40 yılı aşan neoliberal dönemin kapanmaya başladığı yolundaki emarelerin hayli belirginleşmesi ve ‘küreselleşme’ ideolojisinin yerini ‘korumacı’ pratiklere bırakması ile birlikte, 20. yüzyılda iki savaş arasında Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm ve Nasyonal Sosyalizmin çok daha yakıcı bir biçimde tartışıldığına şahitlik ediyoruz. Bunda, liberal ideolojinin yeni iktisadi ve jeopolitik gerçekliklerle sınandığında yetersiz kalmasının yanı sıra, Avrupa’da, ABD’de ve Hindistan örneğindeki görüldüğü üzere yer yer ‘Küresel Güney’de yaygınlaşan (proto)faşist hareketlerin ve düşüncelerin yeniden yaygınlaşması da etkili oluyor.
Elbette, faşizmin/nazizimin ABD ve Kıta Avrupa’sında, aslında hiçbir zaman gerilemediği iddia edilebilir. Soğuk Savaş’ta ‘eski’ Alman naziler ve İtalyan faşistler, komünizme karşı savaşta ABD’nin hizmetine girmişlerdi. Bunun yanı sıra, faşizmin bazı kritik unsurları, aslında 19. yüzyılın son çeyreğinde serpilmekte olan ‘muhafazakâr liberalizm/aristokratik gericiliğin’ düşünce çizgisini devam ettirmekteydi: Sosyal Darwinizm, ilerleme düşmanlığı, antidemokratizm-antikomünizm-kitle nefreti, ırkçılık ve emperyalizm… Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sonrası faşizm/nazizm, en fazla uykuya yatmıştı denebilir.
İsrail Açık Üniversitesi Tarih Bölümünden Ishay Landa, henüz Türkçeye çevrilmemiş kitaplarında (burada ve burada) hem 20. yüzyıl faşizmindeki liberal unsurların izini sürüyor, hem de faşizmin çok tartışılmamış bir yüzüne ışık tutuyor: kitle/tüketim düşmanlığı. Landa, faşizmin/nazizmin hem ‘batılı’, hem de ‘batılı değerlere düşman’ olduğunu savunuyor; tam da bu nedenle ona göre bu meselenin üzerinde tartışmak yerine faşizmin toplumsal ve ideolojik işlevine odaklanmak gerekiyor. Bu bağlamda, günümüzdeki neofaşist hareketler, hem klasik faşizmle benzerlik taşır, hem de onlardan farklılaşır. Soyut modeller yerine, somut toplumsal-tarihsel bir analiz, günümüzde faşist hareketlerin anlaşılması için elzemdir.
The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism [Çırağın Büyücüsü: Liberal Gelenek ve Faşizm] adlı kitabınızda, 19. yüzyıl liberal geleneği ile faşizm arasında bazı süreklilikler olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar arasında sosyal Darwinizm, emperyalizm ve sömürge savaşları yer alıyor. Yaygın bir görüşe göre faşizm/nazizm batı düşünce geleneklerinden bir kopuştur. Bu görüşe hangi açılardan katılmıyorsunuz ve faşizm/nazizm hangi açılardan ‘batılı’ olarak değerlendirilmelidir? Akla ve ‘sıradan insana’ karşı isyanların da ‘batılı’ bir düşünce çizgisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Hem faşizm hem de Nasyonal Sosyalizm ilk olarak batıda ortaya çıkmış, batılılar tarafından düşünülmüş ve uğruna savaşılmış siyasi ideolojilerdir ve sadece bu nedenle bile batı geleneklerinden tamamen koptukları ciddi olarak düşünülemez. Aslında, soruda da belirtildiği gibi, sosyal Darwinizm, ırkçılık, bireyler ve uluslar arasındaki rekabetin kutsallaştırılması ve benzeri gibi büyük ölçüde batılı siyasi ve ideolojik süreçler bağlamında ortaya çıkmışlardır.
