Görüş
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?

ABD Dışişleri’nden dikkat çekici Avrupa eleştirisi: İnsan hakları ve ifade özgürlüğü bu sefer kimi hedef alıyor?
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde, ABD ile ikili ilişkiler üzerinden Avrupa siyasetini hedef alan bir makale yayınlandı.
Bakanlığın Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu (DRL) Kıdemli Danışmanı Samuel Samson imzalı makale, ABD’de Donald Trump’ın yeniden Başkan seçilmesiyle başlayan dönemin, ABD’nin resmi kurumlarının Avrupa’ya bakış açısını nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne seren tipik bir metin.
Makalesinde, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin yalnızca coğrafi yakınlık ya da karşılıklı çıkarlardan ibaret olmadığını belirten Samson, bu bağın ortak kültür, inanç, aile bağları ve özellikle Batı medeniyeti mirasından beslendiği ve bu ilişkinin ‘sıkıntılı zamanlarda birbirine yardım etme geleneğiyle pekiştiği’ tezini işliyor.
‘Amerika Avrupa’ya minnettar’
Samson, ‘Batı’ya özgü geleneklerle güçlendiğini’ söylediği Transatlantik ittifakının kökenini Atina ve Roma’ya dayandırıyor ve Amerika’nın ‘Avrupa’ya minnettar olduğunu’ söylüyor:
“Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan ‘İnsanların, Yaratıcıları tarafından kendilerine verilen devredilemez haklara sahip olduğu’ yönündeki devrimci ifade, Aristoteles, Thomas Aquinas ve diğer Avrupalı düşünürlerin fikirlerini yansıtır. Bu düşünceler, insanların doğal haklarının herhangi bir hükümetin keyfi kararlarına tabi tutulamayacağına dayanır. Amerika bu entelektüel ve kültürel miras açısından Avrupa’ya minnettardır.”
Samson görüş ayrılığı yaşansa dahi bu ‘bağın’ Amerika ile Avrupa arasında diyalog imkanı tanıdığı görüşünde. Ancak bu bağ Samson’a -yani Trump ABD’sine- göre zedelenmiş durumda. Makalede bu endişeye dair ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in 14 Şubat 2025’te Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı tartışma yaratan konuşmasının hatırlatılması ise dikkat çekici.
Anlaşılan Trump yönetiminin kalemşörleri, Vance’in Münih konuşmasını, aynı Rusya lideri Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması (10 Şubat 2007) gibi bir ‘dönüm noktası’ olarak görüyor.
Putin’in tek kutuplu dünya düzenine, NATO’nun genişlemesine ve Batı’nın müdahaleci politikalarına sert eleştiriler yönelttiği, bir dönüm noktası olarak kabul edilen tarihi konuşması ve Vance’in “asıl tehlike içimizde” temalı tepki çeken konuşması…
Samson da, makalesinde Vance’in konuşmasındaki şu cümleyi doğrudan aktarıyor:
“Asıl endişem iç tehditler. Avrupa’nın en temel, ABD ile paylaşılan değerlerden geri adım atması.”
Samson ayrıca, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezine atıfla, Avrupa’nın iki büyük dünya savaşının ardından ‘bir daha felaketler yaşamamak için’ uluslarüstü yapılarla kurduğu yeni düzenin ‘bir enkaza dönüştüğü’ görüşünde:
“Bugün ise bu vaat enkaz haline gelmiş durumda. Yerini, Batı medeniyetine karşı yürütülen saldırgan bir kampanya almış bulunuyor. Avrupa genelinde hükümetler, siyasi kurumları kendi vatandaşlarına ve ortak mirasımıza karşı birer silaha dönüştürdü. Demokratik ilkeleri güçlendirmek yerine, Avrupa; dijital sansür, kitlesel göç, dini özgürlüklerin kısıtlanması ve demokratik öz-yönetimi baltalayan başka pek çok tehdidin merkezi haline geldi.”
