile medya baskısının sürdürülmesi çağrısında bulunuyor.
Aynı zamanda, ivme kazandıran, kayıpları sınırlayan ve bu kritik dönüm noktasında Filistin ulusal projesini yeniden canlandıran kapsamlı bir ulusal yaklaşımla işgale karşı siyasi cepheleşmeyi harekete geçirmek esastır.
Savaştan çıkış seçenekleri ve yolları
Bu zorluklar ışığında, dört birbiriyle bağlantılı yol, Hamas’ın ve daha geniş anlamda Filistin ulusal hareketinin mevcut savaştan çıkıp yenilenmiş bir ulusal ufka doğru ilerlemesine yardımcı olabilir:
1) Kapsayıcı, koşulsuz ulusal diyalog başlatmak
Tüm ulusal ve İslami güçler, hizipsel bölünmeleri aşan bir diyalogda bir araya getirilmeli. Amaç, aşağıdakileri içeren yeni bir ulusal fikir birliği oluşturmak:
— Tek taraflı savaşı sona erdirmek için acil, birleşik bir Filistin planı geliştirmek.
— “Ertesi gün” zorluklarını uyumlu ulusal yanıtlarla ele almak.
— Pekin’in önerdiği acil teknokrat hükümet veya Kahire’de tartışılan toplumsal destek komitesi önerileri gibi girişimleri değerlendirmek.
— Bu adımlardan önce Hamas’ın Gazze’nin idari sorumluluklarından çekildiğini beyan etmesi.
— Filistin ulusal projesinin doğası ve mekanizmaları üzerinde anlaşmak, silahlı direnişin rolünü açıkça destekleyici olarak tanımlamak; bütünleyici bir parça, ancak siyasi bir alternatif değil.
2) Tek müzakere organı olarak FKÖ’yü güçlendirmek
FKÖ, Filistinliler için tek meşru ve kapsamlı siyasi çerçeve olarak yeniden teyit edilmeli. Aşağıdakileri talep eden net bir vizyonla müzakerelere liderlik etmeli:
— Savaşın derhal sona ermesi.
— Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması.
— Kalıcı bir ateşkes.
— Yeniden inşa için uluslararası garantiler.
— Filistin halkının devredilemez ulusal haklarına dayalı gerçek bir siyasi süreç.
3) Bölgesel ve uluslararası çabalara dahil olmak
Hamas ve daha geniş Filistin liderliği, savaşı durdurmayı amaçlayan bölgesel ve uluslararası çabalara katılmalı. Bunlar şunları içeriyor:
— Trump yönetimi altında önerilen yerinden etme planlarının reddedilmesi.
— Mısır-Arap girişimine aktif katılım.
— İki devletli çözümü destekleyen Suudi liderliğindeki uluslararası koalisyonlarla uyum.
— Filistinlilerin birleşik, dengeli ve uluslararası destekli bir müzakere pozisyonuna sahip olmasını sağlamak için Arap-İslam zirvesinin yedi üyeli komitesiyle etkileşim.
Sonuç olarak, bu an tereddüte veya siyasi manevralara yer bırakmıyor. Ya Gazze’nin yaralı kalbinden yeniden inşa edilen Filistin ulusal projesinin anlamlı bir dönüşümü için bir dönüm noktası olacak ya da mevcut çıkmaza yol açan kusurlu yapıları sürdürecektir.
Sahadaki gücü ve siyasi kapasitesi göz önüne alındığında, Hamas şimdi sadece bir direniş grubu olarak değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihi ve devredilemez haklarını elde etmeye adanmış kolektif bir ulusal liderliğin hayati bir parçası olarak rolünü yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsatla karşı karşıya.
Diplomasi
Çok kutuplu dünyada Bandung Ruhu’nu yeniden değerlendirmek

Fang Xuting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Araştırma Görevlisi
Çin diplomatik söylemini nasıl ifade ediyor?
18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesi ile bölgesinden hükümet heyetleri, tarihi Asya-Afrika Konferansı için Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya geldi. Bandung Konferansı’nın 70. yıl dönümünde, “Küresel Güney”in yükselişi ve geleneksel uluslararası güç dinamiklerinin yeniden yapılandığı, hızla dönüşen küresel düzenin arka planında, konferansın anısını ve kalıcı “Bandung Ruhu”nu yeniden ziyaret etmek yeni stratejik önem kazanıyor. Günümüz Çin’i için bu durum, çok taraflı diplomasiyi ilerletme, Güney-Güney işbirliğini derinleştirme ve uluslararası düzenin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunma açısından taze değer sunuyor.