Bununla birlikte, faşizm ve onun batı geleneğiyle ilişkisine dair iki ‘komplikasyonu’ akılda tutmak önemlidir: Bunlardan ilki, çoğunlukla İkinci Dünya Savaşı sonrasına ait bir olgudur ve suçu batıdan uzaklaştırmaya yönelik özürcü çabalarla ilgilidir: Faşizm ve Nazizm çok feci ve dehşet verici olduğu için, bazı yorumcular batı düşüncesi ve toplumunun çelişkileriyle ilgilenmek yerine, bunların Batı normları ve geleneklerinden sapmaları ve sapkınlıkları temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Bu nedenle Alman tarihçiler sıklıkla Almanya’nın Nazi döneminde batıdan ayrıldığını iddia etmiştir. Hatta bazıları, Ernst Nolte’nin Auschwitz’den kötü şöhretli ve boş bir şekilde ‘Asyatik bir eylem’ olarak bahsetmesinde olduğu gibi, Holokost’un dehşetinin Nazilerin Bolşevizm örneğinden etkilenmesinin bir sonucu olduğunda ısrar etti. Bazı Nazizm karşıtları da Nazizmi o kadar itici ve tuhaf buldular ki, onu batı kültürünü dışarıdan istila eden yabancı bir güç olarak kavramsallaştırmaya yöneldiler. Örneğin yazar Klaus Mann Nazileri ‘Persler’ olarak tanımlayarak antik Yunan’ı istila eden ve görkemli uygarlığını yok etmekle tehdit eden ordulara gönderme yapmıştır. Siyasi düşünür Hannah Arendt ise Nazizmin ‘batı geleneğinin herhangi bir parçasına hiçbir şey borçlu olmadığı’ konusunda ısrar etmiştir.
İkinci komplikasyon ise faşist ideolojinin ve Nazi ideolojisinin kendisiyle daha yakından ilgilidir. Kendilerini Bolşevizm’e karşı batının –ya da Abendland’ın– son siperi olarak överken, faşistler aynı zamanda demokrasi, Aydınlanma, feminizm, evrenselcilik gibi batı ile ilişkilendirilen entelektüel ve siyasi akımlara da derinden düşmandılar. Bu nedenle, faşist düşünürler batının çökmüş, eşitlikçi ve kadınsı olduğunu düşündükleri yönlerine karşı koymak için sıklıkla batılı olmayan modeller aramışlardır. Bunu Nietzsche gibi önemli bir proto-faşist düşünürün, Hindistan’da Hinduizmin en yetkili kodlarından biri olan ve kast düzeninin savunulduğu Manu Kanunları gibi bir metinden ilham almasında buluyoruz. Daha sonra da pek çok faşist ideolog ‘doğu’ modelleriyle flört etmiştir; özellikle de İtalyan sabit fikirli faşist Julius Evola ya da Hint geleneklerini benimseyen Fransa doğumlu Yunan faşist ve Nazi sempatizanı Savitri Devi. Ne var ki, bu kişilerin kendi toplumlarının iç açmazlarını çözmek için ‘doğu’ya yöneldiklerini ve bu by-passın büyük ölçüde ‘oryantalist’, yani yüzeysel ve manipülatif olduğunu, doğu geleneklerini kendi gerici amaçları için yararlı görünen motifler için yağmaladıklarını belirtmek gerekir.
Akla ve ‘sıradan insana’ karşı isyanlara gelince, bunlar aynı anda hem batılı hem de batı karşıtıydı, çünkü demokrasi, rasyonalizm ve kitle toplumu gibi nefret objeleri aynı zamanda batı modernitesinin önemli özellikleriydi. Genel olarak, faşizmin batılı olup olmadığına karar vermek yerine, nerede bir güç haline gelirse gelsin toplumsal ve ideolojik işlevine bakmak daha doğru olacaktır. Bugün neofaşist modellerin Hindistan gibi batılı olmayan ülkelerde de benimsendiğini görüyoruz, fakat bu mümkündür çünkü moderniteyi ve onun eşitlikçi sonuçlarını yenme hedefleri çok benzer durmaktadır.
‘YAHUDİLER, NİHAYETİNDE İMHA EDİLECEKTİ’
Nazizmin katı antisemitizminin, Alman Sağında ve Zivilisationskritik’te ‘Yahudiliğin’ tezahürleri olan ‘kitle kültürüne’, ‘insanın eşitlenmesine’ karşı isyan düşüncesine gömülü olduğunu vurguluyorsunuz. ‘Yahudiler’ ve diyelim ki ‘’renkli halklar’ ya da ‘göçmenler’ birbirinin yerine kullanılabilir mi?