Samson, Avrupa’nın ‘Batı medeniyetinden’ uzaklaşmasına örnek olarak ise, İngiltere’de kürtaj karşıtlarının ve göç krizine dair ‘eleştirel çevrimiçi yorumları’ nedeniyle 12 binden fazla İngiliz vatandaşının tutuklanmasını’, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin, Alman istihbaratı tarafından “aşırılıkçı” ilan edilmesini, Polonya ve Romanya’da siyasi partilerin (sağ partiler kastediliyor) engellenmesini gösteriyor. Avrupa’da bir ‘baskı ortamı’ tarifi yapan Samson, bunun kıtadaki seçim süreçlerini de olumsuz etkilediği görüşünde.
‘Orwellvari bir denetim aracı’
Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası’nın, çocukları zararlı içeriklerden koruma iddiasıyla sunulsa da aslında muhalif sesleri susturmak için kullanılan Orwellvari bir denetim aracına dönüştüğünü dile getiren Samson, bağımsız düzenleyici kurumların X de (eski adıyla Twitter) dahil olmak üzere sosyal medya şirketlerini denetlediğini ve devasa para cezalarıyla tehdit ettiğini söyledi.
Samson’un tarif ettiği bütün sorunlara çözümü ise, ‘ortak küresel mirasın yeniden canlandırılması’:
“Umudumuz, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı mirasına yeniden bağlılık göstermesi ve Avrupa hükümetlerinin bu mirası savunanlara karşı devleti bir silah gibi kullanmaktan vazgeçmesidir. Kapsam ve taktikler konusunda her zaman aynı fikirde olmayabiliriz; fakat Avrupa hükümetlerinin siyasi ve dini ifadeyi korumaya, sınır güvenliğini sağlamaya ve adil seçimleri garanti altına almaya yönelik somut adımlar atması, memnuniyetle karşılanacak gelişmeler olacaktır.
İlişkimiz çok önemli, tarihimiz çok kıymetli ve uluslararası riskler çok büyük. Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz. Bu nedenle, Atlantik’in her iki yakasında da, ortak kültürümüzün değerlerini korumalı ve Batı medeniyetinin erdemin, özgürlüğün ve insan gelişiminin kaynağı olarak nesiller boyu sürmesini sağlamalıyız.”
Samson’un tezleri ne anlama geliyor?
ABD’nin Avrupa’da ‘medeni ittifaklara’ ihtiyaç duyduğu fikri etrafında şekillenen yazı, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin ‘yalnızca coğrafi yakınlık ve karşılıklı çıkar ilişkileriyle açıklanamayacağı, ilişkilerin ‘ortak kültür, inanç, aile bağları ve paylaşılan Batı medeniyeti mirasıyla’ şekillendiği fikrini işliyor.
ABD-Avrupa ilişkilerindeki bu tarihsellik vurgusu, sadece stratejik işbirliğini değil, ‘binlerce yıllık bir hukuki ve kültürel akrabalık’ tezine dayandırılıyor.
Samson’un bu anlatısının güncel siyasetteki yansıması ise, Avrupa’da yükselen sağ, veya sağın popüler deyişlerinden biriyle, ‘hor görülen muhafazakarlık’… Samson, Avrupa’daki ‘sağ’ ve ‘Hristiyan-muhafazakar’ kesimleri, ‘medeniyetin temel savunucuları’ olarak tarif ediyor ve ‘Hristiyan ulusların’ haksız biçimde otoriter ve insan hakları ihlalcisi olarak damgalandığından yakınıyor.
Yani Samson’a göre Hristiyanlık, bugün Avrupa’da sahip çıkılması gereken bir aidiyet biçimi.
Ayrıca, Avrupa’da yükselen sağ akımlar da, Samson’a göre Batı medeniyetini koruma misyonunu üstlenen ve Hristiyan kimliğe sahip siyasi akımlar.
Düşman ise, kabaca liberal merkez veya merkez soldan merkez sağa kadar uzanan bütün partiler. Bu partiler, Samson’a göre Avrupa’yı ‘medeniyetsizleştiren, değerlerinden uzaklaştıran ve yozlaştıran’ partiler.
ABD’de Trump iktidarı ve ‘muhafazakarlık’ ana başlığıyla öne çıkardığı değerler, Demokrat Parti ABD’sinin kavram setinden rahatsızlık duyan kesimler ve hatta hükümetler tarafından memnuniyetle karşılandı/karşılanıyor.
