Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı Harold Meyerson, ABD’deki Demokrat Parti içindeki ‘Demokratik Sosyalistler’in bir mensubu; Vermont senatörü Bernie Sanders’ın da aynı gruptan olduğunu hatırlatalım. Meyerson, Joe Biden’ın yeni politikasının işe yaradığını düşünüyor: Kapitalizmin neoliberal aşamasında bir ahtapot gibi her yeri saran finans egemenliği, 2008 krizinden sonra ‘hisse geri alımları’ yöntemi ile finans sermayesini ve ona asılı parazitleri kamu eliyle finanse etmeye yönelmişti. Meyerson, son verilerin, hisse alımlarını azaltıp yatırımları artırdığına işaret ediyor. ‘Yatırım’, kapitalizmin ‘sağlıklı’ işleyişinde önemli bir kalem kabul ediliyor. Öte yandan, hisse geri alımlarından düşüş ile yatırımlardaki artışın hangi seviyelerde olduğu hâlâ araştırılmayı bekliyor. Bununla birlikte, aşırı şişkin finans sektörüne yönelik hayali veya gerçek neşterleri, ‘Bidenomics’ dönemi ile birlikte, biraz daha dikkatli takip etmek gerekiyor.
Geri alımlar azaldı, üretim arttı
Harold Meyerson
The American Prospect
7 Ağustos 2023
Bidenomics ekonomiyi finansallaşmadan arındırmaya başladı.
Dokuz yıl önce Harvard Business Review’da yayınlanan bir makalede ekonomist William Lazonick, Amerikan kapitalizminde daha önce belgelenmemiş bir eğilimi ortaya koymuştu. Ülkenin şirketleri yeni ya da daha iyi tesislere ya da teknolojiye yatırım yapmak yerine, kârlarını temettüler ve hisse geri alımları yoluyla neredeyse tamamen hissedarlarına yönlendiriyordu. Bu geri alımlar büyük ölçüde fark edilmemişti. Fakat 1982 yılında Ronald Reagan’ın Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu’nun şirket yöneticilerinin şirketlerine kendi hisselerini geri alma yetkisi verebileceğine karar vermesinden bu yana bu uygulama hızla yaygınlaştı.
Şirket yöneticileri için ne mutlu ki –muhtemelen tesadüf değil– geri alımların yükselişi, CEO’ların ve üst düzey yöneticilerin giderek artan bir şekilde şirket hisseleri ile ödüllendirildiği yeni bir ödeme şeklinin yükselişi sırasında gerçekleşti. Hisselerin geri alınması, şirketin toplam değeri aynı kalsa bile dolaşımdaki hisse sayısını azalttığından, C-suite yöneticilerinin sahip oldukları da dahil olmak üzere kalan hisselerin değerini artırdı. Üzerinde gereğinden fazla durmak istemem ama CEO’lar geri alımlara izin verdiklerinde kendilerini daha da zenginleştiriyorlardı.
2014 yılında Lazonick, Standard and Poor’s’un en büyük halka açık şirketler listesinde yer alan 500 şirketin tamamının geri alımlarını incelemiş ve geri alımların değerinin, temettülere eklendiğinde, bu şirketlerin büyük çoğunluğunun toplam kârına kabaca denk geldiğini tespit etmiştir. Makalenin yayınlanmasından bu yana geçen dokuz yıl içinde, şirketlerin geri alımlar için harcadıkları fon miktarı sürekli olarak artmış ve neredeyse her yıl yeni bir rekor kırmıştır.
Ta ki şimdiye kadar. Bloomberg’in yeni bir haberine göre, S&P 500’de ikinci çeyrek kazançlarını bildiren şirketlerin geri alımlar için harcadıkları miktar geçen yılın bu dönemine göre yüzde 36 azaldı.
Peki bu şirketler daha önce geri alımlara aktardıkları fonları nereye yönlendiriyor? Aynı şirketler için ortalama yüzde 15 oranında artış gösteren tesis ve teknoloji yatırımlarına.
