15 Ocak 2011’den bu yana Rusya Soruşturma Komitesi Başkanı, Putin’in gençliğinden bu yana yakın çevresinde olan isimlerden biri. Leningrad Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde aynı dönemde okudular. 1975’te okul bittikten sonra Putin KGB’de çalışmaya başladı, Bastrıkin ise polis müfettişi oldu. 1991’de Yeltsin darbesiyle dağıtılana kadar SBKP üyesi, üstelik 1982-1983 arasında Leningrad İl Komsomol Sekreteri, 1983-1985 arasında da Leningrad Oblast Komsomol Sekreteri — bu, eski dostuyla farklarından bir başkasıdır: Putin SBKP’den kendisi istifa etmişti. Akademik çalışmaya eski dostundan daha yakındı: 1980-1988 arasında Leningrad Üniversitesi’nde kriminoloji dersleri vermekten başka, doktora tezi, “Yabancıların içinde bulunduğu ceza davalarında soruşturma problemleri” (bu mesele üzerinde Soruşturma Komitesi başkanı olarak göçmenlerle ilgili çalışmalarında da durduğunu hatırlatmaya değer), doçentlik tezi ise “Sovyet ceza muhakemesi alanında iç ve uluslararası hukukun etkileşimi” başlığını taşıyor. 1992-1995 arasında St. Petersburg Sendikalar Beşeri Üniversitesi rektörü. 1996-1998 arasında Kuzeybatı Bölge İçişleri Hukuk İdaresi başkanı. 1998-2001 arasında Rusya Hukuk Akademisi Kuzeybatı Şube Müdürü. Sonra, akademide ders vermeye devam ederken, Adalet Bakanlığı Kuzeybatı Federal Bölge İdaresi Başkanı. Arkasından İçişleri Merkez Bölge İdaresi Başkanı, Rusya Genel Savcısı Yardımcısı.
Özetle, benzeri az bulunacak nitelikte, çok parlak bir idareci, akademisyen ve kriminolog.
* * *
Bastrıkin geçen ay St. Petersburg Uluslararası Hukuk Forumu’ndaydı. Çok dikkat çekici ve bu tür etkinlikler için sıradışı bir tartışma çıktı bu forumda: Rusya Federasyonu Anayasa’sının 13’üncü maddesi ne olacak?
13’üncü maddenin ikinci fıkrası şöyle der:
“Hiçbir ideoloji devlet ideolojisi veya mecburi ideoloji olarak tesis edilemez.”
Bastrıkin, forumdaki konuşmasında buna açıkça karşı çıktı ve Rusya’da her zaman bir ideoloji bulunduğunu ve bugün de bulunmak zorunda olduğunu söyledi. Bu çıkış kendi başına bile yeterince önemliydi; ancak arkasından gelen destek onu daha önemli kıldı: Rusya Adalet Bakanı Konstantin Çuyçenko, Bastrıkin’i desteklemekle kalmadı, 13’üncü madde probleminin “çözülmesi gerektiğini”, zira bunun, “Rusya’nın değerleri” ile çeliştiğini söyledi.
“Rusya’nın değerleri”, 16 Kasım 2022’de yayınlanan başkanlık kararnamesine gönderme yapıyor. Orada sayılan “değerler” şunlardır:
Yaşam, haysiyet, insan hak ve hürriyetleri, yurtseverlik, yurttaşlık, anavatana hizmet ve onun kaderinde sorumluluk taşımak, yüksek ahlaki idealler, güçlü aile, yaratıcı emek, manevi olanın maddi olana önceliği, hümanizm, merhamet, adalet, kolektivizm, karşılıklı yardım ve karşılıklı saygı, tarihi hafıza ve nesillerin devamlılığı, Rusya halklarının birliği.
Bunların her biri, birer ideolojik öğedir ve hepsi birden, gerçekten de bir devlet ideolojisi meydana getirirler. Bu yüzden Bastrıkin’in çıkışı (tarihi haklılığından başka hukuki temeli itibariyle de) haklıdır; Çuyçenko’nun düzeltme talebi de öyle.
