SÖYLEŞİ

“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”

Yayınlanma

Ukrayna savaşı, Rusya karşıtı yaptırımlar, iktisadi darboğaz ve ABD-Çin gerilimi ile birlikte Avrupa bir kez daha büyük bir krizin içerisine yuvarlanmış gibi görünüyor. Yaşlı Kıtanın geldiği entegrasyon seviyesi, bir kez daha “ulusal” çıkış yollarından ziyade tüm Avrupa’yı içine alan fikirlere davet çıkarıyor.

Alman araştırmacı-yazar-yayıncı Hauke Ritz 15 yılı aşkın bir süredir Almanya, Rusya ve Batı-Rusya ilişkilerinin analizi ile uğraşıyor. Ritz, bu uğraşının, gelecekte ABD ile Rusya arasında, savaş olmasa bile güçlü bir jeopolitik çatışma olacağını anlamaya başladığı 2007 yılına dayandığını söylüyor. “Ve bunu bir kez anladıktan sonra,” diyor, “Daha önemli bir konu bulmak zor.”

Alman yazar, bu konunun hayatını “bir ölçüde ele geçirdiğini” belirtiyor. Bu gerilimin “derin nedenlerini” kavrayabilmek için Rus dilini öğrenmeye ve Rusya’yı ziyaret etmeye başladığını söylüyor.

Ritz’in en çok dikkat çeken tezlerinden birisi, “Batı” kavramı ile “Avrupa”nın örtüşmediği iddiası. Ona göre “Batı”, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni imliyor ve açıkça Avrupa üzerindeki ABD hegemonyasının adı. “Avrupa” ise, tarihi binlerce yıl önceye giden, savaşların da barışın da hüküm sürdüğü, Aydınlanma’nın, devrimlerin ve Reform’un kıtası; ama hiçbir zaman tek bir gücün hegemonyası ile yönetilmeyen, güç dengesi ile kendini var eden, kültürel olarak bir ama siyasi olarak ayrı, bir tür “çok kutupluluk” vahası…

Dolayısıyla, Avrupa son 75 yılın “Batı” hegemonyasından kurtulup kendisini tekrar bulduğu vakit, hem “çok kutuplu dünyada” kutuplardan biri olacak, hem de kendi içerisinde de “çok kutuplu” bir döneme geçecek. Bu nasıl, kim aracılığıyla olacak? Ritz’in buna bir yanıtı olup olmadığı okura kalmış.

Son kitabınızla [Vom Niedergang des Westens zur Neuerfindung Europas – Batı’nın çöküşünden Avrupa’nın yeniden keşfine], kitabınızın başlığının ilk kısmıyla başlayalım, çünkü Batı’nın çöküşünden bahsediyorsunuz. Batı’nın çöküşü, Avrupa tarihinde yinelenen bir tema. Bu terimi hangi anlamda kullanıyorsunuz? Çünkü Oswald Spengler ve takipçileri tarafından popülerleştirilmişti. Batı’nın düşüşte olduğu fikrine katılıyor musunuz? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, bu Batı’nın kaçıncı çöküşü?

Öncelikle kitapta Oswald Spengler’e atıfta bulunmadım çünkü bugün gördüğümüz çöküşün çok daha farklı bir çöküş olduğunu düşünüyorum. O zamanlar, bugün bildiğimiz Batı gerçekte yoktu. Bu olguya daha sonra tekrar döneceğiz. Sadece şunu belirtmek isterim ki, bugün Batı’nın çöküşünü birçok alanda muazzam bir hızla görüyoruz ve durumun gerçekten yıldan yıla, aydan aya hızlandığı izlenimini ediniyoruz ve bu çok görünür hale geliyor.

Mevcut durumu Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılı ile karşılaştırın. O dönemde, Doğu Avrupa’nın ve hatta Sovyet cumhuriyetlerinin büyük bir kısmı, Batı’dan, onun ürünlerinden, müziğinden, yaşam tarzından, medeniyet modelinden etkilenmişti. Aynı şey güneydeki, Küresel Güney’deki ve doğudaki pek çok ülke için de geçerliydi. O dönemde Batı, dünyada modernliğin tek tezahürüydü.

Sovyetler Birliği çöktükten ve sosyalist devletler sistemi çözüldükten sonra, Batı modernite üzerinde, modern dünyanın yorumlanması üzerinde bir tür tekele sahip oldu. Ve herkes ister filmlerle, ister ürünlerle, ister bir Batı ülkesine göç ederek olsun, bu dünyaya bağlanmak istedi. Batı aynı zamanda demokrasi, adil, zengin ve müreffeh bir toplum, yenilikçilik imajına sahipti.

Şimdi bugün Batı’nın neyi savunduğuna bir bakın. Yaptırımlar için, savaş için, LGBT hareketi gibi garip ideolojiler için… Ki bu sadece Küresel Güney ve doğuda değil, aynı zamanda Batı’nın kendisinde de kafaların sallanmasına neden oluyor. Böylece Batı dünyası sadece ahlaki üstünlüğünü değil, aynı zamanda yumuşak gücünü, cazibesini de kaybetti.

Sadece o da değil. Artık modernitenin yorumunu modern Çin’de görmüyoruz, modern Hindistan’ı görmeye başladık ve Rusya da büyük bir medeniyet olarak geri döndü. Yani Batı şu anda oldukça farklı bir durumda ve medeniyet modeli olma statüsünün cazibesini kaybetmesi bence kısa sürede onarılamayacak kadar ciddi bir şey.

Benim her zaman kullandığım şey de bu: Batı dünyası. Tabii ki bu konuda kullanılması gereken karşıt terim Avrupa’dır. Ve Avrupa Batı’dan oldukça farklı bir şeydir.

