Almanya’nın en büyük işçi sendikası, IG Metall, geçen Kasım ayında yüzde 5,2’lik ücret artışını kabul edince para politikalarını belirleyenler derin bir oh çekti. Financial Times’ın anlaşma haberini sunuşunda dediğine göre, merkez bankalarının sakıncalı ücret-fiyat sarmalı endişeleri nihayet hafiflemişti.
Ücret artışlarının fiyat artışlarına (ve dolayısıyla enflasyona) yol açacağı korkusu hayli yaygın. Sadece Almanların değil, İngilizlerin de aynı endişeyle yaşadıklarını görüyoruz. Bank of England Başkanı Andrew Bailey, ücret pazarlığının “dizginlenmesi” gerektiğini, yoksa işlerin kontrolden çıkacağını söylüyor. Barack Obama döneminde Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörlüğü yapan Jason Furman da net: Ücretlerin artması fiyatları da artırır. Furman’a göre bu “temel mikroduyu ve sağduyu”dur.
Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde, Avrupa’da faiz artırımına devam edip etmeyeceklerini görmek için ücretlerin artışına bakacaklarını söylemişti. Aynı Lagarde, geçen Mayıs ayında banka çalışanlarının ücret artışlarını tüketici fiyat artışına bağlamak istemelerini reddetmiş ve bunun “makbul ve istenilen olmadığını” yazmıştı.
Enflasyon düzeyinde ücret artışlarına şüpheyle yaklaşan bir başka merkez bankasının, Hollanda Merkez Bankası’nın başkanı Klaas Knot, ücret artışları ile fiyat artışlarının “geri besleme döngüsü” oluşturmasına karşı yüksek alarm seviyesinde olmaları gerektiğini söyledi ama şu anki ücret gelişmelerinin avro bölgesinde bir ücret-fiyat sarmalına girdiklerine dair net bir kanıt sunmadığını ekledi.
Bu konudaki en açık ifade ise ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Jay Powell’a ait. Powell, neden faiz artırdıklarını açıklarken, bariz bir şekilde talebi düşürerek ücretleri de düşürmek istediklerini belirtiyor. Powell, bütün bunları ekonomiyi yavaşlatmadan ve bir resesyona sokmadan yapabileceklerini düşünüyor. Oysa açıkça, faiz artışı işsizliği artırarak işçi sınıfının pazarlık gücünü azaltmayı ve ücretleri baskılamayı hedefliyor.
Ücret-fiyat sarmalı nedir?
Teknik ücret-fiyat sarmalı tarifi şu: peş peşe gelen dört çeyreğin en az üçünde hem tüketici fiyatları hem de nominal ücretler artarsa orada bir ücret-fiyat sarmalı vardır. Daha özet bir tanım yapmak gerekirse, fiyat artışı ücret artışını tetikler, ücret artışı da sermaye sahibinin fiyatları artırmasına neden olur ve bu böyle devam eder.
Bu meselenin tarihsel örneği ise 1865 yılında Birinci Enternasyonal’de marangozlar sendikası lideri Thomas Weston ile Karl Marx arasındaki tartışmadır. Weston, tam da bugün merkez bankalarının savunduğuna benzer şekilde, ücret artışlarının sonucunda kapitalistlerin kârlarını korumak için bu artışı fiyatlara yansıttığını, artan fiyatların işçilerin alım gücünü düşüreceğini ve böylece reel ücretlerin yerinde sayacağını söylüyordu. Yani Watson, ücret artışları için girişilecek bir mücadelenin veya pazarlığın yararsız olduğu sonucuna varıyordu.
Marx’ın buna cevabı Türkçede Ücret, Fiyat, Kâr ismiyle bildiğimiz broşüründe özetlenir. Marx, Weston’a karşı üç argüman sunar: Birincisi, ücret artışları durduk yere değil, genelde öncesinde artan fiyatlara bir tepki olarak gündeme gelir. İkincisi, enflasyona neden olan unsur ücretler değildir, birden fazla unsur enflasyona etki eder: üretimin büyüklüğü, emeğin üretici güçleri, paranın değeri, piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar ve sanayi çevrimlerinin farklı fazları. Yani örneğin, ücretlerin aynı kaldığı koşullarda, piyasadaki para miktarında (veya paranın değerinde) ortaya çıkan bir değişim, enflasyonu tetikleyebilir. Veya yine ücretler aynı kalmak koşuluyla, emek üretkenliğindeki (yani verimlilikteki) bir değişim meta fiyatlarına doğrudan etki eder.
