Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin İsrail-Hamas savaşıyla güncellenen ya da daha doğru bir ifade ile eskiye dönen Orta Doğu yaklaşımına mercek tutuyor. ABD’nin dış politikasının belirlenmesinde etkili yayın organlarından Foreign Affairs’te yayınlanan makale, Asya Pasifik’te Çin ile hesaplaşmak amacıyla Orta Doğu’dan güçlerini çekmeye başlayan ABD’nin, İsrail-Hamas savaşıyla yeniden bölgeye askeri yığınak yaptığını hatırlatıyor. ABD’nin çatışmanın yayılma riskini azaltma gerekçesiyle bölgeye güç yığdığını ancak bunun tam tersi bir etki yaratma potansiyelinin yüksek olduğunu belirten makale, bu eskiye dönüş politikasının ABD çıkarları açısından getireceği risklere dikkat çekiyor:
***
Washington’un Yaklaşan Orta Doğu Bataklığı
Gazze’deki Savaş, Amerika’nın Aşırı Genişlemesi ve Geri Çekilmesi
Jennifer Kavanagh ve Frederic Wehrey
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği ve tahminen bin 200 kişinin ölümüne yol açan acımasız saldırısı, 2011’de Arap dünyasını sarsan ayaklanma ve iç savaşlardan bu yana ABD’nin Orta Doğu stratejisine yönelik en ciddi meydan okumaya yol açtı. İsrail’in Gazze Şeridi’ne saldırısı ve yol açtığı büyük can kaybı -Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 12 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti- bölgede yaygın bir Amerikan karşıtlığını körükledi ve İranlı vekillerin Irak ve Suriye’deki ABD askeri personeline saldırmasını teşvik etti. ABD Başkanı Joe Biden ve yönetiminin, ABD’nin yakın müttefiki İsrail’in eylemlerini ve savaşın daha geniş jeopolitik yansımalarını nasıl yöneteceği, bölgesel istikrarın yanı sıra Washington’un Orta Doğu ve diğer yerlerdeki düşmanlarıyla yüzleşme ve caydırıcılık yeteneği açısından uzun vadeli sonuçlar doğuracak.
Risklerin yüksek olduğu, son bir ay içinde ek ABD askeri güçlerinin hızlı bir şekilde bölgeye akışıyla açıkça görülüyor; bunlar arasında uçak gemileri, savaş uçakları, binden fazla asker ve Kuveyt, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ortaklarına ek hava savunma sistemlerinin konuşlandırılması bulunuyor. Bu hamlelerin amacı ABD’nin kararlılığını göstermek ve İran’ı, Hizbullah gibi vekil ağını kullanarak Lübnan, Suriye ve başka yerlerden İsrail’e saldırılar düzenlemek suretiyle İsrail’deki krizi tırmandırmaya çalışmaktan caydırmaktı. Ancak Washington, Ortadoğu’daki askeri varlığını genişleterek bölgesel gerilimleri tırmandırabilir ve yanlış hesaplama riskini ve maliyetini artırabilir ve böylece istemeden de olsa kaçınmaya çalıştığı çatışmayı kışkırtabilir.
Washington’un askeri teçhizat ve personel takviyesi, ABD’nin yakın zamana kadar kendisini kurtarmaya çalıştığı bir bölgede ucu açık güvenlik taahhütlerine girmesine de yol açabilir. ABD güçleri 2021’de Afganistan’dan çekilmeyi tamamlayıp Irak’taki muharebe operasyonlarını sona erdirdiğinde, ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik alışılagelmiş güvenlik öncelikli yaklaşımının hem kaybedilen dolarlar ve hayatlar açısından maliyetli hem de yıllar süren savaş, isyan ve ekonomik yıkıma katkıda bulunarak bölge için yıkıcı olduğu kanıtlandı. Amerika Birleşik Devletleri’nin varlığı bir kez daha artarken, Orta Doğu’da derinleşen askeri müdahalesi mevcut krizin sona ermesinden sonra bile devam edebilir ve uzun vadede başka yerlerde, özellikle de Hint-Pasifik’te tehlikeli boşluklar yaratacak bir aşırı genişlemeye katkıda bulunabilir. Bu durumda, Biden yönetiminin Çin’e karşı Hint-Pasifik’e yönelik çabalarının büyük kısmı boşa gidebilir ve Tayvan gibi kilit stratejik alanlar Çin saldırganlığına karşı daha savunmasız hale gelebilir.
