DÜNYA BASINI

Berlin Film Festivali ve ‘başkaldırı’nın çatlaklardan sızışı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, kazanan bazı sinemacıların Filistin’e yönelik mesajları nedeniyle Alman devletinin ve festival organizatörlerinin panik halinde ‘hasar kontrolüne’ giriştikleri Berlinale’den sonra yayınlandı. Yazarın, Berlinale’nin politik geçmişine ilişkin hatırlatmaları bugüne de ışık tutuyor: Festival, bir Amerikan projesidir, hatta belki de kültür-sanat-sinema alanındaki bir ‘Marshal Planı’ olarak bile görülebilir. Bu da yetmezmiş gibi uzun yıllar yöneticiliğini yapmış kişi eski (?) bir nazidir. Dolayısıyla Berlin’den gelen tepkiler çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır. İşin güzel yanı ise, sinema emekçilerinin ‘sanatı koruma’ adına politik konum almaktan uzak durma anlayışını yavaş yavaş mahkum etmeye başlamalarıdır. Tünelin sonunda ulaşılmasa bile, bazı çatlaklardan ışık sızmaya başlamış görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Ayrı Dünyalar: Berlinale 2024

Devika Girish
Film Comment
11 Mart 2024

İnce siyah bir duvar şeridi, Suneil Sanzgiri’nin Two Refusals (Would We Recognize Ourselves Unbroken?) adlı filmini oluşturan iki kanalı birbirinden ayırıyor. Okyanus dalgaları bir karenin kenarına çarpıp diğerine doğru dalgalanarak, her ikisi de Portekiz sömürgeciliğinin eski mekanları olan Hindistan ve Angola’daki bir çift isyan tarihini bir araya getiriyor. Yarım saatten biraz fazla süren film, 1961 yılına kadar Portekiz sömürgesi olan Hindistan’ın Goa eyaletinde emperyalistlere karşı savaşan bir aktivist ile bağımsızlığını yeni kazanan Angola devletinin yolsuzluklarına karşı Komünist Parti ile birlikte mücadele eden ve 1977 yılında Agostinho Neto tarafından idam edilen Hint kökenli Angolalı devrimci Sita Valles’in hikayelerini anlatıyor. Biri sömürgeciliğin, diğeri ise ‘post-’ önekiyle geçiştirilen her şeyin iki reddi, 1498’de Hindistan’ı ‘keşfeden’ Portekizli kaşif Vasco da Gama’yı taşıyan gemi bir fırtına tarafından engellenmiş olsaydı ne olabileceğini merak eden bir şair tarafından ortaya konuyor.

Ne olabilirdi diye sormak, ütopyadan daha azına razı olmamaktır; zafer adına kırıntıları reddederek huzursuzca direnmektir. Bu yılın 19 Ocak’ında Sanzgiri, 2024 Berlinale’sinin Forum Expanded bölümündeki İki Reddiye’yi geri çektiğini açıkladı ve uluslararası kültür işçilerini, ülkedeki Filistin yanlısı söylemin bastırılmasını protesto etmek için Alman kurumlarından emeklerini çekmeye çağıran bir kampanya olan Strike Germany [Grev Almanya] ile dayanışma içinde festivale ilk kez davet edilmesini geri çevirdi. Sanzgiri’den önce Toronto’da yaşayan Ganalı-Lesotholu sinemacı Ayo Tsalithaba, diasporik aidiyet üzerine meditasyon yapan görüntü ve metinlerden oluşan heyecan verici bir kolaj olan Atmospheric Arrivals adlı kısa filmini aynı bölümden çekti. Kanadalı sinemacı John Greyson da, öncü Alman seksolog Magnus Hirschfeld ile Çinli öğrencisi ve ortağı Li Shiu Tong arasındaki ilişkiye dair metinlerden oluşan eğlenceli, lo-fi bir opera olan Death Mask adlı kısasını geri çekti.