Eğer anayasa maddeleri sözden ibaret değilse, eğer bunlar belli bir bilimsel-felsefi temele de oturmak zorundaysa, zaten var olan devlet ideolojisi anayasal çerçeve içinde de ifadesini bulmalıdır. Bastrıkin forumda, Anayasa Mahkemesi Başkanı Valeriy Zorkin’den tam da bunu talep etti: “Ben hangi ideolojinin: kapitalizmin mi, sosyalizmin mi, liberal ideolojinin mi daha iyi olduğu üzerine konuşma çağrısı yapmıyorum. Ama hareketi bu istikamette başlatalım.”
Zorkin’in Bastrıkin’e cevabı hukuk felsefesi açısından hiç de bu itirazdan daha az önemli değildi. Anayasa Mahkemesi Başkanı, anayasada, Rusya’nın demokratik hukuk devleti, sosyal devlet olduğu ifadelerinin de “idea” olduğunu söyledi, ekledi: “Bu bir ideoloji mi? İdeoloji. … Bence anayasa, sivil toplumu bu kendine has anlaşma temelinde birleştirmeye imkân sağlayan ideolojidir zaten.” Anayasa, hükümetin ideolojik temelidir ve bu temel, hükümetin hem daha liberal hem daha muhafazakâr siyaset yürütmesine imkân verir.
Neden önemli bu ve neden sadece bir hukuk felsefesi tartışmasından ibaret değil? Şundan: 2020’deki anayasa reformu gereğince anayasanın birinci bölümü (13’üncü madde de bu bölümde) meclis ve senato tarafından revize edilemez; bu maddelerde değişiklik için anayasa meclisi toplanması gerekir.
Demek ki tartışma aslında bir kurucu meclis tartışması, devletin yapısını ve geleceğini ilgilendiren bir tartışmadır. Tartışmanın ortaya çıkışının nedeni, dahası, tartışmanın taraflarında “hayır” diyen kimse bulunmayıp “evet, öyle” ile “evet, ama” arasında bölünmüş olmaları, toplumu bir ideoloji eşliğinde kenetleme ihtiyacını açık seçik biçimde gösteriyor. “Rusya’nın değerleri”, bu ihtiyacın ürünüydü; Kremlin’in çocuklar arasında Sovyet “piyonerlerine” benzer bir “birinciler hareketi” kurma çabası, bu ihtiyacın ürünüydü; kitlesel bir gençlik hareketi yaratılmasına yönelik tartışmalar, bu ihtiyacın ürünüydü; ve en önemlisi, ihtiyacın kendisi, yeterince zaten kenetlenme olmayışın sonucudur.
* * *
Bastrıkin aslında daha önce de pro-Sovyet yanlısı çıkışlarıyla dikkat çekmişti; daha önemlisi ise, bu tutumunu gizlemeye hiç kalkışmadı.
Geçen yılın sonunda, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun 100’üncü yıldönümü vesilesiyle yazdığı makaleye de bakalım. İyi bir makaleydi bu, ama genellikle amatör edebiyatçıların kullandığı bir blogtan dışarı pek az çıktı. Başlığı şöyleydi: “SSCB’nin 100 yılı. SSCB’nin başlıca 10 başarısı”.
Bastrıkin orada, Sovyetler Birliği’nin büyüklüğünü şunlara bağlıyor: muzaffer bir halk, uzayın ilk fatihleri, halkın emek başarıları; büyük bir dünya gücü; askeri kuvvet; ülkenin sportif gururu; nükleerin barışçıl kullanımı; birlik-eşitlik-kardeşlik; halkların kardeşliği; Sovyet kültürü.
Şu cümleler o makaleden:
“Ülkemiz iki defa enkazdan yeniden doğdu: 1917-1922 iç savaşından sonra, arkasından 1941-1945 Büyük Anavatan Savaşı’ndan sonra. Bu, pek çoğumuz için çocukluğumuzun ve gençliğimizin ülkesi olan Sovyetler Birliğinin oluşumu ve yükselişi dönemiydi.”