Buna şimdi geleceğiz. Sanırım siz Avrupalı ve batılıları ayrı kimlikler ve medeniyetler olarak görüyorsunuz. Şu anda batıdan anlamamız gereken şeyin ABD olduğunu düşünüyor musunuz? Ve ABD’nin dünya vizyonu ile Avrupa dünyası arasındaki fark nedir?

Çok fazla farklılık var. Gerçekten de batı medeniyeti ile Avrupa medeniyetinin pek çok açıdan oldukça farklı kavramlar olduğunu düşünüyorum.

Her şeyden önce Batı oldukça yeni bir şey. Batı gerçekten ne zamandır var? Bugün bildiğimiz Batı, ilk olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı ve o zamanlar temel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri genişleme ile oluşturulan Amerikan etki alanıydı ve askerlerin durduğu yerde, Batı da durdu.

Kuzey Kore batının bir parçası değildi ama Güney Kore öyleydi. Aynı şey Almanya için de geçerlidir. Doğu Almanya Batı’nın parçası değildi, Batı Almanya öyleydi. Dolayısıyla savaş sırasındaki tesadüfi hareketler bir etki alanı yarattı ve bu da Batı olarak adlandırıldı.

Elbette, “Hayır, Batı daha eskidir,” gibi bir argüman öne sürebilirsiniz. Batı Avrupa devletlerinde devrimler oldu. Fransız Devrimi, İngiliz Devrimi, Hollanda ve diğerleri. Evet, ama bunlar aynı zamanda sadece devrim yapan ülkeler değil, aynı zamanda denizaşırı imparatorluklarda koloniler kuran ülkelerdi. Belki bu da bağlantılıdır. Denizler üzerinde büyük bir ticaretiniz varsa, aristokrasiyle rekabet etmeye başlayan çok sayıda tüccarınız vardır ve o zaman devrim yapma olasılığınız daha yüksektir.

Ne var ki Batı’nın bu ilk aşamaları birleşik değildi. Aralarında çok fazla rekabet vardı. Fakat 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bu rekabetin bir tür ittifaka dönüşmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, Büyük Britanya ve Fransa arasındaki Entente Cordiale, daha sonra Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak. Bu, bugün bildiğimiz Batı’nın bir tür embriyo hali olabilir.

Ama Batı genel olarak 100 yıldan daha eski değildir. Yani çok genç bir oluşum ve bir tarafta Kuzey Amerika, diğer tarafta Polonya gibi Slav devletlerini de içeren Avrupa Birliği’nin bugünkü Avrupa’sını içeriyor. Bir de Güney Kore, Tayvan ve Japonya var. Yani kültürel açıdan bakıldığında, bunlar oldukça farklı ülkeler, dünyanın oldukça farklı bölgeleri, farklı dinlerden etkileniyorlar ve hepsi tek bir faktörle birleşiyor: Amerikan egemenliği, Amerikan hegemonyası.

Yani sonuçta, Batı’nın temelde bu Amerikan hegemonyası olduğu sonucuna varıyorsunuz. Kültürel bir temel eksikliği var, tarih eksikliği var.

Avrupa ise bunun aksine oldukça farklı bir şey. Avrupa 2500 yaşında. Avrupa antik Yunan’da demokrasi modeliyle başladı ve demokrasi de modern zamanda Fransız devrimi ve diğer devrimlerle Avrupa’ya geri döndü. 

Fakat arada, Avrupa’nın oldukça farklı hükümet modellerine ve toplumunu organize etmenin farklı bir yoluna sahip olduğu uzun bir dönem var.

Dolayısıyla Avrupa, oldukça farklı dönemler ve çağlardan oluşan geniş bir tarihe sahip olan bir varlıktır, fakat yine de 2000 yıldan fazla olan bu zamanın tamamını tanımlayabilecek bir şey vardır. Bu nedenle Avrupa kavramı, batı kavramından çok daha karmaşık ve çok daha derin bir kavramdır.

Peki sizce Avrupalıların Batı’ya karşı bazı panzehirleri var mı?

Avrupa elbette Batı Avrupa’ya aittir ve Batı Avrupa da, Avrupa’nın denizaşırı genişleyen kolonilere sahip olmaya başlayan ve daha sonra batıya dönüşen kısmıdır. Dolayısıyla belki bazı Batılı unsurlar da Avrupa’ya aittir.

Fakat Avrupa daha çok Avrupa’nın merkezidir. Almanya, İtalya, genellikle Batı’nın bir parçası olarak görülmezler. Yüzyıllar boyunca denizaşırı büyük imparatorluklara sahip olmadılar. Merkezi olmayan bir şekilde örgütlendiler. Sonra doğuda Slav halkları var. Yani Avrupa bunların hepsi.

Ve Batı terimi, tüm bu alan ve Avrupa’nın tüm tarihi için tek bir model olduğunu öne sürer. Avrupa aynı zamanda sanat, edebiyat, müzik ve felsefe alanındaki başarılarıyla da tanımlanır. Aynı zamanda Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık tarihi ile de tanımlanır. Aynı zamanda antik çağlara yapılan atıflarla da tanımlanır. Yani tüm Avrupa devletleri için ortak olan ve örneğin Latince ve antik Yunan dili aracılığıyla tüm Avrupa devletleri için bir tür birleşik bilgi ve referans alanı yaratan antik Roma’daki antik Yunan kültürünün hatırası ile. Yani Avrupa’da Batı’dan çok daha fazlası var.

Ayrıca dünya düzeni kavramı açısından da büyük bir fark var. ABD iki okyanus tarafından korunuyor. Kimse onlara zarar veremez. Eğer başka bir kıyıda bir savaş yürütürlerse, bunun kendileri için hiçbir yansıması olmayacağından, hiçbir şeyin kendilerine geri dönmeyeceğinden emin olabilirler.