Dahası, Marx’a göre, ücret seviyelerindeki genel bir yükselişin genel kâr oranlarını azalttığı doğrudur ama bu metaların fiyatlarını doğrudan etkilemez. Kapitalistler ve onların ideologları, fiyatlar artacağı için değil, kârlar azalacağı için ücret artışına itiraz ederler. Buradaki fiziksel sınır, bugün çalışan işçinin yarın da çalışabilmesi için gereken geçim araçlarının ona sağlanmasıdır. Fakat Marx, bazı örneklerde, işçilerin eline geçen ücretin geçim sınırının aşağısına da itilebileceğini söyler. İşgücü maliyetlerinin bu türden düşürülmesi, ulusal çaptaki hayırseverlik veya yoksullara destek yasalarıyla tazmin edilir. Dolayısıyla, ücretlerin kârların nasıl tespit edileceği sorusu, statik değil dinamik bir şekilde cevaplanır ve cevap karşıt sınıfların mücadeleleri ve güç dengeleri tarafından belirlenir.
Tekrar olacak: İşçilerin “aşırı” ücret taleplerinin enflasyona yol açacağı iddiası, kârının azalacağını bilen kapitalistin ve onun ideologlarının gündeme getirdiği bir varsayımdır. Şimdi, bu cephedeki çatlaklara geliyoruz.
IMF’den itiraflar
IMF iktisatçılarının ücret-fiyat sarmalı için tarihten aradıkları kanıtları bulmakta bir hayli zorlandıklarını söyleyelim. Yakın zamanda yayımlanan bir makale, gelişmiş ekonomilerin son 60 yılındaki ücret-fiyat sarmallarını inceliyor.
IMF iktisatçılarının vardığı sonuç şudur: Ücret-fiyat sarmallarını, en azından fiyatlarda ve ücretlerde kesintisiz bir artış olarak tanımlandığında, yakın tarihsel kayıtlarda bulmak zordur. Üstelik IMF, bugünkü gibi reel ücretlerin düştüğü diğer tarihsel dönemlerde ücret-fiyat sarmalını bulmakta daha da zorlanmaktadır. Olan, reel ücret kaybının yalnızca bir kısmını yerine koyan nominal ücret artışlarıdır.
İktisatçıların tarihte bulduğu bugünkü gibi düşen reel ücretler ve sıkı emek piyasası örnekleri, genellikle düşen enflasyon ve artan nominal ücret dönemini önceliyor. Dolayısıyla, iktisatçıların “sürpriz” olarak nitelendirdikleri şekilde, örneklemin yalnızca küçük bir kısmında süreklileşmiş ücret ve fiyat artışları bir sonraki döneme devroluyor. Sonuç olarak IMF, nominal ücretlerdeki yükselişin zorunlu olarak bir ücret-fiyat sarmalına girildiğinin işareti olarak alınamayacağını tespit ediyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) de bu vaziyeti doğruluyor. 2022’nin ilk yarısında, küresel aylık ücretlerin reel olarak yüzde 0,9 gerilediği tespit ediliyor. ILO raporunda gelişmiş ülkelerdeki ücretler ile gelişmekte olan ülkelerdeki ücretler ayrıştırıldığında, gelişmiş G20 ülkelerinde reel ücretlerin yüzde 2,2 azaldığı, gelişmekte olanlarda ise yalnızca yüzde 0,8 arttığı görülüyor. ABD ve Kanada’ya bakıldığında ise reel ücretlerin bu yılın ilk yarısında yüzde 3,2 azaldığı anlaşılıyor.
OECD raporu da tabloyu tamamlıyor. Üçüncü çeyrek verilerini de içeren rapor, 2022’nin üçüncü çeyreğinde bir önceki yılın aynı dönemine göre 32 belli başlı ülkenin 31’inde reel ücretlerin azaldığını gösteriyor.
San Fransisco Fed Başkanı Mary Daly de ücret-fiyat sarmalının en temel unsurlarından birinin, enflasyonla birlikte yükselen ücretler fenomeninin ortaya çıkmadığını itiraf etmek zorunda kalıyor.