İlk bakışta bütünüyle nostaljik bir ifade gibi görülebilir. Ama burada dikkat çekici olan, antikomünist (genellikle liberal, bazen de muhafazakâr ve hatta dinci) tarih yazımında genellikle gereksiz bir kesinti sayılan dönemi, iç savaş sonrasını, enkazın üzerinde yeniden inşa olarak tanımlamış olması.
Şu cümleler o makaleden:
“Herkes şu sloganı hatırlar: ‘Beş yıllık plan dört yılda!’ Bu, pek çok Sovyet vatandaşı için bir yaşam biçimiydi; SSCB’de emek her zaman saygı uyandırırdı.”
Antikomünist tarih yazımı emeğin bu niteliğine tamamen gözlerini kapar, zira kapitalizmde emek değil emeksiz zenginlik daha büyük saygınlık uyandırır. Geçmişin hatırlatılması, aynı zamanda bugünün eleştirisi anlamına geliyor.
Şu cümleler o makaleden:
“SSCB’nin çokuluslu bir devlet olarak kalmasını sağlayan tam da eşitlik ve kardeşlik ideolojisiydi: Kazaklar, Ermeniler, Belaruslar ve diğer milliyetler barış ve dostluk içinde yaşıyor, ülkenin ortak refahı için çalışıyorlardı. BDT ülkelerini kenetlemeyi ve onlar arasında sağlam bir temel atmayı başaran Sovyetler Birliği’ydi.”
Antibolşevik tarih yazımı, Lenin’i “Ukrayna’yı yaratmakla” suçlar; çizilen tablo şöyledir: zaten aşağı yukarı barış ve huzur içinde yaşayan milletler ve milliyetler Rus devrimiyle birlikte geniş haklarla donatıldı, bu da SSCB’nin dağılmasına yol açtı. Bu tarih yazımı, milli meseleyi ele alırken devrimle karşıdevrim arasında 70 yıl geçtiğini unutur.
Gördüğünüz gibi, gerçekten de dikkat çekici bir makale, zira iktidar katında benzer eğilimlerin dile getirildiğine çok sık rastlanmaz. En azından, geçen yıl 24 Şubat’a kadar öyleydi.
* * *
Ama her şey 24 Şubat’la birlikte ortaya çıkmış değil. 24 Şubat, kaçınılmaz olarak Sovyet döneminin eseri olan bürokrasinin, esas itibariyle de mali değil idari ve hukuki alanın yöneticileri arasında bu eğilimi güçlendirdi; Bastrıkin ise siyasi eğilimlerini zaten hiç gizlememişti.
2016’da Kommersant’ta yayınlanan bir başka makalesine daha bakalım. Başlığı şöyle: “Enformasyon savaşında etkili bir bariyer örmenin zamanı geldi”.
18 Nisan’da yayınlanan bu makale, bir yerde (Lenin’e göndermeyle) “Bastrıkin’in nisan tezleri” diye anılmış.
2016’da olsaydık hiç tereddütsüz tamamını çevirirdim bu epey uzun makalenin; ama aradan bunca yıl geçtikten sonra bile güncel.
Yedi yıl önce şöyle diyor (bugün yaygınlık kazanan kavramların nasıl doğduğuna dikkat ediniz): “Son birkaç onyıldır Rusya ve bir dizi başka ülke daha ABD ve müttefikleri tarafından başlatılan hibrit savaş şartları altında yaşıyor. Bu savaş muhtelif istikametlerde yürütülüyor: Siyasi, iktisadi, enformasyon, keza hukuk. Dahası son yıllarda nitelik olarak yeni bir aşamaya, açıktan cepheleşme aşamasına girdi.”
Bu alıntıya birinci tez diyelim.
