AVRUPA

Avrupa’nın ‘illiberal demokrasi’ sorunu

Yayınlanma

Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partili (PiS) cumhurbaşkanı Andrzej Duda, uzun süredir tartışma konusu olan pandemiden çıkış yardım fonlarının serbest bırakılması meselesinde çok sert bir açıklama yaptı. Duda, bundan böyle Avrupa Komisyonundan gelen tekliflere cevap vermeyeceğini, ilgili fon için gereken tüm adımları attıklarını söyledi. Polonya lideri daha da ileri giderek, Brüksel’deki bir grup “sol liberal” siyasetçinin ülkede bir iktidar değişikliği istediğini iddia etti.

Brüksel’in Polonya’ya ayırdığı kurtarma fonu 36 milyar avro civarındaydı, ama bu para uzun süredir “hukukun üstünlüğüne” uygun davranmadığı gerekçesiyle Varşova’nın eline geçmiyordu. Polonya planı sonunda onaylandı; Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise paranın verilmesini yine “reform” şartına bağladı.

Avrupa Komisyonu geçen yılın Kasım ayında, Varşova’nın, AB tarafından alınan Polonya Disiplin Dairesinin faaliyetlerini sona erdirme kararına uymayı reddetmesi nedeniyle Polonya’ya sağlanan 100 milyon avroluk AB fonunu dondurmuştu. 15 Temmuz’da PiS hükümeti, Yüksek Mahkeme hakkındaki yasada yapılan değişiklikleri kabul etti ve disiplin kurulunun çalışmasına son verdi. 2017 yılında kurulan Disiplin Dairesi, hükümet tarafından yargıda reform olarak sunulmuştu. Daire, muhalefet ve AB tarafından ise hükümet çizgisine uymayan bağımsız yargıçların hizaya çekilmesi olarak değerlendirilmişti. Dairenin mahkeme hüviyeti yoktu, bunu hem Polonya Anayasa Mahkemesi hem de AİHM kayıt altına aldı. AB bu Daire nedeniyle Polonya’ya günlük 1 milyon avro ceza vermeye bile başlamıştı. Duda bunun üzerine Daireyi kapatıp “profesyonel sorumluluk dairesi” kurma kararı aldı. Muhaliflere göre bu da aynısının bir değişiği.

Brüksel’e karşı ‘isyan’ın lideri olarak Polonya

2000’lerin başında kurulan Polonya’nın iktidar partisi PiS, yıllar içinde bugün artık “sağ popülist” olarak adlandırılan siyasi pozisyonun Avrupa’daki en önemli temsilcilerinden biri haline geldi. İlk başlarda standart bir “Hıristiyan Demokrat” parti olacağı düşünülüyordu, Katolik Kilisesi ile de arası iyiydi. 2015’teki seçim zaferinden sonra ise eleştiriler hem içeride hem dışarı yükseldi: PiS, Polonya’nın “demokratik kurumlarına” saldırıyordu, hukuk düzenine aykırı hareket ediyordu, Anayasa Mahkemesine müdahale ediyordu, insan haklarını ve özgürlükleri kısıtlıyordu, ülkenin borcunu artırıyordu. Özetin de özeti, PiS yönetimi, 1980’lerde ortaya çıkan ve sosyalizmin çözülmesinden sonra da hükümetlerin genel olarak uyum sağladığı “Yuvarlak Masa toplantıları konsensüsü”ne aykırı davranıyordu.

Neydi bu konsensüs? Dört başlık altında toplayabiliriz: Birincisi, demokratikleşme ve desantralizasyon; ikincisi, sosyalist ekonominin “verimsizliği” ve buna çare olarak özel mülkiyetin merkezde yer alacağı hızlı bir serbest piyasacı kapitalist ekonomiye geçiş süreci; üçüncüsü, ikincisiyle bağlantılı olarak “acı reçete”nin kabulü ve IMF ile Dünya Bankası gözetiminde kemer sıkma siyasetleri; ve dördüncüsü, dış siyasette ABD ile iyi ilişkiler, AB mekanizmalarına entegrasyon ve NATO üyeliği değişmez ilkelerdi.

