DÜNYA BASINI

“Batı güdümlü uluslararası sistemin son nefesi…”

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Japonya’daki Osaka Jogakuin Üniversitesi’nde İnsan Hakları ve Barış Çalışmaları Profesörü Saul J Takahashi tarafından kaleme alındı. İsrail’in Gazze’deki suçlarına Batılı hükümetlerin yaklaşımından yola çıkarak “kuralla dayalı düzeni” sorgulayan Takahashi’ye göre bu düzenin sonuna yaklaşıldı:

***

Gazze, Batı liderliğindeki dünya düzeninin mezarı olacak

Batı, İsrail’in Gazze’deki zulmünü destekleyerek güvenilirliğinden geriye kalanları da yok etti ve liderlik ettiğini iddia ettiği ‘kurallara dayalı’ dünya düzenini geri dönüşü olmayan bir noktaya getirdi.

Saul J Takahashi

Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Güney Afrika’nın İsrail’in Soykırım Sözleşmesini ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanında açtığı dava tarihe geçecek. Ya haydut bir devletin uluslararası hukuku tekrar tekrar ve uzun süredir ihlalinden nihayet sorumlu tutulmasına yönelik ilk adım olarak hatırlanacak; ya da işlevsiz, Batı güdümlü uluslararası sistemin son nefesi olarak.

Zira Batılı hükümetlerin (ve bir bütün olarak Batılı siyasi elitin) ikiyüzlülüğü; liderlik ettiklerini iddia ettikleri sözde “kurallara dayalı dünya düzenini” nihayet geri dönüşü olmayan bir noktaya getirdi. İsrail’in Gazze’deki soykırım saldırısına Batı’nın verdiği tam destek, Batı’nın insan hakları ve uluslararası hukuk konusundaki çifte standardını gözler önüne serdi. Bunun geri dönüşü yok ve Batı’nın tek suçu kendi kibri.

İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar, akıllı telefona erişimi olan herkes için gün ışığı gibi ortada. Sosyal medya, bombalanan hastane ve okulların, yıkılan binaların altından çocuklarının cansız bedenlerini çıkaran babaların, bebeklerinin cansız nedenleri başında ağlayan annelerin görüntüleriyle dolup taşıyor. Buna rağmen Batılı hükümetlerin tepkisi- sınırsız askeri ve siyasi desteğin yanı sıra- İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak yaftalamak ve Filistin halkıyla dayanışmaya yönelik her türlü ifadeyi yasaklamaya çalışmak oldu.

Bu baskıya rağmen on binlerce insan her gün sokaklara dökülerek İsrail zulmünden ve Batı’nın suç ortaklığından duydukları tiksintiyi haykırıyor. Güvenilirliklerini bir nebze olsun geri kazanmak isteyen Batılı hükümetler (ABD de dahil olmak üzere) son zamanlarda İsrail saldırılarını az da olsa eleştirmeye başladılar. Ancak bu çok kısıtlı ve çok geç. Batı’nın güvenilirliği geri dönülmez bir şekilde sarsıldı.

Elbette Batı’nın ikiyüzlülüğü yeni değil. Batılı hükümetlere göre dünya Rusya’nın saldırganlığı karşısında ayağa kalkmalı ama İsrail’in vahşeti ve uluslararası normları çiğnemesi karşısında gayet mutlu olmalı. Rus işgal güçlerine molotof kokteyli atan Ukraynalılar kahraman ve özgürlük savaşçılarıyken, İsrail apartheid’ına karşı konuşmaya cesaret eden Filistinliler (ve diğerleri) terörist. Ukrayna’dan gelen beyaz tenli mültecilere kucak açılırken Orta Doğu, Asya ve Afrika’daki (çoğunun arkasında Batı’nın olduğu) çatışmalardan kaçan siyah ve kahverengi tenli mülteciler Akdeniz’in dibini boylayabilir. Batı’nın tutumu gerçekten de şuydu: kurallar senin için var benim için değil.

Batı’nın Çin’e karşı tutumu da aynı samimiyetsizliği sergiliyor. Çin, tepeden tırnağa silahlı Amerikan ve müttefiklerinin askeri üsleri tarafından adeta kuşatılmış durumda. Yine de suçlu olan Çin… Ne? Somut bir ihlal gösteremeyen Batılı hükümetler ve medya, Çin’i yalnızca “artan iddialılığı”, yani Batı hegemonik düzenine boğun eğmemek ve kendisine verilen yeri bilmemekle suçlayabiliyor.

Uluslararası adalet saçmalık haline geldi. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) etkin bir şekilde işliyor olsaydı İsrailli liderler biz konuşurken bile yargılanıyor olurlardı ve Güney Afrika’nın UAD’ye başvurmasına gerek kalmazdı. Ancak mevcut haliyle UCM, Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başlamasının üzerinden bir hafta geçmeden soruşturma başlattığını duyurduğu 2022 yılına kadar sadece Afrikalıları suçladı. UCM bir yıldan kısa bir süre içinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in suçlandıkları da dahil iddianameler yayınladı. Buna karşılık, UCM’nin Filistin’deki durumla ilgili bir soruşturma başlatması altı yıldan fazla sürdü ve yıllar sonra bile henüz anlamlı bir adım atılmadı. İsrail Gazze halkına yönelik şiddet eylemlerini sürdürürken UCM’nin İngiliz Başsavcısı Karim Han İsrail’i ziyaret ederek Hamas’ın işlediği suçların yargılanması gerektiğini vurgularken İsrail’in işlediği suçlar konusunda yumuşak davrandı. Pek çok sivil toplum örgütünün Han’ın görevden alınması çağrısında bulunmasına şaşmamak gerek.