Sonra ABD’nin dolar manipülasyonuyla gelişmekte olan ülkelerin milli paralarını “yerle bir ettiğini”, uzun vadeli dış kredilerle reel sektörlere yatırımların yok edildiğini, kısa vadeli kredilerin spekülasyon amacıyla kullanıldığını anlatıyor. Bu savaşın hukuki veçheleri üzerinde (başta YUKOS davası) dikkatle duruyor, arkasından enformasyon savaşına ve vekalet savaşına geçiyor: “ABD radikal islamcıları ve diğer radikal ideolojik akımları destekleyerek Yakındoğu’daki durumu tamamen istikrarsızlaştırdı.”
İkinci tez, şu:
“Milliyetler arası (etnisiteler arası) nefret zeminindeki çatışmaların yıkıcı gücünün farkına varan ABD, kozunu bu enformasyon unsuruna oynadı. Problemin günümüzdeki kavranışıyla şu açıktır: temelinde halkların kardeşliği yatan SSCB’nin ideolojik temelinin baltalanması da dışarıdan başlatıldı ve milli çekişme usulleri üzerine inşa edildi. Etnisiteler arasındaki pek çok çatışmanın (Karabağ, Gürcü-Abhaz, Oset-İnguş, Transdinyester) 1990’ların başında fiilen eşzamanlı olarak başlamış olması tesadüf değildir. Aynı dönemde Kiev’de milliyetçi vatandaşların ilk kitlesel gösterileri de gerçekleşir. Ayrıca, devletliliğin baltalanması, Letonya, Litvanya, Estonya, Gürcistan ve başka ülkelerde anti-Sovyet ajitasyon ve siyasi muhalefetin finanse edilmesi aracılığıyla yürütüldü.”
Demek ki Bastrıkin yedi yıl önce de, milli meselenin Sovyet çözümünün işler (neredeyse ideal) bir çözüm olduğunu ve milli ihtilafların devletliliği baltaladığını düşünüyordu. Bu düşüncenin ikinci parçası, Kremlin’in eksiksiz paylaştığı bir görüştür (daha önce birçok defa yazmıştım; örneğin şuraya bakın). Birinci parçası ise, yukarıda da gördük ki, Bastrıkin ve fikirdaşları ile Kremlin arasında ihtilaf konusu kabul edilmeli; zira ilk grup neredeyse tamamen olumlar, ikinci grup neredeyse tamamen olumsuzlar. Bu ihtilafın büyümemesinin tek nedeni, belki de, bütün bu insanların aynı Sovyet toplumunun eseri olmaları ve o aynı Sovyet toplumuna kimi nostaljik kimi gerçekçi ortak bir özlem beslemeleridir.
Şu cümleleri Bastrıkin’in üçüncü tezi olarak kabul edebiliriz:
“Sert, uygun ve simetrik bir cevap şart. … Sözümona liberal değerlere takılıp yalancı bir demokrasi oyunu oynandığı yeter. Zira demokrasi veya halkın egemenliği, halkın menfaatleri doğrultusunda hayata geçirilen bizatihi halkın iktidarından başka bir şey değildir. Bu menfaatlerin sağlanması toplumun muhtelif temsilcilerinin mutlak hürriyeti ve keyfiyetiyle değil genel bir esenlik aracılığıyla mümkündür.”
Tamamen marksist bir anlayış olduğunu ileri sürmek mümkün. Başka bir şey eklemeye de gerek yok.
Dördüncü tez, yedi yıl öncesinden St. Petersburg Forumu tartışmasının öngörüldüğüne yorulabilir:
“Devletin ideolojik siyaseti konseptinin oluşturulması son derece önemlidir. Bunun temel unsuru, çokuluslu yekpare Rusya halkını gerçekten kenetleyecek milli bir idea olabilir.”
