SÖYLEŞİ

‘Avrupa tamamen ABD’ye bağımlı hale gelecek’

Yayınlanma

2008-9 mali krizi, aşırı finansallaşma, Ukrayna Savaşı, Rusya’ya karşı uygulanan iktisadi yaptırımlar, BRICS’in yükselişi ve Batı medeniyetinin ‘gerilediğine’ ilişkin düşünceler… Tüm bunların birbirleriyle bağlantılı olduğu, ABD ve Avrupa’da yükselen neomerkantilist eğilimlerin de tüm bu süreçlere hem bir tepki olarak gündeme geliyor, hem de bir sonuç.

Norveçli siyaset bilimci ve yorumcu Glenn Diesen, gerek kitaplarında, gerekse de konuşmalarında Batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği siyasi ve iktisadi liberal fikirlerin, aynı medeniyetin altını oyduğunu ileri sürüyor. Ona göre geleneksel değerler ve toplumsal fikirler ile modern toplumun gerektirdikleri arasında bir denge kurulması elzem ve günümüz Rusya’sı, tam da bu yönde ilerliyor ve ‘Avrupa medeniyetinin’ koruyucusu olarak öne çıkıyor. Rusya’yı bu mücadelede doğal müttefik olarak gören Batılı muhafazakârlar da, düşüşteki liberalizme karşı geleneksel Avrupa’ya dönerek kendilerini var etmek istiyorlar.

The Decay of Western Civilisation and Resurgence of Russia [Batı Uygarlığının Çöküşü ve Rusya’nın Dirilişi] adlı kitabınızda liberal demokrasi ve laissez-faire kapitalizmindeki iç çelişkilerin Batı uygarlığının temelini sarstığını iddia ediyorsunuz. Kulağa biraz Spengler’ci ‘Batının çöküşü’ gibi geliyor. Spengler’ci Batı medeniyeti analizi ile sizinki arasında benzerlikler olduğunu düşünüyor musunuz? Yine iki savaş arası dönem benzeri bir durum mu yaşıyoruz?

Hem evet hem hayır. Aslında Spengler’in tarafındayım, ancak bu anlamda Spengler benzersiz değil. Uygarlıkları inceleyen akademisyenlerin çoğuna değinecek olursak, hepsi aşağı yukarı aynı sonuca varma eğilimindedir; yani uygarlıklar, genellikle aşırılıkları nedeniyle kendilerini yok ederler. Çekirdeklerindeki temel kültürü tüketirler. Aslında Spengler’in tarafındayım, fakat Batının çöküşü belki de çok abartılı. Bununla birlikte Batının etrafında inşa edilen dünya düzeninden sonra, bence pek çok temel fikir kendini tüketmeye başladı.

Örneğin, kökeni Fransız Devrimine dayanan siyasi liberalizme bakalım. Hatırlayın, üç slogan vardı: Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik. Şimdi, neredeyse radikal bireycilik anlamında siyasi liberalizm etrafında çok şey inşa etme eğilimindeyiz. Ancak unuttuğumuz şey, sloganın üçüncü kısmı olan Kardeşliktir. Bunun toplumun birliğine bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Bu, birey ve grup arasında bir denge bulmamız gerektiği şeklindeki sosyolojinin bir tür temelidir. Radikal bir bireyciliğe sahip olduğunuzda, bu ortak grup kimliğini parçalamaya başlar ve sonunda grubu parçalar.

Sadece siyasi liberalizmde değil, iktisadi liberalizmde de bazı zayıflıklar görüyorum. Bu da kapitalizmin ortaya çıktığı sanayi devriminden bu yana karşılaşılan bir zorluktur. Sınırsız piyasaların son derece sorunlu olduğunun her zaman farkındayız çünkü toplum, geleneksel cemiyetin ciddi şekilde zayıfladığı piyasanın bir uzantısı haline geliyor. 1945’ten beri bunun ele alınması ve kapitalizmin bazı çirkin yanlarının kontrol altına alınması gerektiği kabul edilmektedir. 1970’ler ve 1980’lere kadar farklı bir kapitalizm biçimimiz vardı. 70’lerdeki durgunluğa tepki olarak sınırsız piyasalara geri dönüldü. Ayrıca bunların çoğunun Soğuk Savaş’tan sonra tersine döndüğüne de işaret ediyorum. Ama bence ideolojik bir kibir, piyasaların her şeyi yapabileceği varsayımı vardı. Bunlar liberalizmin aşırılıklarıydı ve hem iktisadi hem de siyasi açıdan toplumsal uyumu göz ardı ediyordu. Ve bence medeniyette pek çok çürümeyi yaratan da budur.