Bandung Konferansı’nın tarihsel bağlamı
1950’lerde, Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği liderliğindeki iki ideolojik blok, Üçüncü Dünya’da nüfuz için giderek daha fazla rekabet ediyordu. Asya ve Afrika’da yeni ortaya çıkan devletlerin liderleri kendi kaderlerini tayin hakkını ararken, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı hareketler ivme kazandı. Sömürge sistemi çözülmeye başladı. Asya ve Afrika’daki bağımsız uluslar, uluslararası ilişkilerde tarafsızlıklarını savunmada daha cesur hale geldi ve 1950’lerin başlarında Birleşmiş Milletler forumlarında giderek daha aktif rol aldı. Örneğin Hindistan, defalarca Asya ve Arap ülkeleri adına konuşarak Kore Savaşı’nda ateşkes ve barışçıl çözüm çağrısında bulundu. Amerikan askeri politikasını açıkça eleştirdi ve güç siyasetinden korkmadığını gösterdi.
1954 sonlarında düzenlenen Bogor Konferansı’nda beş ülke —Hindistan, Endonezya, Burma (şimdiki Myanmar), Seylan (şimdiki Sri Lanka) ve Pakistan— 1955’te ilk Asya-Afrika Konferansı’nı resmen başlatmak üzere ortak bildiri yayınladı. “Bağımsız hükümetler” ilkesine dayanarak, Çin dahil otuz ülke konferansa katılmaya davet edildi.
Çin’in diplomatik geçişi açısından bakıldığında, Bandung Konferansı, yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin devrimci dış politikadan uzaklaşıp devlet diplomasisine dayalı politikaya yöneldiği önemli anı temsil ediyordu. Bu, ikili Soğuk Savaş hizipleşmesinden barış içinde birlikte yaşamaya dayalı bağımsız dış politikaya geçişi simgeliyordu. Aslında, konferanstan önce bile —özellikle Kore Savaşı’ndan (1950–1953) sonra— Çin, Asyalı ve Afrikalı komşularına daha barışçıl imaj sunmak için dış politikasını yumuşatma eğilimi göstermişti.
Çin’in Kore Savaşı’na katılımı daha geniş çatışmanın sadece parçası olsa da, rolü askeri açıdan belirleyiciydi. Savaşın sonuçları, Asya’daki sosyalist hareketlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin seyrini kayda değer ölçüde etkiledi. Hem Asya’da hem de Avrupa’da sosyalist devletlerin ortaya çıkışı, Batılı güçlere karşı jeopolitik denge sağladı. Uzun süre, Doğu ile Batı arasındaki iki kutuplu çatışma stratejik dengeyi korudu, zira Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki Batılı güçler artık sadece Avrupa’daki sosyalist blokla değil, hem Avrupa hem de Asya’daki sosyalist ülkeler ittifakıyla karşı karşıyaydı.
Dahası, savaş, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Çin ile büyük Batılı güç arasındaki ilk doğrudan askeri çatışmaya işaret ediyordu. Azimli mücadeleyle Çin, Amerika Birleşik Devletleri’ni müzakere masasına dönmeye zorladı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni krizden kurtardı, kendi ulusal sınırlarını savundu, Çin-Sovyet ittifakını pekiştirdi ve uluslararası konumunu yükseltti. Çin, savaşın haklı gerekçesini —”ABD saldırganlığına direnmek ve Kore’ye yardım etmek; vatanı korumak”— vurguladı ve anlatısını küresel anti-emperyalist mücadelelerle ilişkilendirerek, yeni ortaya çıkan Asya ve Afrika uluslarının sömürgecilik karşıtı özlemleriyle güçlü yankı uyandırdı. Bu retorik ve ideolojik uyumlar, Çin’in Üçüncü Dünya ile dayanışması için sağlam temel oluşturdu.
Son olarak, Çin’in Kore Savaşı sırasındaki Panmunjom müzakereleri de dahil olmak üzere diplomatik ve askeri angajmanı, Batı ile ilişkilerde değerli deneyim sağladı; bu deneyim daha sonra Çu Enlay’ın Bandung Konferansı’ndaki diplomatik başarısında etkili olacaktı.
18 Nisan 1955’te Bandung Konferansı resmen başladı. 24 Nisan akşamına gelindiğinde, son genel kurul oturumu, tarihte 29 Asya ve Afrika ülkesi tarafından topluca yayınlanan ilk ortak bildiri olan Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’ni oybirliğiyle kabul etti. Bildiri, sömürgecilik karşıtlığı ve ulusal bağımsızlıkla ilgili konuları ele alan Bandung’un On İlkesi’ni içeriyor, küresel barış ve işbirliğini teşvik eden kararları benimsiyor ve Asya ve Afrika halklarının saldırganlığa karşı çıkma ve dünya barışını koruma yönündeki ortak özlemini yeniden teyit ediyordu.