Öyle ki, USAID’in tasfiye edilmesi kimi ‘Amerikan karşıtı’ kesimler tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.
Trump yönetiminin özellikle LGBTİ karşıtı, Hristiyan inanç temelli ve gelenekselci söylemleri ise Rusya başta olmak üzere Avrupa’da ABD karşıtlığıyla bilinen ülkelerde geniş sempati topladı.
Peki, gerçekte olan neydi?
Bir emperyalist süper güç olarak ABD, Demokrat Parti (Joe Biden) döneminde ABD’nin uyguladığı ve ihraç ettiği ideoloji, cinsel/etnik kimlik politikalarıyla şekillenen, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramların öne çıkarıldığı ve en genel terimle ‘woke’ ideolojiydi.
‘Trumpizmin’ sıkça ‘radikal sol/Marksist’ diye kodladığı ideoloji, sermaye düzeniyle çelişmeyen, neoliberal piyasa mekanizmalarıyla son derece uyumlu, kimlik temelli ayrışmaları derinleştirerek sınıf mücadelesini gölgeleyen bir işleve sahip.
‘Rota yeniden oluşturuluyor…’
Trump yönetimi ise, iktidara geldikten sonra mevcut düzeni yıkmak yerine, onu daha muhafazakar ve milliyetçi bir çerçevede yeniden inşa etmek için kolları sıvadı. Yani, temelinde yine ABD’nin jeopolitik çıkarlarını hedefleyen, odak değiştikçe farklı kavramların öne çıktığı bir rota değişikliğiyle karşı karşıyayız.
ABD siyasetinde yaşanan bu dönüşümün en yakıcı etkileri ise doğal olarak Avrupa’da hissediliyor. Samson’un klasik Trumpist bir bakış açısıyla kaleme aldığı bu makale, işte tam olarak Trumpizmle Demokratların pişirdiği Avrupa siyaseti arasında yaşanan gerilimin bir dışavurumu.
Samson’un tarifi ise Avrupa’da taraftar bulmaya çok müsait. Zira Avrupa’da halkların güvenlik, istikrar, refah gibi sol talepleri, solun uzun yıllardır sistemli bir şekilde bastırıldığı bu politik iklimde sağ alternatifleri güçlendirdi ve özellikle Batı karşıtı ülkelerde yeni bir tür sağcı-milliyetçi hegemonya inşa edilmesine hizmet etti. Bu durumun en dikkat çekici örneği olarak, birkaç ay öncesine kadar ABD karşıtı sloganlarla meydanları dolduran Romanya sağının, Trump’la birlikte bu sefer ABD bayraklarıyla sokakları doldurması gösterilebilir.
ABD emperyalizmi, böylelikle Avrupa’daki ‘AB şüphecisi’, ‘Batı karşıtı’ güçleri -Rusya gibi ‘düşman’ bir ülkede bile- kendi ideolojik çerçevesine hapsedebilen bir yöntem geliştirdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Finlandiya, Slovakya, Sırbistan, Romanya gibi sağın yükselişte veya iktidarda olduğu ve siyasi hayatında çeşitli düzeylerde ‘Batı karşıtı’ siyasetler bulunan bütün Avrupa ülkeleri, bugünlerde Trump’ın dünyayı ‘eşcinsellikten kurtarmasını’ alkışlıyor.
Samson, makalesinin sonunda “Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ile güçlü bir ortaklık kurmaya ve ortak dış politika hedefleri doğrultusunda birlikte çalışmaya kararlı” diyor ve “Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz” ifadesiyle bir anlamda aba altından sopa gösteriyor.
ABD’nin ‘sorunların çözülmesi için birlikte çalışma’ vurgusunu, her zaman rejim değişikliği operasyonları takip eder. Avrupa’da Trump ABD’siyle uyumlu siyasetler ise şimdiden ciddi başarılar kazanmış durumda.
İnsan hakları, sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi kavramlar özellikle 2022’den bu yana Demokratlar ve Avrupalı elitler tarafından Rusya’ya karşı kullanıldı. Aynı kavramlar belli ki bu sefer Trump yönetiminin resmi anlatısı olarak yeni muhafazakarlık ve yükselen sağ akımların mağduriyetlerini anlatacak.