Avrupa’da durum böyle değildi. Avrupa var olduğu süre boyunca muazzam savaşlar yaşadı. Avrupa tarihinin en acımasız dönemlerinden biri de 17. yüzyılda Almanya’da yaşanan 30 Yıl Savaşlarıydı. Ama aynı zamanda diğer Avrupa devletlerinde de iç savaşlar vardı.

Avrupa’nın bu savaştan öğrendiği şey, değerler üzerine savaş ve dış politika yürütemeyeceğinizdi. Katoliklik ve Protestanlık meselesini dış politikanızın bir parçası, ulusal genişlemenizin bir parçası haline getirmeye başlarsanız, o zaman hiç bitmeyen savaşlar yaşarsınız.

Vestfalya sistemine işaret ediyorsunuz.

Evet, öyle. Dolayısıyla bu savaştan sonra, bu genç ulus devletlerin farklılıklarına saygı duymayı, her devletin kendi iç işlerini yönetme hakkına sahip olduğunu ve dışarıdan bir etki olmaması gerektiğini öğrendikleri Vestfalya sistemi yaratıldı.

Her devlet, nüfus sayısına ve gücüne rağmen aynı şekilde uluslararası hukukun öznesiydi ve bu oldukça büyük bir medeniyet başarısıydı, tabii ki takip eden yüzyıllarda zaman zaman tekrar kaybedildi. Ama bu oldukça farklı bir dünya düzeni kavramıydı. Çok kutupluluğu kabul eden, birbirlerine müdahale etmeyen, birbirlerinin ötekiliğini düşünmeye başlayan, çeşitli güçlerin eş zamanlı varlığını kabul eden bir dünya düzeni.

ABD ise tamamen farklı bir dünya düzeni anlayışına sahip. Her şeyden önce, bir şekilde Tanrı tarafından seçildiklerini, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş bir kutsal misyona (manifest destiny) sahip olduklarını düşünüyorlar. Kutsal misyon kavramı, sadece daha güçlü, daha güçlü ve daha güçlü olabileceklerini düşündükleri anlamına gelir. Bu nedenle de dünyayı yönetme görevi onlara aittir. Ve onlar, vazgeçilmez bir ulus. Amerikan istisnacılığı. Bu nedenle Amerikan dış politikasının tüm tarihi, ortak olamama gerçeği ile tanımlanır. Başka biriyle ortaklık kuramazlar çünkü her zaman diğerlerinden üstün olduklarını düşünürler. Her zaman diğerlerinden daha iyi bir sisteme sahip olduklarını düşünürler.

İşte bu yüzden Amerikalılar bugüne kadar örneğin Rusya ya da Çin ile gerçekten bağlı kalacakları bir sözleşme yapmakta zorlandılar çünkü her zaman diğer ulusların, diğer devletlerin bizim sahip olduğumuz türden bir demokrasiye sahip olmadıklarını, oradaki insanların baskı altında olduklarını düşündüler.

Dolayısıyla şu anda yaptığımız sözleşme sadece bir süreliğine; çünkü bu sözleşmeyi yaptığımız devlet bizim kadar gelişmiş değil. Bizimle aynı şekilde seçilmiş değil.

Bu temelde bir trajedidir, çünkü bu kutsal misyon kavramı, istisnacılık, vazgeçilmez ulus kavramı nedeniyle ABD ortaklıklar yaratamamıştır. Avrupa ile, Almanya ile, Fransa ile, İtalya ile ortaklık kurmak yerine Avrupa’yı yavaş ama emin adımlarla bir tür sömürge statüsüne dönüştürdü. Bu aynı zamanda Amerika’nın kendisi için de bir trajedidir çünkü eğer Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri için bir ortak olsaydı, onu olumlu yönde etkileyebilirdi. Örneğin Amerikan dış politikasının Orta Doğu’da ya da Rusya konusunda yaptığı pek çok hatayı önleyebilirdik.

Ama Amerika Avrupa’yı bir ortak olarak görmediği için bizden hiçbir şey öğrenmedi. Her zaman her şeyi zaten biliyormuş gibi davrandılar. Bu da dünyanın büyük bir bölümünü düşmanlaştıran bir dış politikaya yol açtı.

ABD’nin artık sadece savaş durumuna girmiş olan Rusya ile değil, aynı zamanda Çin ile, İran ile, giderek daha fazla Türkiye ile, muazzam savaşlar ve yıkımlar gerçekleştirdikleri Arap dünyası ile, Afrika ve Latin Amerika ile de çelişkili bir ilişkisi var. Yani dünyada ABD’nin normal bir ilişki içinde olduğu hiçbir medeniyet alanı kalmadı, Hindistan’la bile.

Bu da ABD için oldukça yıkıcı bir durum çünkü ABD dünyadaki diğer tüm büyük ulusları ya da medeniyetleri düşmanlaştırarak temelde bir tür karşı ittifak yaratmış oldu.

BRICS, ABD tarafından yaratıldı, ABD BRICS’i kurdu, bunu yapmayı amaçlamamış olsalar bile; ama BRICS temelde ABD’nin dış politikasının çocuğudur.

Yani aslında çok çok farklı iki zihniyetten bahsettiniz. Bir tarafta kutsal misyon, Amerikan istisnacılığı var, diğer tarafta ise Avrupa’nın Vestfalya sistemi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın birliği, Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşıydı ama aynı zamanda ABD’nin kıta üzerindeki hegemonyası ile birlikte bunu yapıyordu. Kıta üzerindeki bu hegemonyayı nasıl elde ettiler? Ya da başka bir deyişle, Avrupalılar neden Amerikalıların onları Sovyetler Birliği’ne karşı yönlendirmesine izin verdi?