Güçlü paralellikler var ama bence önemli farklılıklar da var. Yahudiler 19. ve 20. yüzyıllarda birçok gerici tarafından seküler, demokratik modernitenin başlıca yararlanıcıları ve hatta gizli beyni olarak görülüyordu. Bu nedenle ‘Yahudi etkisi’ ile mücadele faşist dünya görüşünün merkezinde yer alıyordu. ‘Yahudi’, Avrupalıya, ırksal ve ulusal farklılığa, bugün sağcı varyantlarında ‘kimlik siyaseti’ dediğimiz şeye ölümcül bir tehdit olarak algılanıyordu. Bu elbette bugün aşırı sağın sözde Hıristiyan, Avrupalı, genellikle açıkça ‘beyaz’ geleneklerini övülmesini, vahşi ırkçılığını ve yabancı düşmanlığını, özellikle batılı olmayan ülkelerden gelen göçe karşı çıkmasını akla getiriyor. Fakat bir fark da vardır: Yahudiler, sözde yatay, gri, tek tip, kitlesel bir medeniyet dayatmaya ve tüm ulusal ve ırksal farklılıkları ortadan kaldırmaya kararlı evrenselci bir güç olarak görülüyordu. Buna karşılık bugün göçmenler çoğunlukla asimilasyona direnen, inatla Avrupalı olmayan, kendi etnik ve dini özelliklerini koruyan kişiler olarak görülüyor. Dolayısıyla onlara karşı verilen mücadelenin doğası gereği daha az şiliastik [binyılcı] olduğu söylenebilir. Marine le Pen’in ifade ettiği gibi, “Kamusal alanda başörtüsü takılmasına karşıyım. Bu Fransa değil […] Fransa’ya gelen insanlar neden Fransa’yı değiştirmek, Fransa’da kendi ülkelerinde yaşadıkları gibi yaşamak istesinler ki?” Bu nedenle, en azından retorik olarak, kendi kültürlerinden vazgeçmeye istekli olan göçmenler Fransa tarafından özümsenebilir. Le Pen’in röportajı yapana temin ettiği gibi: “Düzgün davranan insanların endişelenmesine gerek yok. Fransa’da bir iş sahibi olan, yasalarımıza ve kurallarımıza saygı gösteren yabancıların kesinlikle endişelenecek bir şeyleri yoktur.” Ne var ki, pek çok Avrupalı antisemit için Yahudiler ırksal olarak asimile edilemezdi. Etkili bir 19. yüzyıl Avusturyalı antisemiti olan Georg Ritter von Schönerer’in ünlü ifadesiyle, Katolikliğe geçseler bile Yahudiler ırksal yabancılar olarak kalmaya devam ediyorlardı: “Din hiçbir şeyi değiştirmez: utanç kanda yatar.” Schönerer, Hitler tarafından çok takdir edilen bir figürdü. Dolayısıyla Naziler için Yahudiler sadece dışlanmanın ve hatta sınır dışı edilmenin değil, nihayetinde imha edilmenin de hedefiydi.
Görünüşe göre ‘burjuva tembelliği’ ve kitleselleşme, Avrupa entelijansiyasının ‘aristokratik’ tepkisini tetiklemiştir. Martin Heidegger, Nazi yanlısı yazılarından birinde erkekliği, kahramanlığı, sertliği, tehlikeyi, cesareti ve cüretkârlığı yüceltiyor. Oswald Spengler gibi Alman yazarlar, “Tanrı gevşekleri kusar,” sözünü alıntılamayı severdi. Spengler’in ‘Batının Çöküşü’ analizinin ve Heidegger’in ‘meta-ontoloji’sinin Avrupa’daki bazı çevrelerde son zamanlarda yeniden canlanması hakkında ne düşünüyorsunuz? Neoliberal antidemokratik eğilimlerin batıda Yeni Sağ için verimli bir zemin yarattığını söylemek mümkün mü?
Bu yakın bir tehlike, hatta çoğu zaman üzücü bir gerçeklik, zira sadece batıda değil, ulusal sınırların ötesinde bir Yeni Sağ’ın geliştiğine tanık oluyoruz. Genellikle faşist ve diğer muhafazakâr ideologlardan (Jordan Peterson, Steve Bannon ya da Heideggerci Rus Aleksandr Dugin’i düşünün) yararlanan ama aynı zamanda dini gelenekleri de seçerek ve hatta çoğunlukla çarpıtarak kullanan gerici güçler, moderniteye karşı savaşmak ve etnik gruplar (aslında ırklardan bahsetmenin kibar bir yolu) ve cinsiyetler arasındaki hiyerarşilerin sağlam bir şekilde yeniden kurulduğu otoriter alternatifler yaratmak için harekete geçiyor.