İlerleyen günlerde greve başka film yapımcıları da katıldı: Maryam Tafakory, 2023’te çektiği ve büyük beğeni toplayan Mast-del’in devamı niteliğindeki Sukhte-del adlı projesini tamamlamak için finansmana ihtiyacı olmasına rağmen –DM aracılığıyla bana söylediğine göre– festivalin laboratuvarlarından birinden çekildi. Sanatçılar Lawrence Lek, Monica Sorelle ve Advik Beni seçici Berlinale Talents programına davetlerini reddettiler. Fakat Tsalithaba, Sanzgiri ve Greyson dışında hiçbir sanatçı festivalin yaklaşık 200 filmden oluşan resmi programından çekilmedi. Sanzgiri bana, Arsenal Film ve Video Sanatı Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Berlinale’nin bağımsız bir yan programı olan Forum Expanded’ın programcılarına seçkisini çekmeden önce bir teklifte bulunduğunu söyledi: Kamuoyuna ateşkes çağrısı yaparlarsa, filmin gösterilmesine izin verecekti. Verdiler ama sadece festivalin ikinci gününde. O zamana kadar geri çekilen filmler Arsenal’in web sitesinde yer almaktan öteye gidememişti. Grevcilerin “Ne olabilirdi ki?” diye düşündüklerini tahmin edebiliyorum.

***

Festivalin başlangıcında düzenlenen bir basın toplantısında jüri üyesi Christian Petzold, Berlinale’nin Filistin’deki soykırım konusundaki duruşu (ya da duruşsuzluğu) ve sağcı AfD partisi üyelerinin açılış törenine davet edilmesi –sonra da davet edilmemesi– etrafında dönen tartışmaları yorumladı: “Sanatçılar bir basın toplantısında Gazze’den, sonra Ukrayna’dan, sonra da beş AfD’liden bahsedince, bir noktada kendi kendime film izlemek için burada olduğumuzu düşünüyorum.” Bu, festivaldeki pek çok katılımcıdan duyduğum bir nakarattı; özellikle de geçen yıl Berlinale’nin başlıca finansörü olan Alman Kültür Bakanlığının önerdiği liderlik değişikliklerinin, Sanat Yönetmeni Carlo Chatrian’ın 2024 edisyonunun son edisyonu olacağını açıklamasıyla sinema camiasında yarattığı kargaşa göz önüne alındığında. Katılımcılardan biri bana böyle bir festivalde ‘sinemanın gerçek inananlarının’ savunulması gerektiğini, aksi takdirde devletin kazanacağını savundu.

Bu iddialar, sanata ve sanat alanlarına, siyasi amaçlar için araçsallaştırmak yerine, kendi içinde korunmaya değer, kutsal bir şey olarak duyulan inançtan kaynaklanıyor. Fakat uluslararası film festivallerinin tarihine kısaca göz atmak bile bu sözde apolitiklik geleneğinin bir fantezi olduğunu gösterir. Venedik Film Festivali Benito Mussolini’nin, Cannes ise onun ilerici karşıtı olarak ortaya çıktığında, Berlinale 1951’de Berlin’de görev yapan Amerikalı bir subay olan Oscar Martay’ın girişimiyle ‘özgür dünyanın vitrini’ ya da bir yazarın deyimiyle ‘ihtişamın Marshall planı’ olarak kuruldu. Bu, hem Müttefik güçlerin savaş sonrası Berlin’in kültürel ortamını canlandırma girişimi hem de Hollywood’un Almanya’da bir varlık ve pazar oluşturması için bir araçtı. Haziran 1951’de düzenlenen ilk edisyonun açılış seçkisi, Alfred Hitchcock’un İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklerle yaptığı yakın işbirliğinin onuruna Rebecca (1940) oldu. Joan Fontaine onur konuğuydu.