Avrupa, daha önce de belirttiğim gibi, yüzyıllar boyunca bir tür güçler dengesi olarak örgütlenmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sisteme geri dönmek zor oldu. Bence Sovyetler Birliği sisteme geri dönmek isterdi çünkü Sovyetler Birliği zaten çok büyük bir ülkeydi ve kendi dışında daha fazla devleti kontrol etmek bir yüktü, özellikle de İkinci Dünya Savaşının Sovyetler Birliği’nin en kalabalık bölgelerinde neden olduğu büyük yıkımı düşünürseniz.

Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin Avrupa’nın büyük bir bölümünü kontrol etmek gibi bir çıkarı yoktu ve Avrupa’nın tamamını kontrol etmek gibi bir çıkarı kesinlikle yoktu. Bu, örneğin 1952 yılında Sovyetler Birliği’nin tarafsızlık için kuvvetlerini Almanya’dan çekeceği, Almanya’nın Avusturya gibi tarafsız olması halinde yeniden birleşebileceği teklifini neden yaptığını açıklayabilir. Fakat bu teklif Batı Almanya hükümeti ve Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak isteyen ABD tarafından reddedildi.

Şimdi Amerikalılar oradaydı ve başladılar. Onlar için Avrupa bir tür gegenko idi, Almanca’da böyle deriz, karşı kıyı. Yani ABD için, bir deniz gücü olarak, okyanusun karşı kıyısını kontrol etmeleri çok önemliydi ve bu Avrupa’ydı ve orada kalmak istiyorlardı.

Zihniyetlerinde, Avrupa’daki varlıklarını bir tür ganimet ya da zafer olarak görüyorlardı çünkü daha iyi bir sisteme sahip oldukları izlenimini edindiler. Ve ABD, Avrupa’dan siyasi baskı ya da dini baskı nedeniyle kaçan insanlar tarafından dolduruldu. İşte bu yüzden bugüne kadar pek çok Amerikalı Avrupa hakkında olumsuz bir izlenime sahip olmuştur. Avrupa onlar için kendileri kadar özgür ve demokratik olmayan bir yerdir. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’ya dönmek onlar için artık Avrupa’yı düzeltmek anlamına geliyordu.

Bunu gerçekten yapmadılar. Elbette Avrupa sanatına, edebiyatına ve felsefesine hayranlık duyan bazı Amerikalılar var ama genel olarak Avrupa’ya saygı duymaktan çok tepeden bakıyorlar. Onlar için Avrupa kültürünü yeniden şekillendirmek, yeniden düzenlemek sorun değildi. Ayrıca burayı birleştirmek, Sovyetler Birliği’ne karşı bir tür ittifak yaratmak istiyorlardı. Birleşik Devletler kendisini kutsal bir misyona sahip istisnai bir ulus olarak gördüğü için, Sovyetler Birliği gibi bir sosyalizm projesi ve insanlık için bir fikri olan başka bir ulus olduğunu kabul edemediler. Bu yüzden hakim olmak istediler, sanırım.

Sovyetler Birliği için Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı elbette bir tehlikeydi çünkü Rusya birkaç yüzyıl boyunca güç dengesi olduğu takdirde Avrupa ile barış içinde yaşayabileceğini tecrübe etti. Fakat arada bir Avrupa, örneğin Napolyon’un yönetiminde birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Ya da Avrupa Hitler ve Nazi Almanya’sının fethiyle birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Şimdi Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı bir kez daha Avrupa’nın Amerikan yönetimi altında birleşmesi anlamına geliyor. Bu da Moskova açısından bir kez daha saldırıya uğrama tehlikesini beraberinde getiriyordu. Doğu Avrupa’da bulunmalarının nedeni de buydu.

Öyle olsa bile, bunu gerçekten istemediler.

Bu da bizi Rusya’ya, yani Rusya’nın Batı ile ilişkisi sorusuna getiriyor. Sizce örneğin Rusya’nın tekrar dahil olduğu bir Avrupa güvenlik mimarisi mümkün mü? Veya Kantçı “ebedi barış” fikri mi hakim olacak? Yoksa AB sonrası Avrupa bir savaşlar kıtası mı olacak? Çünkü Avrupa, Avrupa Birliği dağılsa bile Almanya ve Fransa ekseninin ya da sadece Almanya ekseninin hakim olması mümkün. AB sonrası bir Avrupa çünkü Almanya hâlâ Avrupa’nın en büyük ekonomisi. Diğer ülkeleri yönlendirmek için çok fazla imkana sahip.

Hayır, hayır. Az önce bahsettiğim sebepten dolayı bu mümkün değil. Az önce Avrupa’nın her zaman bir güç dengesi olarak organize olduğunu söyledim. Bu da eğer Avrupa’yı yöneten tek bir güç varsa Avrupa’nın istikrarsızlaştığı anlamına gelir. Bu Avrupa için iyi değildir.

Almanya belki Avrupa’nın en güçlü ülkesi ama Avrupa’yı tek başına yönetecek kadar güçlü değil. Avrupa’nın güzelliği de bu, Avrupa’da bu kadar çok devlet var ve bunların bazıları eşit derecede güçlü: Fransa ve Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya, hepsi birbirine benziyor, en büyükler ve birbirlerini dengeliyorlar. Bence Avrupa ancak böyle bir denge içinde yönetilebilir, bu dengenin hangi ülkeler arasında gerçekleştiği yüzyıldan yüzyıla farklılık gösterebilir.