Bu da aslında hiçbir zaman bilmece olmayan bir bilmeceye son veriyor. HBR makalesinin yayınlandığı 2014 yılından bu yana, ekonomi üzerine yazan bir dizi yazar (bu şirket de dahil olmak üzere) geri alımların yükselişinin üretken yatırımlar pahasına gerçekleştiğini savundu. Bu durum, şirket misyonunu bir şeyler üretmekten ya da hizmet sunmaktan hissedarları ödüllendirmeye dönüştürerek ekonominin finansallaşmasını özetliyordu. Üretimin yaygın bir şekilde offshore edilmesi ve sendikaların yaygın bir şekilde bastırılmasıyla aynı döneme denk geldiği için, yatırımcıları (aslında şirketlerin değerini yaratmayan) çalışanlara (değer yaratan) göre ayrıcalıklı kılan platformun üç ayağından biriydi.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu birçok Wall Street savunucusunun şiddetle karşı çıktığı bir argümandı. Standart karşı çıkışları, Amerika’nın önde gelen şirketlerinin yatırımcıları ödüllendirerek, bu yatırımcıların kazançlarını başka şirketlere yeniden yatırmalarını sağladıkları yönündeydi. Fakat yurtiçi yatırımlar geriledikçe ve geri alımlar artmaya devam ettikçe, yatırımcıların hisse senetlerini satın aldıkları diğer şirketlerin, yatırımcıları cömert temettüler ve geri alımlarla ödüllendirdikleri için bu yatırımcılar tarafından hedef alındığı anlaşıldı. Dahası, yatırımcılar hisse satın aldıklarında, fonları şirketlere değil hisse senedi satıcılarına gitti. Şirketlerin tesislere ve teknolojiye yaptıkları yatırımların aslan payı her zaman birikmiş kazançlardan ve bu projeler için alınan borçlardan gelir. Birikmiş kazançlar orantısız bir şekilde hissedarlara gittiğinde, üretken kurumsal yatırımlar orantısız bir şekilde gecikmiştir.
Dolayısıyla, geri alımlar ile üretken yatırımlar arasındaki ilişki asla bir bilmece olmamalıydı. Bu ilişki açıkça ters yönlüdür.
Bloomberg haberi bunun gerçekte ne kadar ters olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Rapora göre 2008 finansal krizinden bu yana, “işletme yoluyla elde edilen ya da borçlanılan her bir dolar için şirketler, finansal kriz öncesinde 54 sent olan sermaye harcamalarına sadece 38 sent harcadı. Aynı zamanda, BofA [Bank of America] verilerine göre, geri alımlara ayrılan para 13 sentten 24 sente çıktı.”
Şimdi, Bloomberg’in haberine göre Goldman Sachs stratejistleri, şirketlerin sermaye harcamalarına ayıracakları miktarın bu yıl ve gelecek yıl için geri alımlara ayıracakları miktarı aşacağını öngörüyor. BofA analistleri geçen hafta “Kurumsal Amerika yeniden yatırım yapıyor,” açıklamasında bulundu. Bu yeniden yatırımın, ‘son on yılın finansal olarak tasarlanmış büyümesine kıyasla, ileriye dönük kazanç artışının ana itici gücü olacağını’ söylediler.
Amerikan şirketlerinin bu geri dönüşünün nedeni nedir? Pek çok firmanın peşinden koştuğu teorik bir altın küpü olan yapay zeka gibi yeni teknolojilerin ortaya çıkışı da dahil olmak üzere pek çok faktör olduğu açık. Fakat bu faktörlerin en büyüğünün Bidenomics olduğunu iddia ediyorum.
Şimdiden, Altyapı Yatırım ve İstihdam Yasası, CHIPS Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası gibi dönüm noktası niteliğindeki üç yasa, şirketleri vergi kredileri ve hibelerin cazibesine kapılarak üretken yatırımlara dönmeye teşvik etti. Geçen hafta On TAP’ta belirttiğim gibi, hükümetin sunduğu vergi kredileri ve sübvansiyonlar, şirketlerin fabrika inşaatlarına harcadıkları fonları geçen yıla göre yüzde 76 artırırken, tesislere ve teknolojiye yapılan kurumsal yatırımlar genel olarak yüzde 56 arttı.
Daha geniş anlamda, Amerikan imalatının offshore edilmesine karşı uzun süredir devam eden yaygın halk muhalefeti nihayet Amerikan seçkinlerinin bir kısmına, özellikle de Biden yönetimine ve Kongre’nin birçok üyesine nüfuz etti. Pandeminin tedarik zincirlerini kırıp geçirmesi hiç şüphesiz bu değişimi hızlandırdı.
Ben sadece Biden’ın yatırım teşviklerine itibar etmiyorum. Biden’ın tüketim teşviki –çoğunlukla o zamanki Demokrat Kongre’nin Biden’ın göreve başlamasından kısa bir süre sonra yürürlüğe koyduğu Amerikan Kurtarma Planı’ndan– pandemik durgunluktan rekor hızda bir toparlanma ve şirketlerin ürünleri için pazarı genişleten bir satın alma gücü seviyesi üretti. Vergi değişiklikleri, özellikle de Enflasyonu Düşürme Yasası’nın hisse senedi geri alımlarına getirdiği yüzde 1’lik özel tüketim vergisi de küçük bir rol oynamış olabilir.
Bunu abartmak istemiyorum. Finansmanı üretime ve hissedarları işçilere üstün kılan güçler, kamu yararının süregelen zararına hâlâ baskın olmaya devam ediyor. Fakat büyük ölçüde takdir edilmeyen bir şekilde, Bidenomics Amerikan kapitalizmini en azından Ronald Reagan’ın başkan olmasından bu yana olduğundan daha fazla üretime ve işçilere doğru yöneltti. Bu azımsanacak bir şey değil.