PiS öncesi hükümetler, sert bir özelleştirme programına ve IMF-Dünya Bankası merkezli neoliberal saldırı politikalarına sorgusuz sualsiz itaat etmişlerdi. 1990’ların başındaki Şok Terapisinin ardından 1997’de başlatılan reform süreci, neoliberal gündemi yerleştirmiş ve milyonlarca Polonyalının yaşam standartlarında ciddi bir düşüşe neden olmuştu.

İşte PiS’in 2005’te koalisyonla başlayan ve 2015’te tek başına iktidarla sonuçlanan yürüyüşü bu koşullar altında başlamıştı. Antikomünizm ve Rusya düşmanlığı konusunda kendisinden öncekilerden daha sert olan PiS, 2015 seçimlerinde “iktisadi yurtseverlik” adı altında neoliberal amentüden sapma vaadiyle seçmenlerin karşısına çıkmıştı. Bu kapsamda bankaların ve çokuluslu şirketlerin gücünün azaltılmasının yanı sıra, 1989’dan beri görülmedik bir “sosyal transfer” kampanası da öne sürülüyordu: Emeklilik yaşının düşürülmesi, tek çocuktan fazla çocuğa sahip ailelere mali destek, vergi düzenlemesi ve saatlik asgari ücret. Buna, eşcinsel evlilikleri serbest bırakan yasaya itiraz, AB’nin göç ve çok kültürlülük politikasına eleştiri, ulus-devletin güçlendirilmesi ve Hıristiyan değerlerinin korunması gibi kültürel politikalar da eşlik ediyordu. Polonya Halk Cumhuriyeti döneminden kalma, komünizmle bağlantılı sokak isimlerinin değiştirilmesi bir yana, Polonya’nın sosyalist geleneklerinden kalma sokak isimlerini bile değiştirecek kadar komünizm düşmanlığı da cabası.

Nitekim, Varşova’nın Brüksel’e karşı açtığı isyan bayrağının üzerinde, faşizm, komünizm ve LGBT’yi özdeşleştiren ve bunların hepsine karşıtlığın altını çizen bir ideolojik bulamaç yer alıyor. Bu noktada şu da söylenmeli: İlk PiS iktidarının (2005-2007) devrilmesinde, sert neoliberalizmin hâlâ kendilerine faydası olduğunu ve zenginleşebileceklerine kanaat getirmiş kenti-eğitimli profesyonel tabakaların önemli bir rolü olmuştu. Bu grup, kredi çekip ev alan, Polonya’nın kötü sağlık sisteminden kurtulmak için özel sağlık sigortaları yaptıran, özel okullarda okuyan ya da çocuklarını buralara yollayan kişilerden oluşuyordu. Avro Bölgesi krizi, bu kesimlerin de umutlarına darbe vurdu: ekonomisi komünizmin yıkılmasından sonra devamlı büyüyen, 2000’li yıllarda ise bu büyümenin tepe noktasına çıktığı Polonya, 2010’lu yıllara iktisadi yavaşlamayla giriyordu. PiS’i kuyruğuna teneke bağlayarak gönderenler, 2015’te onun “milli kapitalizmine” iki mühür birden basıyorlardı.

AB ile Polonya arasındaki gerilimin kaynağı da bu. Polonya’nın 2. Dünya Savaşı nedeniyle Almanya’dan 1,26 trilyon dolarlık tazminat istemesinin arkasındaki gerilim de bu. Polonya liderliği, “Almanya eşittir AB” denklemiyle hareket ediyor. İşte bu durum, Rusya karşıtlığıyla birleşince ilginç bir hareket alanı sağlıyor Varşova’ya: Rusya karşıtı Anglo-Amerikan ittifakı, Baltık ülkeleriyle birlikte Polonya’ya özel bir rol biçiyor. Dahası, AB’den ayrılan Britanya, Polonya’yı içine alan AB-dışı bir Doğu Avrupa ittifak sistemini perçinlemek istiyor.[1] Hal böyle olunca, Polonya hem Rusya, hem de Almanya’ya karşı sesini yükseltebiliyor.