Medeniyetler üzerine çalışan akademisyenlerin bir diğer ortak noktası da medeniyetlerin yıldızlara benzediğine işaret etmeleridir. En parlak oldukları zaman, ölmekte oldukları zamandır. Roma İmparatorluğu’ndan da bunu öğreniyoruz. Zirvede olduğu zamanlarda, çoktan başlamış olan çöküşün üstünü örten pek çok aşırılık, pek çok kendini beğenmişlik vardı. Yani evet, kitabın temalarından biri de bu. Bunun önemli bir sorun olduğunu görüyorum.

Bir devletin diğerleriyle rekabet edebilmek için Gemeinschaft ve Gesellschaft arasında denge kurması gereken bir uluslararası sistem tasvir ediyorsunuz. Piyasalar küreselleştikçe ve devlet küçüldükçe, daha geniş bir devlet müdahalesine acil ihtiyaç duyuluyor. Sizce ABD’de son dönemde yeniden sanayileşme ve neo-merkantilizm tartışmaları ve Batıya yönelik sözde Çin ve Rusya tehdidinin kullanılması bu salınımın örnekleri mi?

Bence neomerkantilizme dönüş, iktisadi gücün uluslararası dağılımının bir yansımasıdır. Çünkü tarihsel olarak liberal iktisadi sistemlerin, 19. yüzyılda Britanya ya da 20. yüzyılda ABD gibi açık bir hegemonya olduğunda evrimleştiğini ya da geliştiğini görüyoruz. Bu koşullar altında hegemonun güven yaratmak gibi bir çıkarı vardır. Çünkü uluslararası sisteme güven duyulduğunda ülkeler her şeyi kendileri kontrol etmek istemeyecek, daha fazla entegrasyon, daha açık sınırlar bekleyeceklerdir. İktisadi hegemonun da en güçlü olduğu dönemde bunu desteklemekte çıkarı vardır.

Dolayısıyla, yine Britanya ve ABD ile birlikte, önde gelen teknolojileri kontrol ettiklerinde liberal ekonomiyi benimsediler. Bu önemlidir çünkü eğer iktisadi olarak baskın bir güçseniz serbest piyasalara sahip olmak çok idealdir. Çünkü düşük maliyet ve yüksek kalite ile tanımlanan olgun endüstrilere sahipsinizdir. Ve düşük kalite ve yüksek fiyatlarla tanımlanan dünyanın geri kalanı olan yeni doğan pazarlarla rekabet ediyorsanız, açık pazarlar ya da sınırsız pazarlar ve serbest ticaret diğer ülkelerdeki talebi karşılayacaktır.

Örneğin, İngilizler Tahıl Yasalarını yürürlükten kaldırarak serbest piyasayı benimsediklerinde, parlamentoda çok açık bir şekilde, “Dinleyin, bu harika. Dünyanın geri kalanı bizim için sömürge gibi olacak, çünkü serbest piyasalarda bize karşı rekabet edemezler, mamul mallar için bize bağımlılar ve gerisini onlar halledebilir,” diyorlardı. Aynı şey Amerika Birleşik Devletleri için de geçerliydi.

Dolayısıyla, hegemon olduğunuzda serbest ticareti benimsemek için bir gerekçe vardır. Sizin teknolojilerinizi kullanacaklar, deniz koridorları üzerindeki kontrolünüze güvenecekler, bankalarınızı ve para biriminizi kullanacaklar, dolayısıyla güvende bir çıkarınız var.

Bununla birlikte, her zaman gördüğümüz şey yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada hegemon bir ikileme düşer. ABD olsaydınız, Çin gibi otoriteye meydan okuyabilecek yeni güçlerin yükselmesine izin verir miydiniz? Hayır. Bu noktada, rakiplerin yükselişini zayıflatmak zorundasınız. Teknolojik özerkliğini geliştirme yeteneğini baltalamalısınız. Ulaştırma koridorlarına olan güvenini tehdit etmek, uluslararası rezerv para birimine, bankalara vs. erişimini baltalamak istiyorsunuz. Sadece Çin değil, tabii ki Rusya da bunun için önemli.