Başka bir deyişle, Berlinale’nin kuruluşu jeopolitik bir manevraydı ve jeopolitik, festivali tarihi boyunca şekillendirmeye devam etti. Festivalin ilk direktörü, 1976 yılına kadar bu görevi yürüten sinema tarihçisi Alfred Bauer’di; 2020 yılında Nazi geçmişinin ortaya çıkması, akademik çalışmalara ve Berlinale’nin açıklamalarına yol açtı. İkinci edisyonda, Orson Welles’in Othello filmi, yönetmenin ‘Alman karşıtı sözleri’ nedeniyle festivalden yasaklandı ve 1970’te George Stevens başkanlığındaki jüri, Michael Verhoeven’in Vietnam Savaşı sırasında ABD vahşetini grafiksel olarak tasvir eden O.K. filminin ‘Amerikan karşıtlığı’ konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle istifa etti ve hiçbir ödül verilmedi. 1979’da birkaç sosyalist ülke, Michael Cimino’nun The Deer Hunter filminin Vietnamlıları yanlış ve saldırgan bir şekilde tasvir etmesini protesto etmek için filmlerini geri çekti. Dünyadaki olaylar festivali film seçkisinin çok ötesinde de etkiledi: Geçen yıl, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski Berlinale’nin açılış töreninde, festival yönetiminin Ukrayna ile dayanışma içinde olduğuna dair sert açıklamasının ardından konuştu.

***

Bu tarihin vurguladığı şey, özdeyişte olduğu gibi ‘tüm sanatın politik olduğu’ değil, sanat yapmanın, finanse etmenin ve göstermenin her zaman, ayrılmaz bir şekilde, dünyamızın politikasıyla bir ilişki olduğudur. Grev Almanya’yı harekete geçiren bu bakış açısı, sorumluluğu sanattan alıp, failliği emeğine dayanan bir işçi ve siyasi aktör olarak sanatçıya yüklüyor. Ocak ayında başlatılan kampanya, kamu fonlarının Alman sanat dünyasındaki yerleşik rolünün ve bunun sonucunda kültürel alanda Filistin yanlısı seslerin sansürlenmesinin, özellikle de Uluslararası Holokost Anma İttifakının (IHRA) İsrail’e yönelik eleştirileri antisemitizmle bir tuttuğu gerekçesiyle yaptığı resmi açıklamanın altını çiziyor (Berlin Senatosu geçtiğimiz aralık ayında, şehir fonlarından yararlananların IHRA’nın tanımına uymasını zorunlu kılan bir madde açıklamış, fakat ertesi ay ‘yasal kaygılar’ nedeniyle bu maddeden vazgeçmişti). Grev Almanya kampanyasında basın saatine göre yaklaşık 2.000 imza bulunuyor.

 

Grevin organizatörlerinden biri (isminin açıklanmasını istemedi) bana grevin, soykırım ve baskı karşısında diğer tüm mücadele biçimlerinin sönük kaldığı bir anda ‘yeni bir model’ olarak tasarlandığını söyledi. Bu, geçimleri Alman kamu fonlarına bağlı olmayan uluslararası sanatçılara müttefikliklerini göstermeleri için açık bir çağrıdır. Grev Almanya, ‘grev kırıcı damgasını’ ya da grev hattı modelini reddediyor; kampanya, çok sayıda direniş taktiğinden biri ve bir tür ahlaki yüksek çıta anlamına geliyor. Organizatör bana şunları söyledi: “Sanırım Berlinale’nin başlarında, geri çekilecek kişilerin festivalin çeperlerinde yer alanlar –örneğin, hem içerik hem de üretim araçları açısından politik olarak daha açık olma eğiliminde olan Forum Expanded segmentinde yer alanlar– olacağı netleşti.” “Bu, grevin genel dinamiklerinin kristalleşmesidir. Grev hakkında şöyle bir düşünce tarzı var: Eğer gücün yetiyorsa greve gitmelisin. Ama sonuçta greve gidenler, bunu gerçekten karşılayamayan insanlar – yaptıkları işin içeriği nedeniyle zaten daha büyük bütçelerden ve daha büyük ekonomilerden dışlanmış olan insanlar.”