ILO, enflasyona ücret artışlarının değil, Ukrayna savaşı ve küresel enerji krizinin neden olduğunu da geçerken söyleyiveriyor.
Enflasyonun kaynakları
Dünyanın en büyük varlık yöneticilerinden UBS’in baş ekonomisti Paul Donovan da reel ücretlerin küresel çapta düşüşte olduğunu hatırlatarak Fed’in ücret-fiyat sarmalı tezinin doğru olmadığına dikkat çekiyor.
Donovan’a göre bugünkü enflasyonun ana kaynağı kârlardaki aşırı artış. Eğer enflasyon emekten değil de kârdan geliyorsa, diyor Donovan, merkez bankaları işsizliği artırma merkezli talep daraltma yönteminden başka yollar aramalı.
Economy Policy Institute’un geçen Nisan ayında yayımladığı bir grafik, tablonun sağlamasını yapıyor. Finansal olmayan şirketlerde 1979-2019 arasında birim fiyatlardaki yükselişin yüzde 61,8’ini birim emek maliyeti oluşturuyordu. 2021’in dördüncü çeyreği ile 2022’nin ikinci çeyreği arasında ise bu oran yüzde 7,9’a düşmüş. Birim fiyatlardaki artışı sürükleyen temel unsur, yüzde 53,9 ile kâr. Onu, yüzde 38,3 ile emek harici girdi fiyatları oluşturuyor.
Peki enflasyonun kaynakları arasında başka neler var? COVID döneminde tedarik zincirlerinin ve emek üretkenliğinin azalması ve sonrasında arzın yeterli seviyeye ulaşamaması bir neden. Çin’deki sıfır COVID politikaları ve sonrasında gelen Rusya-Ukrayna savaşı da küresel tedarik zincirlerinde aksamalara ve maliyet artışlarına yol açıyor. Rusya’ya yönelik yaptırımlar da küresel enerji fiyatlarında fahiş bir yükselişe sebep oldu.
Dahası, örneğin Britanya’da, perakende enerji şirketlerine dağıtım yapan ve genellikle büyük hedge fonları ve özel sermaye şirketlerinin sahip olduğu servis sağlayıcılar yüzde 40’a varan kârlar elde edebiliyor. “Büyük Altılı” olarak bilinen bu şirketler, enerji tedariğini neredeyse tamamen tekelleştirmiş durumda. Yurt içi ve küçük işletme müşterilerinin yüzde 99’u Büyük Altılı’ya bağlı. Buna BP, Shell, Exxon, Chevron, Total gibi uluslararası enerji tekellerinin dev kârlarını da ekleyince tablo tamamlanıyor. 1980’li yıllardan itibaren özelleştirilen Birleşik Krallık enerji dağıtım şirketleri, kâr için çalışıyor ve bunun ceremesini de hane halkları çekiyor. Şu rakam her şeyi anlatıyor: Büyük Altılı, pay sahiplerine 23 milyar sterlinlik bir kâr payı dağıttı. Bu, altılının son on yılda ödediği verginin neredeyse altı katı.
Öte yandan faizdeki artışlar ile birlikte 2021’deki fahiş kâr oranlarının azalması bekleniyor. Geçen sene enerji ve hammadde fiyatlarındaki artışların sürüklediği kârlarda ve dolayısıyla yatırımlarda bir yavaşlama olacağı kesin. Pandemi döneminde büyük kârlar elde eden büyük teknoloji şirketlerindeki aşağı yönlü eğilim, işten çıkarmalar ve finansmana erişimdeki zorluk önümüzdeki sene gelişmiş ekonomilerde resesyonun muhtemel olduğuna da işaret ediyor.
Üstelik, enflasyonun kaynağı “aşırı talep” değil, zayıf arz olduğuna göre merkez bankalarının buna yapabilecek bir şeyi yok. Tedarik zincirlerinin bozulması, Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların yanı sıra, azalan kârlılık, emek verimliliğindeki düşüş ve yatırım iştahı arzı talebe uyduracak gibi görünmüyor. ABD’de işe alımlar hâlâ tempolu biçimde devam ederken GSYİH artışının tempo kazanamaması da gelişmiş ülkelerdeki emek verimliliği sorununun devam ettiğini gösteriyor. Dünya sisteminde süreklileşmiş ve aşağı yönlü bir talep şokunun ortaya çıkması bu nedenle mukadder görünüyor.