Fakat sorun şu ki, ABD bir kez uluslararası ekonomi üzerindeki idari kontrolünü silah haline getirmeye başladığında, diğer ülkelerin ayrışması için teşvikleri de artırıyor. Ve sanırım şu anda gördüğümüz de bu. Türkiye ya da Hindistan gibi Amerika’nın dostları bile onun tek taraflı yaptırımlarına uymazlarsa ABD tarafından cezalandırılacaklar. ABD bu kontrolünü ne kadar silah haline getirirse, ülkelerin ondan uzaklaşmak için o kadar teşvik edildiğini göreceksiniz. Ve bence bu konuda gerçekten gördüğümüz şeylerden biri de bu, örneğin sadece Rusya’ya yaptırım uygulanmıyor, herkesin banka hesapları ve parası elinden alınabilir.

Dolayısıyla liberal ekonominin düşüşte olduğunu görüyorum ve hegemon gittiğinde başkalarına bağımlılığımızı azalttığımız, kendi para birimlerimizi, kendi teknolojik egemenliğimizi aradığımız neomerkantilizme dönme eğilimindeyiz. Bu ille de olumlu bir şey değildir, zira pek çok çatışma ortaya çıkabilir. Fakat devletlerin çıkarları bu noktada kesişir.

Yani Biden yönetiminin ya da bir sonraki yönetimin Çin ve Rusya’ya karşı aynı politikaları izleyeceğini düşünüyorsunuz.

Evet, Beyaz Saray’da kimin oturduğunun önemli olduğunu düşünmüyorum. Trump Çin’e karşı tüm bu ticaret savaşlarını başlattığında, Biden, Clinton, hepsi, “Ne yapıyor? Bu bir Soğuk Savaş,” diyordu. Fakat Trump gittikten sonra Hillary Clinton Foreign Affairs’de makaleler yazarak, “Güçlü sanayi politikalarına ihtiyacımız var,” dedi ki bu neomerkantilizmdir. Teknolojik ilerlemelerinizi finanse etmek için devleti yanınıza alırsınız, iktisadi kaynaklarınızı kullanırsınız, düşmanlarınızı zayıflatmak için bunu devlet gücüyle uyumlu hale getirirsiniz. Yani tamamen aynı politikaları izliyorlar. Biden’dan sonra kim gelirse gelsin, aynı şeyi yapacaklar.

Bu durum Amerika’nın çıkarına olmayabilir. Çünkü şu anda bir ikilem içindeler: ya bu tek kutuplu düzene tutunmaya çalışacaklar, her ne kadar artık ele almaları gereken çok kutuplu gerçekler olsa da; ya da buna tutunmaya çalışırlarsa, diğer güçlerin yükselişini engelleyerek, o kadar istismarcı olacaklar ki, dünyanın geri kalanını daha fazlasını yapmaya, kendi ilişkilerini daha hızlı çeşitlendirmeye teşvik edecekler.

Bana göre ABD için en iyi politika, savaşmaya çalışmak yerine ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu çok kutuplu bir sistemi kolaylaştırmaya yardımcı olmaktır. Çünkü bir kez savaşırlarsa, ABD’ye karşı çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıktığını göreceklerdir. Bunu şimdi BRICS ile görüyorsunuz. Onlar çok netler. ABD dolarına bağımlılığı durdurmak istiyorlar. Hepsi Amerika’dan gelen ortak bir tehdit görüyor. Sizin istediğiniz bu değil. Diğer aktörlerin birbirini dengeleyebileceği ve sizi, yani ABD’yi yalnız bırakabileceği çok kutuplu bir sistemin ortaya çıkmasını istersiniz. Şu anda bunu yapmıyorlar. Bana göre ABD için ideal bir politika izlemiyorlar.

BRICS zirvesi hakkında bir soru sormak istiyorum. Genişleyen bir BRICS bloğu G7 ve NATO ile başa çıkabilir mi?

Evet, bence öyle. Çünkü Amerikalıların İngiliz hegemonyasını zayıflatmak için denedikleri politikaların aynısını izleme eğilimindeler. Unutmayın ki İngilizler baskınken, özellikle de 1800’lerin başında, Amerikalılar Amerikan sistemi adını verdikleri bir sistem geliştirdiler. Üç ana sütunları vardı: Bir imalat sanayine ihtiyacımız var dediler; kendi daha verimli ulaşım koridorlarımıza, yollarımıza ve limanlarımıza ihtiyacımız var; ve tabii ki ulusal bankanıza sahip olmalısınız.