Ses yükseltmek demek belki hafif kaçıyor: PiS lideri Jarosław Kaczyński, geçen Ağustos ayında, Avrupa’yı yönetmek üzere tasarlanan bir Alman-Rus planı olduğunu ve Polonya’nın bu plana uymadığını söylemişti. Kaczyński, Polonya muhalefetinin de bu plana uygun davrandığını ve ülkeyi “komşu güçlere itaakâr” hale getirmek istediğini ileri sürmüştü. Aynı Kaczyński, geçen sene de AB’nin “Dördüncü Alman Reich’ı” haline dönüştüğünü söyleyerek şimşeklerini üzerine çekmişti. Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro ise yakın zamanda daha da ileri giderek Almanya’nın Polonya’da bir “sömürge hükümeti” istediğini savunmuştu. 

Macaristan anlaşma peşinde

Brüksel için baş ağrısı sayılan bir diğer “illiberal” ülke ise Macaristan. Fidesz lideri Viktor Orban, geçen Nisan ayında %54,13’lük seçim zaferinin ardından yaptığı konuşmada, zaferlerinin Ay’dan, hatta Brüksel’den bile görüldüğünü söyleyerek AB merkezine gönderme yapmıştı. Orban, zaferi kimlere karşı kazandıklarını da açıklamıştı: Solcular, Brüksel’deki bürokratlar, George Soros, uluslararası ana akım medya ve hatta Ukrayna Devlet Başkanı.

Orban, 2014 yılında yaptığı bir konuşmada hedefinin “ulusal kurumlara dayalı bir illiberal demokrasi inşa etmek” olduğunu söylemişti. Orban’a göre, 2008 küresel ekonomik krizi, liberal demokratik devletlerin küresel olarak rekabet edebilir olmadığını göstermişti. “Refah toplumları”nı, “istihdam/çalışma toplumları”na dönüştürmek istediğini söyleyen Macar lider, daha önce de enerji şirketleri ve bankalarla başa çıkabilmek için merkezi kontrolün artması gerektiğini belirtmişti. Orban, “borç köleliği”nden kurtulmak ve Macaristan’ı “AB’nin sömürgesi” haline getirmemek için uğraşıyordu. Toplumu düzenlemede dünyaya liberal yoldan bakmayı terk etmekten bahsediyordu.

Bununla birlikte, iktidarını perçinleyen Orban’ın Almanya ile yeni bir sayfa açmak istediği görülüyor. Ekim ayında Berlin’e giden Fidesz lideri, geçen sene Almanya’nın yeni şansölyesi seçilen Olaf Scholz ile görüştü. Sonrasında Orban görüşmeyi “verimli” olarak nitelendirse de ortak bir basın toplantısı düzenlenmemesi dikkat çekti.

Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun Orban’la yan yana gelmek istememesi anlaşılır olsa da iki ülkenin de şu anda “birlik” mesajı verdiği görülüyor. Macaristan da, tıpkı Polonya gibi, Avrupa Komisyonunun pandemi çıkış fonlarını durdurma tehdidiyle karşı karşıya. 19 Kasım’da karara bağlanacak fon akışı, Budapeşte için hayati önemde ve bu konuda Berlin’in onayını alması her şeyden önde geliyor.

Orban, Alman sanayisinin Rusya karşıtı yaptırımlar nedeniyle büyük zarar görmesi nedeniyle, Alman iş dünyasından kendi yaptırım karşıtı pozisyonuna destek bulabileceğini umuyordu. Almanya, hâlâ Macaristan’daki en büyük dış yatırımcı ve ülkenin ana ticaret ortağı. Fakat Orban’ın umduğunu bulamadığı görülüyor: Berlin’de yapılan iş dünyası forumuna katılan Orban’a Alman sanayicileri pek yüz vermedi. Alman Doğu Sanayi ve Ticaret Birliği Başkanı Philip Hausmann, Alman sanayisinin bir bütün olarak Rusya karşıtı yaptırımları desteklediğini söyledi. Hausmann bir de Alman-Macar iş ortaklığının tehlikede olduğu uyarısında bulundu. Ona göre, Macar hükümetinin gittikçe artan “illiberal” iş yapma pratikleri bu ortaklığı bozuyordu. Orban ise, “Bizimle işbirliği yapan kazanır,” demekle yetindi.