Avrupa Birliği döneminde, bu dengeyi yeniden inşa etmenin ya da çoğaltmanın bir yolu olan Alman-Fransız ekseni vardı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın mirası nedeniyle Almanya Avrupa’nın geri kalanında pek sevilmiyor. Almanya’nın dostları var. Çin’de, Japonya’da, Rusya’da Almanya’ya büyük saygı duyuluyor. Eğer Almanya’dan uzaktaysanız, Almanya’ya saygı duyulur. Ama yakın ülkelerdeyseniz, Polonya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da, Almanya’ya pek saygı duyulmuyor. Tüm bu nedenlerden dolayı Almanya Avrupa’yı birleştiremez, Avrupa’yı yönetemez ve yönetmemelidir. Avrupa kendini bu benzer güçlü güçler dengesi içinde organize etmelidir.

Sonra Rusya meselesinden bahsettiniz. Avrupa devletleri ya da bir bütün olarak Avrupa kendi çıkarını anladığı anda barış mümkünse, Rusya ile bir barışı çok hızlı bir şekilde organize etmeye başlayacaktır. Çünkü bu Avrupa’nın çıkarınadır.

Avrupa tarihine bakarsanız, Avrupa’nın barış zamanlarında güçlü, savaş zamanlarında ise zayıf olduğunu görürsünüz. ABD’de ise durum tam tersidir. ABD savaş zamanlarında güçlü, barış zamanlarında ise zayıftır. Bu yüzden Avrupa’nın barışa ihtiyacı var.

Dahası, Rusya da Avrupa’nın bir parçası. Dolayısıyla Avrupa hakkında konuştuğumuzda otomatik olarak Rusya hakkında da konuşmuş oluruz ve eğer Rusya’yı Avrupa’dan dışlarsak, bu Çin’den büyük bir bölgeyi ya da Hindistan’dan önemli bir eyaleti dışlamak gibi bir şey olur.

Dolayısıyla coğrafi olarak haritada gösterilebilecek olan kıtanın bütünlüğünün yanı sıra kültürel olarak da Rusya’yı Avrupa’nın dışına itmek, örneğin klasik müziğin büyük bir başarısını Avrupa’nın dışına itmek anlamına gelecektir. Çaykovskiy, Rahmaninov ya da edebiyat, felsefe ya da sosyalizmin mirası da Avrupa’nın bir parçasıdır. Soğuk Savaş döneminde Doğu Avrupa’nın tüm tarihi Rusya ile bağlantılıdır.

Dolayısıyla Avrupa ancak tüm Avrupa’yı kapsarsa sağlıklı ve bir geleceğe sahip olabilir. Rusya’yı dışlayan bir Avrupa kötü bir şekilde bölünmüş olacak ve muhtemelen kendi kültürel gelişimi üzerinde egemenliği olmayacaktır.

Sonra bir kez daha Batı kavramı ile Avrupa kavramı arasındaki bu ayrımın içindeyiz. Tarihte ilk kez Avrupa dışarıdan bir güç tarafından, tamamen farklı bir coğrafyada, tamamen farklı bir kıtada bulunan bir güç tarafından yönetiliyor ve bu duruma Batı deniyor. Batı denen bu yapay oluşumu devam ettirmek için Rusya’yı ve Rus kültürünü Avrupa’nın dışına ittiniz. Rus kültürünün ve Rus etkisinin, İtalyan kültürü ve İtalyan etkisi ya da İspanyol kültürü ve İspanyol etkisi gibi Avrupa’nın doğal bir parçası olduğuna dair hafızayı ortadan kaldırdınız. Eğer Batı kavramına sahipseniz, her zaman doğuda sınırlarınız olacaktır.

Fakat Avrupa kavramına bakarsak, doğuda bir sınıra ihtiyaç yoktur. Avrupa yüzyıllar boyunca bir tür güç dengesi içinde organize olduğu için, bu kavramı Avrupa sınırlarının ötesine bile genişletebilir. Ve bir dereceye kadar, Avrupa’nın benzer güçlü devletler dengesinde örgütlendiği fikri, BRICS fikrini, yani Çin, Hindistan, Rusya gibi benzer güçlü devletlerden oluşan, birbirinden tamamen farklı, ancak dünya düzeninin örgütlenmesi konusunda belirli fikirleri kabul eden çok kutuplu dünyanın tuğlaları kavramını çok iyi temsil eden bir kavramdır.

Dolayısıyla, kıtada, Avrupa’da bir ABD hegemonyası amacıyla Rusya’yı Avrupa’dan koparmamız gerektiğini söyleyebiliriz.

Evet, bu ABD’nin çıkarına. Onlar Avrupa’nın bu batı yorumunu kutsal kılmak istiyorlar. Yani bugün Batı dediğimiz şey temelde Avrupa kültürünün Amerikan yorumudur.

Amerikalıların kendileri de Avrupa’dan geldiler, dolayısıyla Avrupa kültürünün mirasını da içlerinde taşıyorlar. Fakat uzun bir süre farklı bir kıtada, farklı bir iklimde, farklı bir coğrafi durumda yaşadılar. Onlar aynı zamanda ulusları eritme kazanıdır (melting pot). Sizin Avrupa’da sahip olduğunuzdan tamamen farklı bir yaşam deneyimine ve geniş bir alana sahipler. Bu koşullar altında, ABD’ye dönüşen bu Avrupa kültürü değişti. Şu anda Amerikan kültürünün hâlâ Avrupa kökenleri var ama farklı bir şey haline geldi.

Bu yarı Avrupalı, yarı Avrupalı olmayan Birleşik Devletler kültürü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya geri geldi ve Avrupa’yı dönüştürmeye, Avrupa’yı ABD ve AB’nin imajına göre yeniden şekillendirmeye başladı. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’daki bir tür kopyasını yaratma girişimiydi.

Ve bu aynı zamanda Avrupa Birliği’nin hatasıdır. Avrupa Birliği’nin hatası, Avrupa Birliği’nin Avrupalı olmamasıdır. Avrupa fikir tarihiyle hiçbir bağlantısı yoktur. 19’uncu yüzyıla atıfta bulunmaz. 18’inci yüzyıla, 17’nci yüzyıla atıfta bulunmaz. Hatta antik zamanlara bile atıfta bulunmaz.