Bandung Ruhu’nun tarihsel değeri ve Çin’in katkıları
Bandung Konferansı, zamanının en geniş coğrafi alanı ve nüfusu kapsayan, en büyük ve en temsili kıtalararası zirvesiydi. Asya ve Afrika uluslarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çıkma, ulusal bağımsızlığı koruma ve barış ile kalkınmayı teşvik etme yönündeki kolektif iradesini somutlaştırdı. Bandung Ruhu —farklılıkları koruyarak ortak zemin arama, barış içinde birlikte yaşama, dayanışma, işbirliği ve ortak mücadele— o zamandan beri dünya tarihinde değerli entelektüel miras haline geldi. Gelişmekte olan ülkelerin daha sonra uluslararası ilişkilere yaklaşımını derinden etkiledi. Sadık destekçi ve aktif katılımcı olarak Çin, Çin bilgeliğini ve diplomatik deneyimini sunarak Bandung Ruhu’nun oluşumuna önemli katkıda bulundu.
1) Çin’in barış içinde birlikte yaşamanın beş ilkesinin entegrasyonu
Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’nin sonuç bölümü, Çin’in önerisi üzerine oybirliğiyle kabul edilen dünya barışını ve işbirliğini teşvik etme beyanını içeriyordu. Bu beyan, temel insan haklarına ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine saygı, tüm ulusların egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, büyük ya da küçük tüm ırkların ve ulusların eşitliğinin tanınması ve diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme gibi uluslararası ilişkilerin yürütülmesine yönelik on ilkeyi ana hatlarıyla belirtiyordu. Bandung’un On İlkesi, Çu Enlay’ın Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nin tüm unsurlarını tam olarak içeriyor ve bunları daha da geliştiriyordu.
2) Çin’in tutarlı anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı duruşu
Çin liderliği, 1950’lerin “savaş ve devrim” ile karakterize edilen tarihsel bağlamını yansıtarak, yeni kurulan Halk Cumhuriyeti’ni sömürgeci saldırıya uğramış ve ulusal bağımsızlığını kazanmış sosyalist ulus olarak tanımladı. Bu kimlik, Bandung dönemindeki dış politikasına rehberlik etti. Konferansa giden toplantılarda Çu Enlay, kapitalist blok içindeki ülkelerin tipolojisini ortaya koyarak, Çin’in Amerika Birleşik Devletleri’ni izole etmesi, ara devletleri kazanması ve en çok ezilen uluslarla birleşmesi gerektiğini savundu. Buna göre, Çin’in Bandung Konferansı’na katılmaktaki temel amacı, uluslararası izolasyonunu kırmak ve Asya ile Afrika’daki ulusal kurtuluş için verilen haklı mücadeleyi tam olarak desteklemekti; böylece Bandung Ruhu’nun şekillenmesinde temel rol oynadı.
3) Çin’in “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” diplomatik yaklaşımını tanıtması
Katılımcı ülkelerin farklı ideolojik yönelimleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile müttefiklerinin öncülüğündeki anti-komünist propaganda göz önüne alındığında, pek çok heyet Çin’e karşı temkinliydi. Hatta bazıları hem sömürgeciliğin hem de komünizmin kınanması gerektiğini savundu. Bu zorlukla karşı karşıya kalan Çu Enlay, uzlaşmacı ve kapsayıcı yanıt verdi: “Aramızda anlaşmazlıklar var, ancak bu tür farklılıkları kabul etmek, kendi başına bir anlaşma biçimidir”. Çin, suçlamalara yanıt olarak devrimci veya ideolojik retorikten kaçınarak bilinçli olarak “tartışmasız” yaklaşım benimsedi. Bu, konferansın sorunsuz ilerlemesini sağladı.
Konferans sırasında Çin, farklılıkları koruyarak ortak zemin arama ilkesine bağlı kaldı ve Endonezya ile Çifte Vatandaşlık Anlaşması’nı imzaladı. Endonezya Dışişleri Bakanı Sunario, anlaşmayı “iki Asya ülkesi arasında iyi niyet ve hoşgörü ruhu içinde” varılan anlaşma olarak övdü; ona göre bu ruh, Bandung Konferansı’nın kendisine de rehberlik etmişti.
Bandung Ruhu’nun günümüzdeki önemi ve Çin tarafından miras alınması
Geçtiğimiz 70 yıl içinde küresel manzara derin dönüşümler geçirdi. Sömürge sistemi çöktü, iki kutuplu Soğuk Savaş çatışması geçmişte kaldı ve ekonomik küreselleşme derinleşti. Barış, kalkınma, işbirliği ve karşılıklı fayda, dönemin hakim temaları haline geldi. Fakat, uluslararası toplumdaki temel çelişkiler kökten değişmedi. Adaletsiz ve eşitsiz siyasi ve iktisadi düzen devam ediyor ve medeniyetler, ideolojiler, siyasi sistemler ve kalkınma modelleri arasındaki gerilimler varlığını sürdürüyor.