Grev festivalde daha küçük bir varlık gösterse de, film işçileri ve sanatçılar için bir eylemlilik krizini ortaya çıkardı. Hayatta kalmak için kurumlara –devlet ya da şirketler– borçluysak, işimizin sahibi kimdir? Bu kriz, eleştirmen Negar Azimi’’ye göre, “belli belirsiz ama muzaffer bir şekilde ‘politik sanat’ olarak adlandırılan yeni bir sanat eserinin yükselişi” nedeniyle son yirmi yılda daha da derinleşti. İdeolojik savaşların estetik alanında başarıyla yürütülebileceği düşüncesi, sanatçıların ve kurumların hem pastalarını yiyip hem de karınlarının doymasına olanak tanıyor: davalara bağlılıklarını, onları ilerletmek için maddi eylemlerde bulunmadan ifade etmek. Berlinale’nin 1968 edisyonuyla ilgili DW.com’un aktardığı bir ayrıntı aydınlatıcıdır: O yıl Cannes Film Festivalinin protestolar nedeniyle kısıtlanmasından endişe duyan organizatörler, öğrenci hareketiyle ilgili ‘podyum tartışmalarını’ alelacele programa dahil etmişlerdir.

***

Modern festivallerin çalışma tarzı budur: tüm siyasi sorumluluğu ‘açık diyalog’ kurgusuna yüklemek ve ‘demokrasi’ adına eylemden kaçınmak. Berlinale’de bu durum, Potsdamer Platz’ın kenarına, Five Guys’ın yanına park edilmiş, tecrit edilmiş ahşap bir yapı olan ‘Küçük Ev’ tarafından gerçek anlamda hayata geçirildi. 17-19 Şubat tarihleri arasında günde dört saat açık olan bu yapıya girenler, Tiny House projesini kuran İsrail asıllı Alman-Yahudi sanatçı Shai Hoffmann ve Filistinli eğitimci Ahmad Dakhnous tarafından yürütülen tartışmalara katılabiliyordu. Tiny House’u ziyaret ettiğimde, odaya yaklaşık 10 kişi sıkıştırılmıştı ve sohbet, kamusal alanın derinden bölündüğü bir zamanda samimi diyalog alanlarının gerekliliği ve rahatlatıcılığı üzerineydi. Görünüşte düşmanca olmayan bir ortamda soru sormak ve fikir beyan etmek şüphesiz bazıları için katartik bir deneyimdi, ama merak etmekten kendimi alamadım: tam olarak ne amaçla? Özel diyalog besleyici ve hatta eğitici olabilir, fakat gerçek değişim –özellikle de söz konusu olan yaşam ve ölüm olduğunda– sadece güce başvurarak sağlanabilir. İster hukuk, ister sermaye, isterse kamusal söylem olsun, iktidar alanlarını ele almadan tartışmaya girmek, yalnızca kişinin kendi vicdanını rahatlatmasına hizmet eder.

Buna karşılık, bağımsız olarak küratörlüğünü üstlendiği Panorama bölümünden bir seçki olan No Other Land’in [Başka Ülke Yok] prömiyeri, diyalog ve işbirliğinin neye benzeyebileceğine dair daha enerji verici bir örnek sundu. Gazeteciler Basel Adra ve Yuval Abraham’ın da aralarında bulunduğu Filistinli ve İsrailli sanatçılardan oluşan bir kolektif tarafından yönetilen film, Batı Şeria’daki Masafer Yatta halkının İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından şiddet kullanılarak sürülmesini gösteren 2019-2023 yılları arasında çekilmiş görüntülerden oluşuyor. Görüntüler doğrudan, acımasız ve tartışılmaz; buldozerlerin ve silahlı İsrail askerlerinin Filistinlilerin önemsiz evlerini ve yaşamlarını yerlerinden sökmesini izlemek ve bu sahnelerin günümüzde sosyal medyayı dolduranlarla benzerliğini fark etmek iç parçalayıcı. Yine de son aylar bize bir şey gösterdiyse, o da şiddet görüntülerinin kendi başlarına değişim açısından umduğumuzdan çok daha az etkiye sahip olduğudur. Daha 1980’de John Berger, Vietnam’daki savaş suçlarını gösteren fotoğrafların izleyiciyi sadece içerikleriyle değil, aynı zamanda ‘kendi kişisel ahlaki yetersizliğini’ ortaya çıkararak da şok ettiğini, bunun kefaretinin de aynı şekilde bireysel ve ahlaki olduğunu, en iyi ihtimalle insani bir katkı olduğunu savunmuştu.