Düşüncenin bunca zaman önce bu netlikte ortaya konulmuş olması, ister istemez, elitin içinde bu ve benzer konuların hararetli şekilde görüşüldüğünü gösteriyor. Demek ki ideoloji meselesi, siyaset meselesi, en genelde üstyapı meselesi, gündemin içinde boğulmuyor, sürekli entelektüel bir çözüm arayışı geliştiriliyor. “Carpe diem”, hiç değilse üstyapıda, Rusya’da siyasi elitin sloganı değil.
Neden “hiç değilse üstyapıda”? Çünkü, birincisi, iktidar zaten bir ittifakı temsil ediyor; bu ittifak kendine has bir bonapartizm şeklinde icra ediliyor. (Başka birçok yazımdan başka, bu meseleye girizgâh olarak şuraya bakılabilir). Ve ikincisi, bonapartizm devleti fetişleştiriyor. Bu bir Sovyet anlayışıdır ve bunu ideolojik olarak ortadan kaldırma imkânı yoktur. Dahası, bu kaçınılmaz bir fetişleştirmedir, devletsizliğin gerçek bir yıkım olduğunu ve olacağını herkes bilir. (Bu perspektiften bir gözlem için, şuraya bakın.) İktidarın çözülmesi devletin yıkılması anlamına gelir ve post-Sovyet Rusya’da sol da bunun karşısında durur.
Beşinci tez şu olmalı:
“Enformatif-ideolojik ‘silah’ kullanılmaya devam edecek. ABD’nin Rusya ile sınır ülkelerde, keza Orta Asya devletlerinde demokrasi kurumlarını geliştirme adındaki programlara yaptığı bütçe harcamalarının artışı buna tanıklık ediyor.”
Tezin bu şekilde formüle edilmiş olması, bir kez daha, uzun vadeli entelektüel hazırlık sürecini gösteriyor. İktidarın entelektüel hazırlığının olduğu yerde siyasi hazırlığı da vardır. Bu, 24 Şubat’tan sonra yaygınlaşan, Rusya’nın tepkisinin panik halinde ve ölçüsüz-hesapsız olduğu tespitlerinin çürütülmesi sayılmalı.
Altıncı tez:
“Devlet ve toplum için özel bir önem taşıyan tarihi hadiselerin reddedilmesi veya çarpıtılmasının cezai sorumluluğunun tespiti yaygın bir uygulamadır. Örneğin pek çok ülkede olduğu gibi Rusya’da da faşizm propagandası kriminal bir ceza olarak mülahaza edilir.”
Bu da epey dikkat çekici bir gözlem, beklenti ve yedi yıl önceden bakıldığında bugün uygulamaya geçilen bir proje. Sorun belki de, bu suçların soruşturulmasında uygulanacak objektif ölçülerin belirlenmesinde yatıyor. Eğer bu ölçüler varsa, hukuk düzeninde düzgün bir cezai çerçeve oluşturulabilir; eğer yoksa, ceza kanunu maddeleri keyfiyetin aracı haline gelebilir.
* * *
Demin dediğim gibi, yedi yıl önce bu makaleyi hiç tereddütsüz çevirebilirdim, bugün ise daha çok bir tarih okumasının aracı, bugünün ideolojik ortamını meydana getiren entelektüel tartışmalar açısından tarihi bir köşe taşı sayılabilir.
Bununla birlikte Bastrıkin meselesi sadece bir entelektüel çevrenin devlet-oluşumuna etki eden tartışmalarından ibaret değil. Bu mesele, devletin bugünkü ve yarınki biçiminin ne olacağıyla da ilgili. Ve üstelik, artık, tartışılan şey sadece bir üstyapı kurumu olarak devletin biçimi değil, iktidarın dayandığı altyapı kurumlarını da kapsıyor.
Şimdi tartışmaya, özelleştirme mi millileştirme mi damgasını vuruyor.
Ama meselenin bu tamamen yeni ve aslında çok daha önemli veçhesiyle bir sonraki yazımızda ilgilenelim. Onun konusu, özelleştirme ve millileştirme tercihlerinde taraflar, onların sınıfsal tercihleri ve güçleri olsun.