20 yıldan fazla bir süre önce Avrupa anayasası planlanırkena, bazı insanlar ünlü antik Yunan politikacı Perikles’ten bir alıntı yazmak istedi. Daha sonra bu alıntı politik olarak doğru olmadığı için kaldırıldı. Perikles belki bazı azınlıklar hakkında yanlış bir şey söylemiş olabilirdi. Perikles’i daha fazla kabul edemediler ve bu nedenle alıntı kaldırıldı. Bu size Avrupa Birliği’nin Avrupa tarihiyle olan ilişkisini gösteriyor.

Ya da Avrupa’nın banknotlarına bakın. Belki cebimde bir tane vardır. Bu çok anlamlı. İşte burada. Bu beş avroluk bir banknot. Burada bir tür bina görüyorsunuz. Bu bina gerçek değil. Yapay. Fantezi. Bu köprü de gerçek değil. Sadece bir ressam tarafından hayal edilmiş yapay bir köprü.

Yani Avrupa’nın kendi tarihi ve kültürüyle çok olumsuz bir ilişkisi var. Öyle ki kendi mimarimizi banknotlarımızda bile temsil edemiyoruz.

Yani daha Avrupalı olmak için bir kurum olarak Avrupa Birliği’nden kurtulmak gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu tabii ki tehlikeli. Şu anda sahip olduğumuz gerçekliğe bakmalıyız. Şu anda avroya sahibiz. Farklı ekonomiler arasında büyük bir karşılıklı bağlantı var. Avrupa Birliği içinde çok fazla bağımlılığımız var. Avrupa Birliği’nin çözülmesi felaket olur. Tıpkı çok fazla yoksulluk ve iç savaş yaratan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi gibi. Dolayısıyla kimse bunu istemez.

Dolayısıyla bence bu çok karmaşık bir soru ve bu soruya verebileceğim nihai bir cevabım yok. Elbette AB’nin en azından bir tür yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Temelden reforme edilmesi gerekiyor. Bunun mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Nasıl olacağını, ne olacağını belki tarih gösterecek. Belki bazı devletler AB’den ayrılmaya başlayacak. Çünkü tarih çok açık bir şekilde gösteriyor ki, kendi gerçek kimliği olmayan, sadece bağımlılıklar ve yasalar temelinde inşa edilen bir devlet çok zayıf bir varlıktır ve parçalanabilir. Ve bu AB’nin de başına gelebilir.

Elbette Avrupa Birliği gerçekten dağılırsa, bu da çok çirkin bir süreç haline gelebilir çünkü iktisadi sonuçları çok büyük olur.

Ama öyle ya da böyle, şu anda AB sonrası bir döneme doğru gittiğimizi düşünüyor musunuz?

Görüyorsunuz, şu anda dünyada BRICS’in ortaya çıkışı söz konusu. Az önce BRICS’in temelde Amerikan dış politikasının eksiklikleri, kibir ve bencilce davranışları tarafından inşa edildiğinden bahsettim.

BRICS kavramında ilginç olan şey, çok farklı medeniyetleri içermesi ve bu medeniyetlerden bazılarının aynı zamanda devlet olması. Örneğin Çin bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Hindistan bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Aynı şey İran için de söylenebilir.

Rusya söz konusu olduğunda ise durum daha karmaşıktır çünkü Rusya aynı zamanda Avrupa medeniyetinin bir parçasıdır. Bazı Ruslar bunu inkar ediyor ve hayır, biz Avrupa’ya benzer bir şekilde Avrasyalıyız diyorlar. Ama eğer Rusya’daysanız, her köşede Avrupa kültürüyle karşılaşır ve hissedersiniz. Bu yüzden Rusya’yı Avrupa’dan ayırmak gerçekten zor.

Fakat medeniyet devleti kavramı çok ilginç bir kavram ya da çok ilginç bir terim. Soru şu: Avrupa bir medeniyet devleti olabilir mi? Cevap hem evet hem de hayır.

Evet, olabilir çünkü Avrupa’nın tüm tarihi boyunca, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa bir şekilde birleşmişti. Avrupa siyasi olarak bölünmüştü ama kültürel olarak kilise ve Hıristiyan inancı aracılığıyla ve ayrıca Avrupa’nın pek çok farklı yerinde kurulan ve hepsi de eski tarihi, eski edebiyatı ve yazıları hatırlamaya çalışan manastırlar aracılığıyla birleşmişti.

Ve bu 1500 yıl boyunca devam etti, Avrupa ya Hıristiyanlık, din, kilise yoluyla ya da daha sonra hümanizm felsefesi, Aydınlanma ve edebiyat alışverişi yoluyla birleşti.

Örneğin, farklı Avrupalı yazarlar farklı dillerde yazıyorlardı ama sürekli birbirlerini okuyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda ilk çevirinin yapılması bazen sadece aylar alıyordu. Tüm önemli yazarlar, çeviri yoluyla tanıtıldıkları diğer ülkelerde tepkiye neden oldu. Alman felsefesi sadece Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Aynı şey Fransız Devrimi için de geçerlidir.

Yani Avrupa bir tür, Almanya’da rezonans odası [Resonanzraum] diyoruz, kültür tarzlarının, mimari ve resim tarzlarının kıta boyunca dalga dalga yayıldığı bir rezonans odası.

Aynı zamanda, siyasi parçalanmamız var. Bu, dünyada tektir, çünkü dünyanın diğer tüm bölgeleri farklı şekilde örgütlenmiştir. Örneğin Çin’e bakacak olursanız, çok sayıda farklı dil ve halk içermesine rağmen Çin siyasi olarak birleşmişti. Aynı şey Hindistan için de geçerlidir. Sanırım aynı şey Arap dünyası ve Rusya için de geçerli. Yani dünyanın pek çok yerinde, bir noktada bir tür siyasi birliğe sahipsiniz.