Kanadalı yazar Margaret Atwood, yakın zamanda başarılı bir TV dizisi haline gelen 1985 tarihli romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nde bu gerici distopyaların tehlikesini zekice yakalamıştır. Roman, teolojik şovenist bir düzenin acımasızca uygulandığı ABD’nin yakın geleceğini anlatmaktadır ve günümüz İsrail’inde Netanyahu’nun başını çektiği dinci-faşist hükümete karşı protestocuların bu romandaki imgeleri kullanması son derece anlamlıdır. Aslında İsrail aynı zamanda neoliberalizmin otoriterlikle görünüşte garip ama yine de oldukça gerçek yakınlaşmasını da göstermektedir, çünkü Netanyahu hükümetinin antidemokratik saldırısının hayati bir itici gücü, işçi örgütlerinin tamamen yok edilmesini ve totaliter bir ‘serbest piyasa’yı savunan Kohelet Politika Forumu adlı liberter bir düşünce kuruluşunun aşırılıkçı düşüncesi olmuştur.
‘SOL, MADDİ İLERLEMEYE İNANCINI KAYBETTİ’
Son zamanlarda ‘daha az tüketim’ için yapılan çağrılar ve ‘aşırı nüfus’ hakkında artan tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Araştırmanıza göre, bu çağrılar açık veya gizli faşist gündemlere mükemmel bir şekilde uyuyor gibi görünüyor. Dünyanın yeni bir faşizm dönemi için olgunlaştığını söyleyebilir miyiz?
Tüketim karşıtlığı ve kitlelerin maddi yaşam standartlarına saldırı, faşist dünya görüşünün çok fazla göz ardı edilen bir bileşenidir.
Faşist liderler ve entelektüeller, kitlelerin ‘temel’ maddi isteklerinden, onların tutumlu işçilerden daha yüksek gelirler ve daha fazla konfor için şımarık yarışmacılara dönüşmesinden büyük bir tiksinti duyuyorlardı. Aynı tüketimcilik, işçilerin ülkeleri için savaşma ve ölme isteklerini de zayıflatıyor olarak görülüyordu. “Biz faşistler,” diye haykırıyordu Mussolini, “maddi ya da manevi mutluluğa dair her türlü statik kavramı reddederiz. Bizim mutluluğumuz mücadelededir.” Göbbels de benzer şekilde, “Nasyonal Sosyalizm ve faşizmin ortak noktası, her şeyden önce rahat ve dolayısıyla keyifli bir yaşamı hor görmeleridir,” diye açıkça ilan ediyordu.
İster Götz Kubitschek gibi Alman AfD’sinin ideologları, ister Nietzsche’den esinlenen Amerikan alternatif sağcıları, ister Marine Le Pen ya da Giorgia Meloni gibi başarılı politikacılar söz konusu olsun, yeni sağın söyleminin böylesi bir tüketim karşıtlığıyla dolu olması öğretici ve endişe vericidir. Le Pen, “Küreselleşme, daha sonra işsizlere satılacak ürünleri üretmek için köleleri kullanmak demektir!” derken, Meloni de çok izlenen bir konuşmasında, “Özgürlüğümüzü savunacağız çünkü asla finansal spekülatörlerin insafına kalmış köleler ve basit tüketiciler olmayacağız. Bizim görevimiz budur,” iddiasında bulunuyordu. Ne yazık ki bugün sol, maddi ilerlemeye olan inancından önemli ölçüde vazgeçmiş durumda ve etrafta yeterince şey olmadığı ve bir tür ‘küçülme’ye yönelmemiz gerektiği görüşünü kabul ediyor. Maddi kıtlık bir kez kaçınılmaz olarak algılandığında, azalan kaynaklar için evrensel bir mücadele doğal görünür ve korku taciri demagoglar kendilerini kendi –kesinlikle sınırlandırılmış– seçim bölgelerinin ulusal kurtarıcıları olarak sunabilirler. Eşitlik ve uluslararası işbirliği ile birlikte alternatif bir toplumsal ve maddi ilerleme vizyonu ikna edici bir şekilde savunulmadıkça, bu sağcı dalgaya kalıcı bir temelde karşı koymak çok zor olacaktır.