Elbette Batı’nın ikiyüzlülüğü yeni bir şey değil. Başından beri uluslararası hukuk normları sadece sözde “uygar” -beyaz olarak okuyun- halklara uygulanmak üzere tasarlandı. Vahşiler sayılmazdı ve güçlü Batılı devletler onlara istediklerini yapabilirlerdi ve yaptılar da. Yerliler kesinlikle toprağa ya da doğal kaynaklara “sahip” değildi ve sömürgeci güçler bunları diledikleri gibi çalmakta ve sömürmekte özgürdü. Siyonizm de bu tür ırkçı tutumlar üzerine kuruldu- bu tutumlar bugün de İsrail politikalarının merkezinde yer alıyor.

Bu çifte standartlar, tüm halkların kendi siyasi sistemlerini seçme ve kendi doğal kaynaklarını kontrol etme temel hakkı olan kendi kaderini tayin hakkı konusunda açıkça görülüyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD Başkanı Woodrow Wilson, kendi kaderini tayin hakkının yeni dünya düzeninin yol gösterici ilkesi olmasında ısrar etti- ama elbette sadece Avrupalılar için. Filistinliler ve diğer Arap halkları sömürgeciliğin canlı ve hayatta olduğunu zor yoldan öğrendiler: “Henüz kendi ayakları üzerinde duramayan halklar” için sömürge yönetimini meşrulaştıran Milletler Cemiyeti Mandalarına tabi tutuldular. Birleşmiş Milletler Şartı da esasen Cemiyet Mandaları ile benzer çizgide Vesayet hükümleri içeriyordu.

Asya ve Afrika’daki bağımsızlık savaşları buna bir son verdi. Yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler, kendi kaderini tayin hakkının herkes için bir hak haline getirilmesini başarıyla talep ettiler. 1966’da kabul edilen iki uluslararası insan hakları sözleşmesinin her ikisi de ortak 1. Maddelerinde tüm halkların kendi kaderini tayin etme hakkını şart koşarak, diğer herhangi bir insan hakkının yalnızca siyasi ve ekonomik kendi kaderini tayin hakkıyla anlamlı olabileceğini açıkça ortaya koyuyor.

Kendi kaderini tayin hakkına ilişkin tartışma, Batılı hükümetleri hayal kırıklığına uğratacak şekilde daha da ileri gitti. BM Genel Kurulu, sömürge yönetimine karşı silahlı mücadelenin (Filistin halkınınki de dahil) meşru olduğunu defalarca ifade etti. Savaş hukukuna ilişkin 1977 Cenevre Sözleşmeleri Ek Protokolü de sömürgeci ve ırkçı rejimlere karşı mücadelenin geçerli olduğunu belirtiyordu. Uluslararası hukuk kesinlikle doğru yönde gelişti.

Yine de uluslararası hukuku uygulayacak sistemler zayıf kalıyor. Bu durum, ABD ve İsrail’de gördüğümüz gibi güçlü ülkelerin ceza almadan hareket etmesine ve himayecilerine kalkan olmasına olanak tanıyor. UAD İsrail’in şiddeti durdurması için geçici bir karar çıkarsa ve yıllar sonra İsrail’i soykırımdan suçlu bulsa bile herhangi bir yaptırım olmadan İsrail bu kararları görmezden gelebilir (ve muhtemelen gelecektir). Bu kesinlikle mevcut dünya düzeninin sonu olacak, çünkü adalet olduğu yanılsaması bile çökecek.

Uluslararası hukukun uygulanması BM Güvenlik Konseyi’nin elinde, ancak 1945’te kazanan tarafta yer alan beş ülkenin veto hakkına sahip olduğu bu organ, görevini yerine getirmekten aciz olduğunu defalarca kanıtladı. Genel Kurul herhangi bir yaptırım gücünden yoksun. BM, UCM ve diğer pek çok uluslararası örgütün finansmanı sürekli olarak yetersiz kalıyor, yani büyük ölçüde devletlerin gönüllü katkılarına dayanıyor. Bu da onları zengin ve güçlülerin, başka bir deyişle zengin Batılı ülkelerin etkisine aşırı derecede açık hale getiriyor.

Daha temel düzeyde, bu uluslararası kurumlar temsili değil. Sivil toplum örgütleri tartışmaların çoğuna katkıda bulunabilse de karar alma sürecinde sadece hükümetler söz sahibi- Gazze örneğinde gördüğümüz gibi, sözde demokrasilerin hükümetlerinin kendi halklarının iradesini bile temsil etmediği gerçeğine rağmen.

İsrail saldırganlığı ve sömürgeciliği sona ermeli ve Filistin’de insan haklarını ihlal edenlerden -soykırıma ortak olan Batılı liderler dahil- hesap sorulmalı. Ancak, burada durmamalıyız. Uluslararası kurumlarda devrimci bir reform talep etmeliyiz. Bunların gerçekten demokratik ve eşitlikçi hale getirilmesi gerekiyor. Çoğunlukla zengin ve güçlü çıkarların cebinde olan hükümetler değil, sivil toplum örgütleri ve diğer demokratik temsil biçimleri aracılığıyla halkın sesini yansıtmalılar.

Herkes için adalet ve eşit haklar sağlayacak bir dünya düzeni yaratmak kolay olmayacak. Hükümetler ve uluslararası kuruluşlar üzerinde değişim için baskı oluşturmak suretiyle küresel vatandaşların sürekli çabalaması gerekecek. Ancak bu, “bir daha asla”nın gerçeğe dönüşmesini sağlamanın tek yolu.

Çok Okunanlar

Exit mobile version