Şu anda küresel manzarayı üç temel özellik tanımlamaktadır. Birincisi, güvenlik alanında, büyük güç rekabeti, blok çatışması, bölgesel çatışmalar ve iç karışıklıklar birbirini etkileyip güçlendirerek uluslararası güvenlik düzenini şekillendiriyor. 2022’de Ukrayna krizinin patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu ve akademisyenlerin artan küresel istikrarsızlıkla işaretlenen “Soğuk Savaş sonrası sonrası dönem” olarak adlandırdığı dönemin başlangıcını işaret ediyor olabilir.
İkincisi, ideolojik alanda, Batı’nın “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısı, Küresel Güney’in “çoklu moderniteler” savunusuyla çatışıyor. Amerika Birleşik Devletleri değer temelli diplomasiyi ve Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi gibi dışlayıcı ittifakları teşvik ederken, Küresel Güney ülkeleri kalkınma haklarına ve egemen eşitliğe öncelik vererek ikili hizalanma mantığını reddediyor. Bu arada, sosyal medyadaki algoritmik güçlendirme enformasyon savaşını yoğunlaştırdı ve küresel kamuoyunu büyük güçlerin yumuşak güç rekabetinin yeni arenasına dönüştürdü.
Üçüncüsü, iktisadi alanda, Küresel Güney’in yükselişi ve yeni Güney-Güney işbirliği biçimlerinin ortaya çıkışı, küresel kalkınma manzarasını yeniden şekillendirdi. Geçmişle karşılaştırıldığında, güney ülkeleri artık daha fazla maddi kapasiteye, kalkınma deneyimine ve kurumsal platformlara sahip. Yapısal güçleri ciddi ölçüde arttı ve günümüzün küresel dönüşümlerinde giderek daha etkili roller oynamalarına olanak tanıdı.
Bandung Konferansı’na katılan ve Küresel Güney’in kilit liderlerinden biri olan Çin, giderek çok kutuplu hale gelen dünyada kendi diplomatik söylemini etkili şekilde ifade edebilmek için Bandung Ruhu’nu miras almalı ve yeni dönemin özellikleriyle uyumlu hale getirerek ilerletmeli.
1) Blok öatışmasını azaltmak için “barış içinde birlikte yaşama”yı kullanmak
Çin, Soğuk Savaş zihniyetine karşı çıkmaya ve güvenliğe yönelik “kapsamlı, işbirlikçi ve sürdürülebilir” yaklaşımı teşvik etmeye devam etmeli. Kavramsal düzeyde, Çin’in önerdiği Küresel Güvenlik Girişimi, Küresel Güney’in endişelerinin çoğuyla uyumlu. Bu nedenle, Küresel Güney Güvenlik Perspektifi oluşturmak için yol gösterici çerçeve işlevi görebilir. Pratikte Çin, Küresel Güney ülkeleri arasında hem ikili hem de çok taraflı diplomasiyi güçlendirmeli. İki tipik çok taraflılık biçimi ortaya çıktı:
Birincisi, BRICS’in tipik örnek olduğu büyük Küresel Güney güçleri arasında çok taraflı işbirliği. Yoğunlaşan büyük güç rekabeti bağlamında, BRICS’in genişlemesi —özellikle Orta Doğu devletlerinin dahil edilmesi— mekanizmanın güvenlik yönetişiminde daha büyük rol oynayabileceğinin sinyalini veriyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi platformlar, güvenlik çıkarlarını koordine etmek ve Hint-Pasifik stratejilerinin dışlayıcılığına karşı koymak için kullanılmalı.
İkincisi, Küresel Güney güçleri ile tüm bölgesel gruplar arasındaki işbirliği. Örnekler arasında Çin’in Afrika, Arap devletleri ve Pasifik ada ülkeleriyle angajmanı yer alıyor. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) ve Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu gibi forumlar, bölgesel sıcak noktaların gerilimini düşürmek ve blok temelli çatışmayı reddetmek için platformlar sağlıyor.
2) Değer temelli diplomasiyi “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” ilkesiyle dengelemek
İlk olarak Çu Enlay tarafından Bandung’da önerilen farklılıkları koruyarak ortak zemin arama kavramı, pragmatik işbirliği lehine ideolojik dogmatizme direnmeyi vurguladı. Bugün Çin, egemen eşitlik ilkesini ve tüm ulusların kendi kalkınma yollarını seçme hakkını vurgulayarak “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısına meydan okumalı. Karşılıklı saygı ve kapsayıcılık ilkesi, medeniyetler arası diyaloğu ve sistemler arası karşılıklı öğrenmeyi vurgulayan modeli destekleyerek uluslararası ilişkilere rehberlik etmeli.