Almanya, Fransa, İtalya’da son durum

Geçtiğimiz hafta, Almanya ile Fransa arasındaki gerilimin gazete sayfalarına nasıl taşındığı buralarda pek hissedilmemiş olabilir. Ama Fransız basınındaki histeri o raddeye ulaştı ki, ülkenin en eski finans gazetesi Les Echos’ta, “Fransa ile Almanya arasında savaş tekrar mümkün hale geldi,” manşeti atıldı.

Ne olmuştu? Alman-Fransız ortak kabine toplantısı iptal edildi, Scholz ile Macron kameraların karşısına çıkmaktan kaçındı. Güncel çelişkiler belirgin: Yükselen enerji fiyatları ve Almanya’nın tek taraflı sübvansiyon kararı, ortak borçlanmanın artırılmasına itirazı… Tüm bunlar, Paris’in kaşlarının kalkmasına neden oluyor. Dahası, Olaf Scholz’ün Çin ziyareti de Emmanuel Macron tarafından hoş karşılanmadı: Macron’un Scholz’e “Avrupa’nın birlik olduğu görüntüsü vermeyi” teklif ettiği ve Alman Şansölyesi’nin bu teklifi reddettiği belirtiliyor. Fransa, AB’yi jeopolitik bir merkez haline getirmek ve ABD ile Çin’e karşı ağırlık oluşturmak için iki ülkenin özel bir ilişki geliştirmesi gerektiğini savunuyor. Üstüne üstlük, son birkaç on yılda Fransa’nın iktisadi olarak kadim rakibinin epey gerisinde kaldığı da görülüyor.

Almanya’nın pek oralı olmadığı anlaşılıyor. Askeri ve iktisadi olarak ABD’ye boyun eğen Almanya’nın, Fransa ile giriştiği ortak savunma projelerinde de bir duraklama olduğu görülüyor. Fransızların bakış açısından Almanlar şöyle düşünüyor: Eğer Avrupa merkezli bir savunma sanayisi geliştirilecekse, bu Amerikan kontrolü altındaki bir Alman sanayisi olmalıdır. Öbür türlü, böyle bir savunma sanayisi olmamalıdır. İki ülkenin AB’nin “stratejik özerkliği”nden anladığının bir hayli farklı olduğu açık.

Diğer güçlü ülke İtalya’da ise Brüksel’de “korku” uyandıran yeni sağcı iktidarın pek korkutucu olmadığı düşünülüyor. Başbakan seçilmesinin ardından Brüksel bürokratlarıyla ilk kez görüşen Giorgia Meloni, diyaloğu “çok samimi ve çok olumlu” olarak nitelendirdi. Meloni, yükselen enerji fiyatlarıyla ortak mücadele ve Rusya’ya karşı Ukrayna’ya destek konusundaki AB yanlısı pozisyonunu koruduğunu yineledi. Meloni kendini pragmatik, ılımlı ve ana akım bir siyasetçi olarak AB’ye sunuyor.

[1] Bir İtalyan gazetesinin iddiasına göre, Birleşik Krallık bir süredir Baltık ülkeleri, Polonya ve Ukrayna’dan oluşan bir “Avrupa Milletler Topluluğu” kurma isteğinde. Daha da ilginci, gazeteye göre, topluluk kurulduktan bir süre sonra Türkiye de buna eklenecek. Haber için bkz. https://kafkadesk.org/2022/05/30/uk-proposes-european-commonwealth-with-poland-ukraine-and-baltics/.

Çok Okunanlar

Exit mobile version