Bu tehlikeler göz önüne alındığında, Washington’un Orta Doğu politikası acilen bir rota düzeltmesine ihtiyaç duyuyor. Bu durum 7 Ekim’den önce de geçerliydi, şimdi daha önemli hale geldi. Ancak Biden yönetimi, mevcut stratejinin başarısızlıklarını ve risklerini ele almayı amaçlayan kısa veya uzun vadeli herhangi bir düzenlemenin sinyalini vermedi. Bunun yerine, Orta Doğu’da ABD liderliğindeki yeni bir güvenlik bloğunun temeli olarak daha büyük ABD askeri konuşlandırmalarına ve İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine dayanan daha fazla güvenlik odaklı bir yaklaşımı yeniden benimsedi.
İsrail’in Gazze’deki savaşının sonuçları belirsizliğini korusa da ABD’nin daha sürdürülebilir bir Ortadoğu politikasının ana hatlarını çizmek için erken değil. En önemlisi, mevcut kriz istikrara kavuşmaya başladığında Washington aceleyle Orta Doğu’ya gönderdiği güçleri hızla geri çekmeye çalışmalı ve daha da ileri giderek bölgedeki ABD askeri varlığını önemli ölçüde küçültmeli ve yeniden yapılandırmalı. Aynı zamanda Washington, bölgedeki ortaklarının kapasitelerini ve dirençlerini artırmaya yatırım yapmalı ki böylece daha az ABD desteği ile istikrarı korumak ve güvenlik sorunlarını yönetmek için daha etkin bir şekilde birlikte çalışabilsinler. Sadece bu iki yönlü yaklaşım ABD’yi aşırı genişlemeden kaçınan ancak yine de ortaklarına güven verebilen ve gelecekteki felaketleri önleyebilen dengeli bir Orta Doğu politikasına taşıyabilir.
SORGUSUZ SUALSİZ
Amerika Birleşik Devletleri’nin mevcut krize tepkisi hızlı ve kapsamlı oldu. Hamas saldırılarının hemen ardından Biden, her biri yaklaşık 7 bin 500 personelden oluşan iki uçak gemisi saldırı grubunu Akdeniz ve Kızıldeniz’e yönlendirdi ve Ohio sınıfı nükleer kapasiteli bir denizaltı; F-16, F-15, F-35 ve A-10 gibi gelişmiş avcı ve yakın hava destek uçakları ve Orta Doğu’da halihazırda görev yapan yaklaşık 45 binABD askeri personeline ek olarak bölgeye bin 200’den fazla ek asker gönderdi. ABD ayrıca Irak, Ürdün, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi bölgedeki geleneksel ortaklarına Patriot hava savunma sistemleri gönderdi ve bölgeye en az bir adet Terminal Yüksek İrtifa Bölgesel Savunmasistemi konuşlandırdı. ABD’nin bu askeri takviyesiyle bu silah sistemlerinden bazıları, ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgalinden bu yana Orta Doğu’ya ilk kez konuşlandırılmış oldu.
ABD güçlerinin ve varlıklarının bu akınına, İsrail’in ABD’den her yıl aldığı yaklaşık 4 milyar dolara ek, İsrail’e önemli bir askeri yardım akışı eşlik etti. (ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana İsrail’e dünyadaki diğer tüm ülkelerden daha fazla askeri yardımda bulundu; İsrail’in kurulduğu 1948’den bu yana bu rakam 124 milyar doları aştı). 7 Ekim’den sonra Biden, İsrail’e 14.3 milyar dolarlık acil silah paketi için Kongre’ye bir talep sundu; bu talep İsrail’e destek verilmediği için değil, ABD’nin kendi siyasi işlevsizliği nedeniyle muallakta kaldı.