Çin, tek taraflılığa, sıfır toplamlı düşünceye ve hegemonik uygulamalara karşı çıkmalı, karşılıklı saygı, adalet, hakkaniyet ve kazan-kazan işbirliğine dayalı yeni tip uluslararası ilişkileri teşvik etmeli. Ayrıca kalkınma haklarına öncelik veren Küresel Güney söylem sisteminin inşasını hızlandırmalı. BM İnsan Hakları Konseyi gibi uluslararası platformlarda Çin, Batılı güçler tarafından insan haklarının siyasallaştırılmasına direnmeli. Dahası, CGTN ve TikTok gibi platformlar aracılığıyla uluslararası iletişim güçlendirilmeli, algı savaşına karşı koymak için etkili Kuşak ve Yol işbirliği vakaları kullanılmalı.
3) Güney-Güney işbirliği yoluyla kalkınma paradigması dönüşümünü yönlendirmek
Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nden Bandung Ruhu’na ve yeni Güney-Güney işbirliğinin ortaya çıkışına kadar, öz her zaman kalkınma yollarının çeşitliliğine saygı ve eşitlik, dayanışma ve karşılıklı faydaya dayalı ortaklıklar oldu. Amaç, yoksulluğu ve az gelişmişliği aşmak, adil küresel düzen inşa etmek ve çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmek.
Çin, özellikle Asya ve Afrika’da altyapı ve kapasite işbirliğine odaklanarak Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) yüksek kaliteli gelişimini derinleştirmelidir. Gelecek On Yıl İçin Kuşak ve Yol Girişimi’nin Yüksek Kaliteli Gelişimine Bakış‘a göre, Çin “küçük ama güzel” geçim projelerine öncelik vermeli, böylece Bandung’un ekonomik karşılıklı yardım idealini yerine getirmeli.
Çin, Güney-Güney işbirliği modellerinde yenilik yapmalı. Büyük ölçüde gelişmiş Batı ülkelerinin modernleşme deneyimleriyle şekillenen geleneksel uluslararası kalkınma paradigmaları, tek yönlü akma eğilimindedir ve alıcı ülkeleri kurumsal olarak Batı normlarına uymaya zorlar. Buna karşılık Çin, Afrika ile sürdürdüğü ortak modernleşme modelini teşvik etmeye devam etmeli. Bu yaklaşım, karşılıklı etkileşimi ve paylaşılan iradeyi vurgular, aşağıdan yukarıya istişare, ortak inşa ve ortak paylaşım yoluyla yerli inisiyatifi teşvik eder ve böylece daha eşit ve sürdürülebilir kalkınma ortaklıklarını besler.
Çin, modernleşme modeli olarak hizmet etmeli. Çin tarzı modernleşmenin yeni uygulamaları, yalnızca Çin’in Küresel Güney kalkınmasındaki liderliği için sağlam temel sağlamakla kalmaz, aynı zamanda diğer Küresel Güney ülkelerine alternatif kalkınma yolları sunar. Çin-Afrika ortak modernleşmesi kilit stratejik odak noktası olarak, Çin yeni uluslararası modernleşme işbirliği paradigmasına öncülük etmeye yardımcı olabilir.
1955’te Bandung Konferansı’nın sunduğu fırsatı değerlendirerek, Çin Halk Cumhuriyeti Batı’nın izolasyonunu ve ablukasını başarıyla kırdı ve kendisini Üçüncü Dünya için güvenilir ortak olarak sundu. Yetmiş yıl sonra Çin, Bandung deneyiminden tekrar yararlanmalı, Bandung Ruhu’nu yeni dönemde Çin karakteristiği taşıyan diplomasi pratiğiyle bütünleştirmeli. Bunu yaparken Çin, daha adil ve makul uluslararası düzenin inşasına yardımcı olacak ve dünya barışı ile kalkınmasına katkıda bulunacaktır. Bu sadece tarihe saygı duruşu değil, aynı zamanda mevcut zorluklara yanıt ve geleceğin keşfidir.
Görüş
Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?

