İsrail’in büyük psikolojik harekat ile başlattığı Hizbullah operasyonu başarısızlıkla sonuçlanır sonuçlanmaz yıllardır Suriye’nin İdlib bölgesinde yuvalanmış durumdaki cihatçı terör örgütleri bir anda harekete geçtiler. Türkiye’deki siyasal İslamcı gruplar arasında çok ciddi bir heyecana yol açtığı gözlemlenen başta HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) ve bileşenlerinin başlattığı ileri harekatın bu satırlar kaleme alınırken (Salı erken akşam saatleri) Suriye’nin en büyük kenti Halep’in kontrolünü ele geçirdikten sonra güneye Hama’ya yöneldiği; ancak orada şimdilik Suriye ordusu tarafından durdurulduğu bildiriliyordu.
İsrail’in Hizbullah saldırısının başlangıcında (17-18 Eylül) bu örgütün kullandığı çağrı cihazlarını ve telsizleri patlatıp Hasan Nasrullah başta olmak üzere lider kadroyu katledince ‘Hizbullah bitti, İsrail müthiş iş çıkardı’ diye başlıklar atan Türk medyası ve siyasal İslamcılar o günlerde İdlib merkezli yeni bir Suriye harekatının ipuçlarını vermekteydiler. Buna göre Hizbullah bitmişti ve artık İsrail’in Lübnan’ı ezip geçmesi an meselesiydi. Hem Lübnan hem de Golan bölgesinden hızla Suriye’ye geçecek ve Esat ‘rejimi’ dedikleri güçlerin üzerine çullanacaktı. İşte bu senaryoda başka bir detay daha vardı. Kuzeyde sınırımızdaki İdlib’de yuvalanmış olan HTŞ liderliğindeki Cihatçı terör örgütleri de kuzeyden harekete geçecek ve Suriye’nin sonunu getireceklerdi.
Hatta bu senaryodan hareketle açılım bile planlanmıştı. İsrail, sınırımıza gelirken Suriye’deki PKK/PYD güçlerini üzerimize salacağı için ondan önce biz ‘Kürtlere’ açılım yaparak onlarla kucaklaşmalıydık. Böylece ‘Kürtleri’ aslında PKK/PYD’yi İsrail’in elinden almış olacaktık. Eee tabii, bunun karşılığında anayasamızı federal bir hale dönüştürmek ve bu ‘Kürtlerle’ konfederasyon kurmak gerekecekti, ki, bu da o kadar büyütülecek bir şey değildi. Zaten Türkiye Cumhuriyeti devleti milli-üniter esaslara göre yanlış kurulmamış mıydı? Yani İsrail Orta Doğu’da federal veya otonom Kürdistan oluşturmaya çalışırken bu projeyi biz kendimiz kuracak ve başarı diyerek buna da alkış tutacaktık.
Zihniniz/beyniniz yandı değil mi? Evet akla ziyan bu büyük açılım aslında buydu. Açılım laflarını bir kenara bırakıp tekrardan Suriye konusuna odaklanacak olursak, aslında açılıma da gerekçe olarak kullanılan ‘İsrail güneyden hızla sınırlarımıza doğru gelecek ve PKK/PYD’yi de kullanarak bizi tehdit edecek’ sözlerine verilecek cevap açıktı. Eğer İsrail güneyden gelip PKK/PYD ile birlikte Türkiye’yi tehdit ederek bir Kürdistan kurmaya kalkışacaksa, İsrail’in yapmak istediğini yani Kürdistan kurma işini bizim yapmamız yerine o projeye karşı olan Suriye ile ilişkilerimizi normalleştirerek mücadele etmemiz gerekirdi.
Aklın yolu buydu. Adeta İsrail’e ‘sen zahmet etme biz Kürdistan kurmaya hazırız ve onun alt yapısını hazırlıyoruz’ dercesine akıllara zarar bir takım açılım projelerini ortaya atmanın bir anlamı olmazdı; ancak şimdilerde bütün bu tartışmalar içerik değiştirdi. HTŞ’nin Halep’i ele geçirip güneye Şam’a doğru saldırılarına devam etmesi içerde fütühat yapıldığını zanneden medyanın önemli bir bölümünü keyfe gark etmiş görünse de bu parti sona erip gerçekler ortaya çıkmaya başladığında başka şeyler konuşmaya başlayacağımız kesin görünüyor.