Bu yanıtın hızlı ve kararlı doğası, özellikle Biden’ın müzakereye dayalı, bazen ağır aksak karar verme konusundaki ünü göz önüne alındığında göze çarpıyor. Ayrıca, bu Rusya’nın işgalinin ardından Ukrayna’ya askeri yardım sağlamaya yönelik aşamalı yaklaşımla, özellikle de İran ve vekillerinin Rusya’ya kıyasla daha sınırlı bir askeri tehdit oluşturduğu göz önüne alındığında keskin bir tezat oluşturuyor. Ukrayna’ya yapılan yardımlarda sağlanan şeffaflığın aksine, İsrail’e yapılan koşulsuz silah transferleri gizlilik içinde yürütülüyor ki bu da Kongre’de şaşkınlığa ve Washington’un İsrail’e verdiği desteğin boyutunun “uzun vadede Amerikan çıkarlarına uygun olmadığı” konusunda ısrar eden Josh Paul adlı bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin istifasına neden oldu.
ENİNE BOYUNA DÜŞÜNME
Biden yönetimi Orta Doğu’ya ilave ABD silahları ve güçleri gönderme kararını iki katına çıkarırken, ABD’li politika yapıcıların ABD’nin bölgedeki güvenlik rolünü artırmanın ikinci ve üçüncü dereceden etkilerini ve bunun hem düşmanlar hem de müttefikler tarafından nasıl algılanacağını düşünüp düşünmedikleri tartışma konusu. Özellikle, Biden yönetiminin kabul etmesi ve ele alması gereken üç risk var: gerilimi artırma, tepki ve aşırı genişleme.
Birincisi, Pentagon 7 Ekim’den bu yana yapılan konuşlandırmaların daha geniş çaplı bir savaşı önlemeye yönelik olduğunu savunsa da ABD kuvvetlerindeki artışın bir savaşı önlemekten ziyade tırmanan bir sarmalı tetiklemesi de aynı derecede olası. 7 Ekim’den bu yana İranlı vekillerin Irak ve Suriye’de görev yapan ABD askeri personeline yönelik saldırıları artarken ABD de bölgedeki varlığını artırdı ve Suriye’deki milis altyapı hedeflerine misilleme saldırıları başlattı. Ne bu ek kuvvetler ne de milis üyelerinin öldürüldüğü bildirilenler de dahil çok sayıda hava saldırısı, ABD’nin düşmanlarını caydırmak için pek bir etki yaratmamış gibi görünüyor. Aksine, bu tür saldırılar daha da küstahlaştı; örneğin Yemen’deki İran destekli Husi isyancılar kısa süre önce Kızıldeniz üzerinde insansız bir Amerikan hava aracını düşürdü ve mevcut çatışmanın başlangıcından bu yana İsrail’i hedef alan saldırılar düzenliyor.
ABD’nin artan askeri varlığının İran ve vekillerinin daha önemli provokasyonlarını caydırmış olması mümkün; ancak daha muhtemel olan hem İran’ın hem de Hizbullah’ın gerilimi tırmandırmak istememesi, zira bölgesel bir savaş patlak verirse her ikisi de kaybedecek. Özellikle Filistinlilerin kayıpları artmaya devam ederse ya da İsrail Gazze’yi uzun süre işgal etmeyi seçerse bu hesap değişebilir. Her iki tarafın da kırmızı çizgilerinin belirsiz olduğu bir durumda, ABD’nin bölgedeki askeri varlığının artması yanlış hesaplama ve provokasyon riskini artırır. Ayrıca Tahran’daki ve İran’ın vekil grupları arasındaki -Washington’u İsrail’in askerî harekâtında suç ortağı olarak gören- sertlik yanlılarına kendi askeri yığınaklarını sürdürmek ve gerilimi tırmandırma tehdidinde bulunmak için bir gerekçe verir.