Donald Trump’ın başlattığı yeni küresel ticaret savaşının yankıları sürüyor. Nisan başında dünya çapındaki ülkelere yüzde 10 ile yüzde 49’a varan oranlarda değişen “karşılıklı tarifeler” duyurmuştu. Bu durumda hemen hemen tüm ülkeler Amerika’ya mal sattıklarında yüzde 10 tarife ile karşı karşıya kalacaktı. Ancak Hindistan da dahil olmak üzere bazı belirli ülkeler özel tarife şoku yaşamıştı. Çin’e, örneğin, yüzde 34 tarife koyan Trump, diğer bazı Asya ülkeleri, örneğin Vietnam, Kamboçya, Sri Lanka ve Laos için yüzde 40 üzeri, neredeyse yüzde 50’ye yakın bir tarife duyururken Hindistan için ise bu tarife yüzde 26 idi. Yani, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren, 23 milyar dolarlık ithalatın yarısına tarife indirimi tavsiye eden, ticaret görüşmelerine başlayan, ithalatı 3 milyar dolar artıran ve 40 milyar dolar üzeri yatırım ile yaklaşık neredeyse 500 bin iş olanağı yaratan Yeni Delhi de yüzde 26’lık (indirimli) Trump tarifesinden kaçamamıştı.
Tarifeler, bir ülkenin başka bir ülkeden ithal ettiği mallara uyguladığı vergilerdir. Donald Trump, Amerikan mallarının ticaret ortakları tarafından haksız yere tarifelendirildiğine ve bunun da Amerikan şirketlerine zarar verdiğine inanıyor. Bu nedenle ki oyun alanını eşitlemek için bu tartışmalı yeni tarifeleri duyurmuştu ki yüzde 125’lik bir misillemede bulunan Çin’e uyguladığı gümrük vergilerini yüzde 145’e (ki bugün -16 Nisan- itibarıyla da yüzde 245’e yükselttiğini duyurdu) çıkarırken dünyanın geri kalanına 90 günlük bir ara vererek ticaret savaşına açıklık getirdi. Evet, Trump’ın ticaret savaşı artık Amerika ve Çin arasındaki bir düello. Ki şimdilerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Trump tarifelerine karşı önlem almak için Güneydoğu Asya turunda. Filler tepişirken çimenler ezilir. Evet, biliyorum; fil, Hindistan için favori bir metafor ancak bu düelloda soru şu: Hindistan çimen mi olacak? Veya alternatif soru ise şu: Bu ikilinin arasındaki düelloda büyük bir bir salıncak ülke olarak kazanan mı olacak? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Açıkçası, Amerika ve Çin’in bu düellosu tüm salıncak ülkeler için birçok olasılık açtı ama Yeni Delhi bunların en büyüklerinden ve en önemlilerinden ve açıkçası Delhi’nin ticaretteki en büyük rakibi Pekin’e karşı daha avantajlı bir konumda gibi görünüyor. Ve kazanan olabilmesi için ise kendini o Kovid dönemi reform fikrine yeniden adaması gerekiyor.
Krizleri değerlendirmek çoğu zaman ucuz bir şey gibi gözükse de bu, dünya politikasında genellikle rasyonel bir yaklaşım. Ancak Delhi son zamanlarda bu tür fırsatları tam olarak değerlendiremedi: Özellikle Kovid’in ardından vaat edilenlerin çoğu havada kaldı, reformist tarım yasaları ve iş kanunlarında dişe dokunur bir sonuç ortaya konmadı. Örneğin, Başbakan Narendra Modi 2021’de hükümetin stratejik olanlar hariç tüm iş alanlarını kayıtsız şartsız özel sektöre devredeceğini söylemişti ancak 2017’den beri devam eden Air India satışı dışında herhangi bir özelleştirmeden hiç söz edilmedi. Ülkede uzun zamandır beklenen reform konusundan hala ses yok. Hindistan hükümeti, iki fikir etrafında yeni bir ekonomik gündem önermişti: Atmanirbhar (kendi kendine yeterlik) ve Make in India (yerli üretim modeli). Bu ekonomik gündem kapsamında ise üretim bağlantılı teşviklere büyük miktarlar tahsis edilmiş ve iş yapma kolaylığı vaat edilmişti. İlki kısmen hayata geçti çünkü üretim durgunlaştı. Ancak bazı üretim bağlantılı teşvikler alındı ki bunun en belirgin olanı iPhone’lar için. ABD-Çin ticaret savaşının ortasında bu, Yeni Delhi’nin elini yükseltebilir. Apple artık üretimini Çin’den Hindistan’a kaydırmaya başlayabilir. Bu en azından Çin’e karşı artı birin iyi bir örneği. Ki Tayvan merkezli Foxconn halihazırda Çin’deki fabrikalarının bir kısmını Hindistan’a taşıdı ve iPhone üretimine başladı. İş yapma kolaylığı söz konusu olduğunda ise evet, Hindistan’ın sıralaması yükseldi, ancak kaplumbağa hızında.