Aynı şeylerin şu anda açık bir şekilde lider olan Çin’den geldiğini görüyoruz. İlk olarak, dördüncü sanayi devrimiyle ilişkili yeni teknolojilerin çoğunda teknolojik liderliği ele geçirmek için çok iddialı bir sanayi politikası izliyorlar. Ayrıca fiziksel bağlantı için Kuşak ve Yol Girişimine, ABD baskısına karşı savunmasız olmayan yeni ulaşım koridorlarına trilyonlarca dolar akıttıklarını görüyoruz. Üçüncüsü ise, yeni ulusal bankaların ya da yeni kalkınma bankalarının geliştirilmesi, para birimi olarak ABD dolarından uzaklaşılması ve aynı zamanda yeni ödeme sistemlerinin kurulması, ABD tarafından bir silah olarak kullanılabilecek SWIFT’e bağımlı olunmaması gibi finansal boyutlardır. Yani bunu zaten yapıyorlar.

Bence BRICS bu fikirleri daha da geliştirecek bir kurum haline geliyor, yani dünyanın ulusal kaynaklarının çoğunu, dünya nüfusunun çoğunu ve ticaretin çoğunu kontrol eden çok sayıda ülkeyi bir araya getiriyor. Birbirleriyle işbirliği yapmak için kendi ulaşım koridorlarını, kendi bankalarını ve yeni teknolojik merkezlerini kurabilirler. Çok fazla potansiyel var. Bence amaç da bu.

Ben bunu G7 ile aynı şekilde bir ittifak olarak görmüyorum çünkü G7, ABD liderliğinde Batının kolektif hegemonyası için birlikte çalışıyor. BRICS’in farklı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çok kutupluluğu kolaylaştırıyorlar ki bu da tek bir baskın gücün olması gerekmediği anlamına geliyor. Aldıkları üyeler de bunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Suudiler ve İran çok iyi dost değiller. Fakat bu, üçüncü bir tarafa bağımlı olmak yerine farklılıkları çözmenin bir yoludur.

Dolayısıyla BRICS’in gerçek bir talebi karşılama potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum ki, bu gerçek talep, son 30 yılda geliştirilen ve artık dünyanın çok kutuplu hale geldiği gerçeğini yansıtmayan tek kutuplu bir dünya düzenine sahip olmak yerine çok kutupluluktur. Dolayısıyla bu mevcut gerçekliği yansıtan kurumlara ihtiyacımız var. Amerikalılar reform yapmayacaklar, dolayısıyla bu geçişi kolaylaştırmak için paralel kurumların ortaya çıktığını görüyorsunuz.

Size Ukrayna Savaşı hakkında da bir soru sorayım. Avrupa’nın endüstriyel çıkarları Rusya’dan kopmakla çeliştiği halde Avrupa hükümetleri Ukrayna konusunda neden ABD’nin yanında yer alıyor? Bu savaş nasıl sona erebilir? Ukrayna ordusunun bu savaşı kazanma şansı var mı?

Hayır, zannetmiyorum. Cephe hattına bakacak olursak, bu bir yıpratma savaşıdır, ki bu yanlış bir şekilde toprak savaşı olarak yorumlanmaktadır, fakat bu bir yıpratma savaşıdır, yani düşmanı tüketmeye çalışırsınız. Cephe hattındaki zaiyat oranlarına bakarsanız, Ukrayna tarafı büyük acı çekiyor.

Şu anda gördüğümüz şey, Ukrayna ordusunun kendini tükettiği ve Rusların cephe gerisinde güçlü bir kuvvet oluşturduğudur. Fakat Ukrayna, savaşa doğrudan girmesi halinde NATO ile birlikte olası bir savaşa da hazırlanıyor. Birçok husus var. Ama bu nedenle Rusların da biraz geri çekilme zorunluluğu var.

İşin matematiğine, zayiat oranlarına bakacak olursanız, yaralanan ya da ölen her Rus askerine karşılık Ukrayna tarafında sekiz asker var. Bu savaştaki kayıpların çoğu topçu ateşinden kaynaklanıyor. Rusların sekiz ila on kat daha fazla topçusu var, şimdi sekiz ila on yıpranma oranı görüyoruz. Bu yüzden Ukraynalılaırn kazanacağını düşünmüyorum. Ayrıca Batının silah depolarının tükendiğini görüyorum. Ayrıca savaş yorgunluğu da baş göstermeye başladı. İnsanlar savaşa daha az ilgi duymaya başladı.