Fakat Başka Ülke Yok, ne acıma ne de şok hissi uyandırmayı amaçlıyor. Adra’nın filmin sonlarına doğru dış sesle söylediği gibi, bu “güç hakkında bir hikaye.” Savaşın bir olay değil, bir yapı olarak portresi; birbirlerinden 30 dakika uzakta yaşayan, fakat sürekli olarak bir apartheid devleti olarak tanımladıkları yerde tamamen farklı siyasi özneler olan aynı yaştaki iki genç adam arasındaki dostluğun güzel, çoğu zaman şiirsel bir portresi. İsrail tüfeklerinin namluları karşısında, bedenlerini tankların önüne atarken, ikisi de güçsüzdür. Filmin etkisi, ölçüsüz dehşet karşısında kendimizi yetersiz hissetmemizi sağlamak değil, şiddetin gücün ele geçirilmesi olduğunu ve adaletin ancak bu gücün geri kazanılmasıyla gelebileceğini hatırlatmaktır. Ayakta alkışlanan gala gösteriminde Adra ve Abraham bu gerçekleri yinelemek için sahneye çıktılar: Adra, Berlinale’yi ateşkes çağrısı yapmadığı için, Alman devletini de Gazze’de İsrail’i silahlandırmaya devam ettiği için eleştirdi; Abraham ise ikisinin ortak yönetmen olarak sahneyi paylaşmalarının dünyanın gözünde eşit oldukları anlamına gelmediğini vurguladı. Bu konuşma 24 Şubat’ta En İyi Belgesel Film Ödülünü kazandıkları ödül töreninde de yankılanacaktı; Alman Kültür Bakanı Claudia Roth’un alkışlarının sadece Abraham’a yönelik olduğunu açıklayan bir bildiri yayınlamasıyla da bu mesaj trajikomik bir şekilde pekiştirilmiş oldu.

Görüştüğüm Grev Almanya organizatörü, “Ödül seçimi ile sistemin idari tarafının resmi retoriği arasındaki ikileme tanık olmak ilginçti,” dedi. “İçeriden ve dışarıdan gelen çifte çaba, çelişkileri verimli bir şekilde artırıyor.” Gerçekten de bu yılki festivalin sonunda çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı: Grevle başlayan süreç, zincirleme protestolara, kurumdan yetkiyi geri alma girişimlerine yol açtı. Festival çalışanlarından oluşan bir koalisyon, yönetimin Gazze’de ateşkes çağrısında bulunmasını ve tüm rehinelerin serbest bırakılmasını talep eden bir mektup yayınladı. Geçmişte Forum Expanded programlarına ev sahipliği yapan SAVVY Contemporary ve genellikle Avrupa Film Pazarında (EFM) yer alan Filistin Film Enstitüsü gibi uzun süredir işbirliği içinde olan kuruluşlar festivale katılmadı ve bunun yerine, Filistinli yönetmen Carol Mansour’un Berlinale’den reddedilen filmi Aida Returns’ün gösterimi de dahil olmak üzere bağımsız programlara ev sahipliği yaptı. Bir noktada, film işçileri ve aktivistler, çeşitli ülkelerin bayrakları arasında ‘Işıklar, Kamera, Soykırım’ yazılı siyah bir bez açarak EFM’yi sürpriz bir pankartla kesintiye uğrattı. Abraham ve Adra, Mati Diop (Dahomey) ve Ben Russell ve Guillaume Cailleou (Direct Action) gibi keskin politik ve sömürge karşıtı filmleriyle ödül alan yönetmenler Filistin’le dayanışma açıklamaları yaptılar ve bu da Berlinale İcra Direktörü Mariëtte Rissenbeek’in, kazananların ‘daha farklı açıklamalar’ yapmasının daha ‘uygun’ olacağını iddia ederek sıra dışı bir tepki vermesine neden oldu.

Hiç değilse bu, sanatçı ile kurum arasındaki anlaşmaların yıpranmaya başladığının bir işareti. Reddetme olasılığı başını kaldırdı.

Çok Okunanlar

Exit mobile version