En azından, Trump tarifeleri göz önüne alındığında, Yeni Delhi’nin Çin’in rekabet edemeyeceği Amerika pazarları için yapabileceği şeyler olabilir. Apple telefonları ilk örnek, demiştik. Ancak Pekin’in Amerika’ya ihraç ettiği ürünlerin listesine göz gezdirdiğinizde, teklif edilen onlarca milyar değerinde ihracat olasılığının olacağını tahmin etmek güç değil. Sorular şunlar: Hindistan bu düelloyu kendi yararına çevirmek için ne kadar sürede yeni üretim ortaya koyabilir? Gümrük vergileri büyük ölçüde azaltılırsa, Hint üretimi hayatta kalmaya yetecek kadar sağlam mı? Ve Hint hükümeti bunu sağlamak için ne yapmayı düşünüyor? Sübvansiyonlar ilk akla gelen şey olsa da pahalıya patlar ve Trump bunları haksız bulup reddedebilir ki ABD Ticaret Temsilciliği ofisinin bu konudaki görüşünü aynen iletiyorum: “Hindistan, kredi sübvansiyonları, borç muafiyetleri, mahsul sigortası ve hem merkezi hükümet hem de eyalet hükümeti düzeylerinde girdi sübvansiyonları (gübre, yakıt, elektrik ve tohum gibi) dahil olmak üzere tarım sektörüne geniş bir yelpazede sübvansiyon ve destek sağlamaktadır. Hükümet için önemli bir maliyeti olan bu sübvansiyonlar, Hindistan’ın üreticileri için üretim maliyetini düşürür ve ithal ürünlerin rekabet ettiği pazarı bozma potansiyeline sahiptir.”
Neyse, Amerika genelde gümrüksüz bir ekonomiydi ki bu, Delhi’ye 45 milyar dolarlık mal fazlası sağlar. Amerika’nın Hindistan’a ihraç edebileceği çok az şey ürettiği de bir gerçek. İhracat sepetinde ilk iki sırada mineral yağlar ve değerli taşlar yer alıyor. Üretilmiş gözüken şeyler, makineler ve cihazlar, elektrikli, optik ekipmanlar, 8 milyar doların altında bir değere sahip. Buna karşılık, Hindistan, elektrik ve ilaç ürünleri ihraç ediyor ki bunlar ihracat listesindeki ilk iki ürün ve bu ürünlerin değeri üç katından fazla, 26,5 milyar dolar. Delhi’nin Amerika’dan satın aldığı geri kalan kısmın çoğu tarımsal ürünler. Tam da Trump’ın yükseltmek istediği şey. Bu doğrudan onun çiftçi tabanını da besler. Cevizden yenilebilir yağa kadar Delhi’nin çiftliklerde yetiştirdiği her şey önemli oranlarda gümrüklenir. Balık, et ve süt ürünleri o kadar yüksek vergilendirilir ki Amerika’nın ihracat yapması neredeyse imkansız. Ve Amerika’nın ihraç edilebilir fazlalıklarda ürettiği tek şey bu.
Ticaret meselesi neredeyse tamamen imalat ve tarım ürünleri ile sınırlı olacak gibi gözüküyor ki bu, Hindistan’ın Amerika’ya yaptığı ihracatın yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan hizmetlerin sayılmadığı anlamına geliyor. Hiçbiri sınırı geçmediği için bunlar gümrük vergisine tabi değil. Yazıda bir yerlerde, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren Delhi de Trump tarifesinden kaçamadı, demiştim. Tarım, Trump için kritik öneme sahip ve Delhi, tarımı arka plana atarak, makinelere, kazanlara, elektronik cihazlara ve değerli taşlara uygulanan vergileri düşürerek, işi yürütemeyeceğini anlamış olmalıdır, sanıyorum. ABD Ticaret Temsilciliği’nin farklı ülkelerin kısıtlayıcı uygulamaları hakkındaki raporunda Hindistan bölümüne göz atarsanız, tarım ürünlerinin tarife dışı engel olarak işaretlendiğini görebilirsiniz. Ayrıca, Hindistan’ın önemli bir ortak olduğu, Modi ile Trump arasındaki kişisel dostluğun Delhi’ye özel bir muafiyet getireceği fikri de sık sık düşünülür veya tekrarlanır; ancak diğer müttefiklerine tutumuna bakınca, Trump’ın böyle düşündüğünü hiç sanmıyorum. Trump sert oynuyor ve kuvvetle muhtemel sert oynayacak. Tarım dışı mallara uygulanan gümrük vergilerini düşürmek, işin kolay yanıydı. Ancak, Delhi’nin geleneksel güvensizlikleri ve korumacılığını dikkate alırsak, Hindistan, süt ve et ithalatına açılabilir mi, örneğin? Dahası, süt ve süt ürünleri veya et üretimi kendine yeterli mi? Delhi’nin üretim korumacılığı ve tarıma ilişkin tarihi tereddütleri dikkate alınırsa, işi zor gözüküyor. Belki de Delhi için Kovid krizinde kaçırılan tarım reformları fırsatı ikinci bir şansı hak ediyordur ve belki de en iyi dostunun ve en kötü rakibinin kozlarını paylaşmakta olduğu bu süper güç ticaret savaşı, bunun tam zamanı olduğunu söylüyordur.