Bence Avrupa tek kutupluluğa ve Amerikan hegemonyasının devamlılığına dayalı bu dünya düzenine tamamen güveniyor. Bence bu işin başında Amerikalılar Avrupalılara şunu sattılar: “Ukraynalılara silah vereceğiz, Ruslara yaptırım uygulayacağız, hafta sonuna kadar Rus ekonomisi çökecek ve uluslararası sistemde otoritemizi yeniden tesis edeceğiz, çok kutupluluk olmayacak.” Bence Avrupalılar başlangıçta neye bulaştığımızı bilselerdi, daha temkinli olurduk. Çünkü şu anda Avrupa’da büyük iktisadi sorunlar, Almanya’nın sanayisizleşmesini görüyoruz.

Sanırım Avrupa’da ne olacağı çok önceden tahmin edilebilirdi çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’daki bu ayrım çizgilerini korumaya ve onları Rusya’ya yaklaştırmaya karar verdik ve bu da savaşı tetikledi. Sorun şu ki Avrupa zayıflayacak, kendini daha fazla yoracak ve bu hem Avrupalılar hem de Ruslar için kötü olacak. Çünkü artık Avrupalılar biraz daha ABD koruması altına çekilmek zorunda kalacaklar ve bunun olduğunu zaten gördük, ABD güvenliğine daha bağımlı hale geldiler. Bu da Amerikalıların Avrupalılar üzerinde daha fazla güce sahip olduğu anlamına geliyor. Şimdi bu güvenlik bağımlılığını iktisadi bağlılığa dönüştürüyorlar. Avrupalılara Ruslarla ilişkilerini kesmelerini söylediler. Şimdi de Avrupalılara Çinlilerle ilişkilerini kesmeleri için baskı yapıyorlar.

Avrupa’ya ne olacak? Tamamen ABD’ye bağımlı olacaklar ki bu da özerklik ya da Avrupa’nın bağımsızlığı ile ilgili tüm hayallerin yok olması anlamına geliyor.

Bu arada Rusya’nın başka sorunları da var. İdeal olarak ortaklıklarını çeşitlendirmek istiyor, mümkün olduğunca çok ortağa sahip olmak istiyor ki kimseye aşırı bağımlı olmasın. Fakat şimdi, Çin’e başlangıçta umduklarından çok daha fazla bağımlı olacaklar. Yine de Çin, Rusya’nın en önemli ortağı, dolayısıyla bunu çözmeye çalışacaklar.

Genel olarak, bölünmüş Avrupa zayıfladı, ya ABD’ye ya da Çin’e daha bağımlı olacak.

Size göre Rusya şu anda birbiriyle çelişen iki gerekliliği, yani ‘irrasyonel’ geleneksel toplum ile ‘rasyonel’ karmaşık toplumu dengeliyor ve devrimci Sovyet deneyinin aksine kendisini Avrupa medeniyetinin savunucusu olarak konumlandırıyor. Avrupa’daki ‘popülizm’ ile Rusya arasında kurulacak bir ittifakın Batının çöküşünü tersine çevirebileceğini düşünüyor musunuz?

Bence Avrupa’da askerileştirilmiş bir bölünme çizgisine sahip olmak onu kesinlikle zayıflatacak, bu kıtayı büyük güçlerin kullandığı yeni bir Ortadoğu haline getirecek ve fiilen bir satranç tahtasına dönüştürecektir. Ukrayna’da zaten bunu gördük. Ve Ukrayna’daki bu sorun tüm Avrupa’ya yayılacaktır.

Rusya’nın kendi toplumsal sorunları var. Rusya birçok nedenden ötürü kesinlikle daha muhafazakâr bir çizgiye doğru ilerliyor. Rus tarihinin en önemli sorunu çok bölünmüş bir ülke olması. Yüzlerce yıl Moğol boyunduruğu altında yaşadı. Ve sonra Moskova knezliği. 1700’lerde Rusya’yı bir Avrupa ülkesi olarak yeniden keşfettiler. Kendi geçmişlerinden koptular, alfabeyi, giyimlerini, görünüşlerini, konuşmalarını, her şeyi değiştirdiler. Bu Rusya’yı ikiye böldü. Rusya’nın ne olduğu hakkında iki fikriniz vardı. Ve Bolşevik Devrimi. Şimdi komünist bir Rusya fikriniz var. Bir de 1990’larda liberal bir Rusya fikri var.