Avrupa’da ise bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Hiçbir zaman gerçekten gerçekleşmedi. Denemeler oldu, örneğin Napolyon denedi, garip ve acımasız fikirleriyle Hitler denedi, ama her zaman başarısız oldu.

Nihayetinde, bir tür kültürel birlikle birlikte yine siyasi parçalanmalara sahibiz. Bence bu gelecek için bir model. Eğer Avrupa bu modeli temsil edebilirse, bu aynı zamanda çok kutuplu dünyanın da bir aynası olacaktır, çünkü çok kutuplu dünyada da birbirleriyle bir tür denge içinde olan farklı güç merkezleri vardır.

Avrupa bir yandan çok kutuplu dünyanın bir kutbu haline gelebilir ve aynı zamanda kendi içinde çok kutupluluğu temsil edebilir.

Bu da bizi kitabınızın başlığının ikinci ve son kısmı olan Avrupa’nın yeniden icadına getiriyor. Avrupa kendini nasıl yeniden keşfedebilir ve Avrupa’da hangi unsurlar böyle bir enerjiye sahip?

Her şeyden önce Avrupa ile Batı arasındaki farkı anlamamız gerekiyor. Şunu anlamalıyız ki biz, son 80 yılda Avrupa’nın kendisini Batı’ya benzetmesi ya da Avrupa Birliği’nin Avrupa’yı ABD’nin bir aynası, bir tür kopyası olarak yeniden inşa etmek istemesi nedeniyle çok şey kaybettik. Bu farklılıkların farkına varmalı ve sonra da gerçekte ne olduğumuzu geri kazanmaya başlamalıyız.

Bence bu süreçler her Avrupa ülkesinde farklı bir şekilde devam ediyor. Avrupa’nın gerçekte ne olduğunu, Avrupa’nın dünyaya neler sunabileceğini ve son 80 yılda bize neler yapıldığını bir kez daha anladığımızda, bir kez daha kültür, tarih ve karmaşık bir kültür anlayışı üzerine inşa edilecek bir tür Avrupa birliği inşa etmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum; bu birlik bir kez daha eğitim ve medeniyet konusunda bir tür ütopyaya sahip olacaktır.

21. yüzyılda büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Örneğin yapay zeka, genetik mühendisliği gibi. Avrupa’nın da bu konuda bir şeyler sunması gerekiyor. Hümanizm ve Aydınlanma mirasına sahibiz. Dolayısıyla bir tür entelektüel söylemle başlayabiliriz, eğer gerçekten elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyorsa, çünkü dünyanın diğer bölgelerinde, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde, teknoloji alanında mümkün olan her şeyi yapma eğilimi var.

Avrupa ise dünyaya farklı bir öneride bulunabilir. Teknolojiyi kontrol etmeye çalışalım. İnsanı ilk sıraya koymaya çalışalım ki teknoloji insana uyum sağlasın, tersi olmasın. Ayrıca Avrupa, yapay zeka, genetik mühendisliği ve aynı zamanda kültürün korunmasına ilişkin entelektüel tartışmaların yapılabileceği küresel bir İsviçre gibi dünyanın tarafsız bir parçası haline gelebilir. 

Avrupa 21. yüzyılda bu rolü oynamak için özel bir imkana sahiptir. Çünkü Avrupa son 500 yıldır dünyanın geri kalanını etkilemiştir. İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının yükselişinden bu yana dünya kültürü yavaş yavaş Avrupalılaştı. Bugün Latin Amerika’daysak ve siyasi tartışmalar varsa, insanlar kendi iç farklılıklarını tartışmak için Avrupa’nın siyasi felsefesinden terimler kullanırlar. Aynı şey dünyanın diğer bölgeleri için de geçerlidir.

Dünyada sadece tek bir dünya kültürü var ve bu da birkaç yüzyıl boyunca büyük ölçüde Avrupa tarafından şekillendirildi. İşte bu nedenle Avrupa şu anda 21. yüzyılda medeniyet meseleleri hakkında, kendi geleneklerini geliştirmeye ilgi duymalarına rağmen belki de diğer medeniyetler tarafından da kabul görecek bir tartışma, buluşma ve fikir alışverişi yeri sunmak için çok iyi bir konumdadır.

Belki de gelecekte bir Çin dünya kültürü ya da bir Hint dünya kültürü, bir İslam dünya kültürü göreceğiz. Bunu dışlamıyorum. Bunu memnuniyetle karşılarım, ama bu zaman alacaktır, çünkü bölgesel kültürünüzü bir dünya kültürüne dönüştürmek istiyorsanız, sanat yaratmak zorundasınız, yaratmak zorundasınız, kitaplar yazmak zorundayız, dünyanın diğer bölgelerindeki diğer insanlar için çekici olabilecek bir felsefe, müzik yaratmak zorundasınız ve bu bir nesilde yapılamaz. Hatta iki nesilde bile yapılamaz. Zamana ihtiyacı var.

Avrupa bunu son 300, 400 yıldır halihazırda yaptı. Bu sadece Avrupa için değil, dünya için de bir tür mirastır ve korunmalıdır. İşte bu yüzden Avrupa egemen olmalı, bağımsız olmalı, çok kutuplu dünyada bağımsız bir kutup olmalı; ABD’nin bir tür eklentisi, kendisini Amerikan gözlüğüyle gören ve maalesef bugün olduğu gibi bir tür sömürge bilincine sahip bir tür Amerikan sömürgesi değil.

Dolayısıyla bugün sahip olduğumuz sömürge bilincinin üstesinden gelmeli ve gerçekte ne olduğumuzu, iyi yanlarımızla, kötü yanlarımızla ne olduğumuzu görmeye başlamalıyız.