MUHTEMEL SONUÇLAR
Önce şu soruyu soralım: Rusya ve İran Suriye’yi tamamen kendi haline bırakıp gidebilirler mi? Rusya açısından bu sorunun cevabı açıkça ‘hayır’ görünüyor; çünkü Rusya için Suriye Orta Doğu’daki en sağlam askeri üssü. Üstelik bu durum 1973 Arap-İsrail savaşından bu yana böyle. Söz konusu savaşa (Yom Kipur) Mısır ile birlikte katılan ancak daha sonra Mısır lideri Enver Sedat Amerika ve İsrail ile uzlaşarak 1967 yılında kaybettikleri toprakları barış antlaşmasıyla İsrail’den geri alma politikasına yönelince Kahire’nin Sovyetler Birliği ile askeri ilişkileri neredeyse sıfırlanmış oldu. Ve Suriye Hafız Esat yönetimi altında 1970’lerin ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin en büyük askeri müttefiki haline geldi.
O yıllardan Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990’lara kadar Moskova Şam yönetimine ileri teknoloji hava savunma silahlarından, karadan karaya balistik füzelere ve konvansiyonel silahların hepsinden bol bol verdi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından Putin’in Kremlin’e yerleştiği 2000’li yılların başlarına kadar Rusya Federasyonu’nu yöneten Yeltsin döneminde Moskova ile Şam arasındaki askeri ilişkiler yavaşlasa da devam etti ve Putin yıllarında yeniden yükselişe geçti. Amerika ve müttefiklerinin başlattıkları kirli savaş öncesine kadar (2011) Moskova-Şam askeri ilişkileri yeniden stratejik bir düzeye ulaşmış görünüyordu ve savaş boyunca da bu düzey aşağı yukarı sürdürüldü.
Rusya açısından Suriye’yi terk edip gitmek gibi bir seçenek olamaz. Böyle bir durum Ukrayna’da Kolektif Batı’ya karşı fiili bir savaş yürüten Rusya açısından çok ciddi bir prestij kaybı olacağı gibi Suriye’deki askeri üslerini de söküp götürmesi gerekir. Kıbrıs Rumları ve Yunanistan ile ilişkilerinin de düşmanca bir noktaya evrildiğini düşünecek olursak Rusya Doğu Akdeniz’de gemi dolaştırmakta bile büyük zorluklarla karşılaşır.
İran da Suriye’yi bırakıp gidemez. Suriye’yi tamamen siyasal İslamcı ve PKK/PYD gruplarına bırakan bir İran Lübnan’daki Hizbullah’ı destekleyemez. Aslında Tahran ile Şam arasındaki stratejik ilişkilerin başlangıcı İran İslam Devrimi sonrası anti-emperyalist, Amerika ve İsrail karşıtı bir rejimin kurulması ile başladı. Söz konusu Devrim sırasında İran silahlı kuvvetlerinin epeyce güç kaybettiğini düşünen Irak lideri Saddam Hüseyin’in İran’a savaş açmasıyla Suriye hariç bütün Arap devletleri Saddam Hüseyin’in yanında yer alırken Hafız Esat İran yönetimi ile yakın ilişkiler kurmuştu.
Giderek stratejik askeri işbirliğine dönüşen o ilişkiler hiç kesintisiz devam etti ve Suriye, İran ile Hizbullah arasındaki stratejik köprü rolünü oynadı yıllarca… Hatta denilebilir ki, Suriye’nin üzerine gidilmesinin en önemli nedenlerinden birisi bu bağlantıyı kırma amaçlıydı ve 2011 kirli savaşının çıkartılması da İsrail karşıtı bu bloku parçalamak amaçlıydı. Şimdilerde İran Suriye’yi yalnız bırakırsa Hizbullah’ı da yalnız bırakmış olur. Bunu yapamaz; çünkü böyle bir durumda Amerika’nın Irak işgalinden bu yana yaptığı stratejik hatalardan faydalanarak İsrail’e karşı ileri karakollar oluşturan İran’ın hızla bu noktalardan sökülüp atılması ve kendi sınırlarına hapsedilmesi söz konusu olabilir ki, böyle bir durumda İran rejiminin içerden yıkılması çabalarına hız verileceğine de şüphe olmaması gerekir.