Sorun şu ki, bu kadar bölünmüş bir ülkeye sahip olduğunuzda, muhaliflerinizle birlikte çalışmaz, onları ezmeye çalışırsınız. Bu demokrasi için iyi değildir, iç bütünlük için de iyi değildir. Ve dış güçlerin iç bölünmeleri istismar etmesine karşı çok savunmasızsınız, açıkçası Batıda biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Rusya, Rus tarihinin son 1000 yılını birleştirmeye çalıştığı bu yeni muhafazakâr yolu izliyor.

Yani Dostoyevski’nin 1800’lerde savunduğu şeyi etkili bir şekilde yaparak: Rus tarihinin tüm bu farklı parçaları aynı Rusya’nın parçalarıdır. Rusya Avrupalı olacak, Avrasyalı olacak, sosyalist bir geçmişe sahip olacak, bir miktar liberalizme sahip olacak. Dolayısıyla Rusya, Batıdaki liberalizmin aşırılıkları olarak gördükleri şeyleri büyük ölçüde reddedecektir. Çünkü Batıda bizim farklı bir sorunumuz var ve bu yüzden Ruslar bunu bir şekilde Bolşevik Devrimi ile kıyaslıyorlar, ki biz de kendi geçmişimizden uzaklaşıyoruz.

Liberal ulus-devlet çok güçlü bir araçtı. Gruba dayanıyordu. Kültür, dil, tüm bunlar açıkça grup içinde bir iç bütünlük yaratıyordu. Ama aynı zamanda bunun üzerine bireyciliği, bireysel özgürlüğü, çok istikrarlı ve aynı zamanda ilerici olan bir şeyi inşa ediyorsunuz. Bununla birlikte, son birkaç yıldır Batıda pek çok kişi bireyciliğin ya da liberalizmin ulus-devletlerden etkin bir şekilde ayrıştığından endişe ediyor. “Ulusal kültüre ihtiyacımız yok, biz çok kültürlüyüz. Laikliğe ihtiyacımız yok, devlet ve kiliseyi birbirinden ayırmak yeterli değil, kiliseyi toplumun tamamen dışına itecek radikal bir laikliğe ihtiyacımız var.” Dolayısıyla, bu tür pek çok şey bölünmeye neden oluyor.

Rusya ile Batılı muhafazakârlar arasındaki olası yakınlaşma hakkında söylediklerim, ki bence özellikle Trump ya da Tucker Carlson gibi Amerikalı muhafazakârlara bakarsanız bunu zaten görebilirsiniz. Belki daha az ölçüde Macaristan’dan [Viktor] Orban’a da. Bu muhafazakâr Rusya’nın da bizim gibi benzer sorunlarla uğraştığını düşünüyorlar. Çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’yı birleştirmek yerine yeniden bölmeye karar verdik. Yeni ayrım çizgisi komünizme karşı kapitalizm değil, liberalizme karşı otoriterlik. Bu da Rusya’yı baş düşmanımız haline getirdi.

Muhafazakârlar Rusya’yı etkin bir şekilde muhafazakâr bir devlet olarak görüyor. Bu da bölünmeleri tamamen değiştiriyor. Çünkü eğer çatışma liberalizm ve muhafazakârlık arasındaysa, Rusya başlıca düşmanımız olmaktan çıkıp önemli bir müttefikimiz haline geliyor. Dolayısıyla ideolojik temelde pek çok muhafazakârın artık Ruslarla ortak bir davaya sahip olduğunu görüyorsunuz.

Ancak bunun da ötesinde, 1990’ların sona erdiğine dair sağduyu var. Her türlü hegemonya arzusu tükendi. Gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğine dair bir kabul var. Ve bu gerçeklik, NATO’yu Rusya sınırına kadar genişletebileceğiniz ve bunun istikrar için bir reçete olacağı fikrinin gerçekleşmeyeceğidir. Dolayısıyla şu anda Batıyı bu açıdan bölen pek çok şey olduğunu düşünüyorum.

Çok Okunanlar

Exit mobile version