En hızlı büyüyen büyük ekonomi veya beşinci en büyük ve yakında Japonya ve Almanya’yı geride bırakarak üçüncü olacak gibi retorikler ve son on yıldır geleceği söylenen ancak henüz gerçekleşmeyen -hatta geriye gitmediyse dahi- bir üretim devrimi söylemi, elbette bir şeydir. Ancak, 90’ların başında zorlukla kazanılan ekonomik özgürlüklerden uzaklaştığı görülen Yeni Delhi, büyümeyi tepeden inmeci yöntem ile getirebilecekleri inancına geri dönmüş gibi gözüküyor. Son on yılda daha yüksek tarifelerin geri döndüğü görülüyor. Dünyanın en pahalı çeliğini Hindistan’dan satın alıyor olabilirsiniz, örneğin. 90’ların sonunda dönemin maliye bakanı tarifelerini neredeyse ASEAN düzeylerine getirdiğini söylemişti. Giderek daha güçlü oligarklar pazar payını ve sektörleri bölüşüyor. İşe yarıyor mu peki? Devlet himayesinin Hindistan’ı bir üretim ve ihracat ütopyasına götüreceği fikri hayata geçiyor mu? Hükümet verilerine bir göz atın: Delhi’nin Çin’den kaçıştan faydalanmak için stratejik öneme sahip sektörlere 26 milyar dolardan fazla yatırım yaptığı Make in India yerli üretim modeline karşın üretimin Hint ekonomisindeki payı, hizmet ve tarım sektörüne kıyasla geriledi. Ya da Make in India atılımının 10 yıllık döneminden sonra, 2023-24’te Hindistan’ın GSYİH’sindeki imalat payının 2013-14’teki ile tam olarak aynı olduğunu görürsünüz; yüzde 17,3. Ki bu yıl daha da düşük olma eğiliminde. Üretimin iş yaratmaya katkısı ise 2022-23’te 2013-14’e kıyasla biraz daha düşüktü; 2022-23’te yüzde 10,6 iken 2013-14’te yüzde 11,6 idi. Dahası, akıllı telefon üretimindeki gerçek başarı kutlanmayı hak ediyor olabilir, ancak GSYİH’sındaki ihracat payı 2013-14’teki yüzde 25’ten şu anda yüzde 22,7’ye düştü. Ki buna bağlı olarak Delhi’nin küresel ihracattaki payının büyüme hızı da yavaşladı.
Lobicilik faaliyetleri ile bilinen Delhi merkezli iş insanı ve iktidardan meclis üyesi Praveen Khandelwal, Çin’den Amerika’ya ithalata uygulanan yüksek verginin Hindistan’ın ticaret ve sanayisi için önemli bir fırsat sunduğunu ve elektronik, otomobil parçaları, tekstil ve kimyasallar dahil olmak üzere çoğu sektörde Pekin’e karşı bu avantajı kullanmak istediklerini söylüyor olabilir; ancak Delhi hem parça ve ekipman için Pekin’e bağımlı hem kalifiye eleman bakımından yetersiz, ayrıca hem de Delhi’nin Pekin ile rekabet halinde olduğu pek çok sektörde teşvik programları da yetersiz. Hint ekonomisinden beş kat daha büyük Çin ekonomisi hala zorlu bir rakip… Hindistan’ın durumunda, Trump tarifeleri yumuşatılabilir, hatta belki de tamamen kaldırılabilir (?); ancak karşılığında Delhi’nin daha önceki bir yazımda sözünü ettiğim “minik tavizlerden” daha fazlasını sunması gerekebilir veya Amerika’nın “minik kazanımlardan” daha fazlasını beklediği açık. Özel tarife şoku yaşayan diğer ülkeler 90 günlük erteleme süresinde karşılıklı tarifelerde indirim yapılması için müzakerelere girmeye çalışırken Yeni Delhi zaten bir süredir Amerika ile müzakere masasında, ancak bu kez Trump zorlu bir dost… Hint stratejik kırılganlığının ölçeğini zaman gösterecek…
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu1 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Beyaz Saray’da “İran” çekişmesi
-
Dünya Basını1 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’