NASIL BİR SURİYE?
Rusya ve İran’ın askeri yardımları yavaş ve sınırlı da kalabilir ancak yine de belirli bir noktada bu iki devletin Suriye’deki cihatçı terör gruplarına karşı harekete geçeceklerine kesin gözüyle bakılmalıdır. O noktada bizim ne yapacağımız önemli bir soru işareti. Çünkü şu anda HTŞ’nin yaptığı saldırıları Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ifadesiyle tümüyle iç dinamiklerin bir zorlaması, her zaman suçlu ve sorumlu olarak gördüğümüz Esat yönetiminin muhalif dediğimiz ama tam olarak tarifini yapmadığımız grupların ve halkın (!) haklı ve meşru isteklerine kulak tıkaması sonucunda patlak veren bir tür halk hareketi gibi görüyorsak – ki, Fidan İranlı meslektaşıyla görüşmesinin ardından böyle söyledi – o zaman Rusya, İran ve Suriye’nin bu gruplara karşı sahada askeri üstünlüğü eline alması halinde ne yapacağız? Özellikle de hükümete destek veren medyanın Suriye şehirlerine plaka numaraları verdiği yayınların ardından…
Dahası sırf Esat’a zarar vermek amacıyla izlediğimiz ve ulusal çıkarlarımızla hiçbir alakası olmayan politikamız başarılı olsa ve HTŞ Halep dahil kontrol ettiği alanları elinde tutmayı başarsa bunun sonucunda güney sınırlarımızda iki Teröristan ortaya çıkmış olur. Birisi HTŞ ve bileşenleri tarafından kontrol edilen diğeri ise Fırat’ın doğusundaki PKK/PYD bölgesi… Bunun Türkiye’ye ne menfaat sağlayacağını düşündük mü? Veya şimdilerde yeniden tepeden bakan bir üslup ile verdiğimiz talimatları – Suriye’yi milli-üniter yapıdan çıkarıp federasyona dönüştürmek – Esat yerine getirse ve bu ülke içinde HTŞ bölgesi, PKK/PYD bölgesi gibi federe/otonom ve kendi askeri gücü bulunan parçalar oluşsa bunun Türkiye’ye ne faydası olacaktır?
Öte yandan bu politikanın ülkemize muazzam bir yük ve çok büyük bir stratejik maliyet getirdiğini sığınmacılardan ve karşılaştığımız terör örgütlerinden biliyoruz. Bunların hiçbirisi 2011 öncesinde yoktu. Mevcut politika ile Rusya ve İran’la ve hatta Çin’le papaz olmak gayet mümkün. Arap ülkeleri de karşı çıkabilirler bize ve derhal Arap topraklarından çıkmamızı isteyebilirler. Örneğin bütün bu radikal İslamcı örgütlere karşı oldukça hassas olan Mısır ile ilişkilerimiz bundan zarar görebilir mi? Astana Platformu’nu kendi ellerimizle yıkarken oradaki ortaklarımızı – Rusya ve İran – bütün bu olaylarda hiç dahlimiz olmadığına inandırabilecek miyiz?
Öte yandan Suriye’nin bu denli karıştırılmasına katkıda bulunarak Trump’ın Suriye’den çekilme seçeneğini yok ettiğimizin farkında mıyız? Ve bunu yaparken Kürdistan kurmakta kararlı İsrail ve ABD Derin Devletinin ekmeğine yağ sürdüğümüzün… Bana kalırsa dış politikamız 2011 yılındaki fabrika ayarlarına geri döndü ve işler pek iyi gitmeyecek. Umarım yanılırım.