Tabii ki Avrupa’da da pek çok kötü şey oldu. Sömürgecilikten bahsettiniz, özellikle de Batı Avrupa devletlerinden. Evet, kötü bir miras var ama aynı zamanda Avrupa dünyaya da bir şeyler verdi ve ikisini birlikte görmeliyiz, kötüyü ve iyiyi. Sadece bir tarafı görmek çok sağlıklı değil.

Peki sizce Almanya bu süreçte özel bir rol oynayabilir mi? Yani, Almanya’dan ve onun özel rolünden bahsettiğinizde bu biraz dehşet verici çünkü Almanya’nın üzerindeki tarihi yükler var. Ama yine de Almanya’nın Avrupa’da çok kutupluluk, çok kutuplu bir dünyada bir kutup olarak bahsettiğiniz şeyde öncü bir rol oynaması mümkün mü?

Evet, Almanya çok kutuplu bir Avrupa’da bir kutup olabilir. Elbette Fransa gibi, İtalya gibi, diğer önemli devletler ve bölgeler gibi ve böyle bir kutup da olmalı.

Tabii ki şu anda mevcut krizden, Ukrayna’daki savaştan en çok Almanya etkileniyor, örneğin yüksek enerji fiyatları Almanya’da bir tür sanayisizleşmeye neden oldu. Dolayısıyla bunu hissetmeye başladık.

Genellikle Almanya aktif devrimlerin gerçekleştiği bir yer değildir. Bizim devrimlerimiz, Alman Köylü Savaşı ya da 1918 Devrimiydi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’lerin; hepsi başarısız oldu.

Almanya’da bir devrim gerçekleştiyse, bu siyasi bir devrimdi. Tabii ki faşizmin bir tür siyasi devrim olduğunu söyleyebilirsiniz, ki bu oldukça çirkindi ve elbette bizim işaret etmek istediğimiz bir şey değil.

Ama tarihe baktığınızda Almanya’dan gelen ruhsal ya da zihinsel devrimler olduğunu görürsünüz. Örneğin Martin Luther, kilisede bir reform olan Protestanlık fikrini ortaya attı ki bu da bir tür devrimdi. Ama bu daha çok zihinsel bir şeydi, aktif bir siyasi devrim değildi.

Aynı şey, kökleri Alman düşünce tarihine dayanan sosyalizm düşüncesi için de geçerliydi. Marx, sonuçta bir Alman filozofuydu. Dolayısıyla belki bu anlamda Avrupa’dan, belki Almanya’dan bir şeyler çıkabilir. Belki bazı Almanlar bir fikir sunabilir.

Ama bence diğer Avrupa ülkeleri de önemli. Fransa önemli, devrim ve eylemlilik mirasıyla. İtalya önemli, Doğu Avrupa ülkeleri önemli.

Bence sonunda Avrupa’nın çeşitli köşelerinden bir şeylerin geldiğini göreceğiz. Bir taraftan bir fikir geliyor, diğer taraftan siyasi çalkantılar geliyor. Avrupa’nın başka bir köşesinden ise makul bir reform gerçekleştirilebilir. Sonunda birbirlerine katkıda bulunacak ve yardımcı olacaklardır.

Fakat şu anda bir yol ayrımındayız. Ya Avrupa şu anki durumunda kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek; Amerika Birleşik Devletleri’nin eklentisi olarak bir rol oynayamayacak; zenginliği azalacak, nüfusu da muhtemelen azalacak; Avrupa toplumları tutarlılıklarını ve kimliklerini kaybedecek ve Avrupa dünyanın önemsiz ve yoksul bir parçası haline gelecektir.

Bugünlerde durumu görmeye ve kendimize dönmeye başladık. Bence Avrupa’da buna ilgi duyan güçler var. Sadece normal nüfus değil, aynı zamanda Avrupa’da bulunan, Almanya’da bulunan, Almanya’da Mittelstand dediğimiz, yüz veya 800 çalışanı olan küçük ölçekli fabrikalar, fakat belirli bir üründe çok uzmanlaşmış büyük işletmeler.

Yani Avrupa’da hâlâ çok fazla zenginlik var. Yani bir şeyler yapabilecek güçler var. Bence bu süreçler halihazırda devam ediyor.

Gelecekte ne olacağını göremiyorum. Bu değişimin nasıl olacağını size tarif edemem. Belki de şaşırtıcı bir şekilde gelecektir. Tıpkı 1989’daki değişimin şaşırtıcı bir şekilde gerçekleşmesi gibi. Pek çok insan duvarın önümüzdeki 20 yıl boyunca orada duracağını düşündü ve aniden, bir gecede ortadan kayboldu.

Yani tarih tamamen öngörülemez. Tarih her zaman bir sürprizdir. Eğer geleceğe dair bir tahayyülümüz varsa, bu tahayyülün kendisini %100 göstermeyeceğinden emin olabiliriz. Tarih her zaman düşündüğümüzden farklıdır.

Ama eminim ki şu anda tehlikede olan çok şey var. 2500 yıllık tarih, 2500 yıllık yükselen kültürel karmaşıklık, gelişen medeniyet. Bunların hepsi bir hiç uğruna olmamalı. Avrupa sadece Avrupa için değil, dünya için de önemli.

Ve bence tarih, edebiyat, felsefe geleneğine bir kez daha sadık kalacak bir Avrupa dünyada saygı görecektir. Yine de, sömürgecilik vahşetinin mirasına sahibiz. Ama yine de her zaman iki taraf vardır. Bu yüzden kültürel ve entelektüel bir bilinç için bir gelecek görüyorum. Avrupa için. Belki de bu mümkündür.

Çok Okunanlar

Exit mobile version