İkinci olarak, ABD’nin bu yeni askeri akını sadece düşmanlar arasında öngörülemeyen sorunlara yol açmayabilir. Aynı zamanda Mısır, Ürdün, BAE gibi kilit Amerikan müttefikleri ve ortaklarıyla olan ilişkileri de zayıflatabilir. Washington uzun zamandır Orta Doğu’daki angajmanının temelini güvenlik garantileri ve askeri yardım sağlamaya dayandırıyor. Ancak Gazze’de giderek kötüleşen insani kriz, Arap dünyasını kasıp kavuran Amerikan karşıtlığı dalgaları ve Arap hükümetleri ile Washington arasında İsrail’in harekâtını sürdürmesi konusunda yaşanan gerçek görüş ayrılıkları özellikle de ABD’nin bölgedeki askeri varlığı hem daha görünür hem de daha tartışmalı hale geldikçe ABD-Arap güvenlik işbirliğinin temelini aşındırma riski taşıyor.
En azından, Arap devletleri gelecekteki güvenlik işbirliğini daha ihtiyatlı bir şekilde yürütmek isteyebilir ve Washington, partner ülkelerde faaliyet gösteren ABD kuvvetlerini koruma ihtiyacı duyabilir ve bu da hareket özgürlüğünü giderek daha fazla kısıtlayabilir. Daha uç durumlarda, ortak yönetim ve ortak tatbikatlar gibi belirli faaliyetleri askıya alabilir veya belirli savunma alımlarını durdurabilir. Her ne kadar hiçbir devlet ABD ile bağlarını koparmayacak olsa da çatışma şüphesiz Biden yönetiminin ortakları hakkındaki bazı varsayımlarını altüst ediyor ve ABD’nin askeri erişim ve ekonomik çıkarlarını korumak için bölgede güvendiği ilişkileri karmaşıklaştırıyor. Her ne kadar Çin ve Rusya ile daha geniş çaplı büyük güç rekabeti ABD’nin bölgedeki politikasının ana itici gücü olmasa da bölgesel ortakların Washington ile işbirliğini çok maliyetli bulmaları halinde Pekin veya Moskova’ya yönelmeleri mümkün.
Son olarak, ABD’nin bölgedeki bu yenilenmiş duruşu, ABD’nin kötü alışkanlıklarına geri dönüşünün habercisi olabilir yani bölgenin dış tehditlere karşı güvenliğini sağlamak için büyük ABD askeri konuşlandırmalarına ve silah transferlerine dayanan alışılmış stratejisinin bir tekrarı. Bu yaklaşım bölgeyi daha güvenli hale getirmedi. Aksine, ABD’nin on yıllardır süren askeri müdahalesi bölgesel rekabetleri şiddetlendirdi ve yerel çatışmaları daha da kötüleştiren silahlanma yarışını körükledi. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin yüz binlerce sivilin ölümü, İslam Devleti’nin (IŞİD) yükselişi ve ABD’nin küresel itibarının zedelenmesi gibi feci sonuçlarını saymıyorum bile. Dahası, ABD’nin Ortadoğulu ortaklarına yıllarca süren koşulsuz güvenlik yardımı, bu rejimleri bölgesel istikrarı ve insan haklarını ciddi şekilde baltalayacak şekilde, örneğin Suudi Arabistan’ın İran destekli Husi isyancılara karşı mücadelesinde Yemen hükümetini desteklemesi veya BAE’nin Libya’daki çatışmaya müdahalesi gibi, hareket etme konusunda cesaretlendirdi.
Bölgenin ötesine bakıldığında, Washington Orta Doğu’ya daha fazla kuvvet konuşlandırma ve silah ve donanım transfer etme zorunda kaldıkça, özellikle de ABD’nin giderek daha iddialı bir Çin ile karşı karşıya kaldığı Hint-Pasifik bölgesinde, taahhütlerini yerine getiremeyecek ve başka yerlerdeki düşmanlarını caydıramayacak şekilde ABD’yi aşırı zorlanma riskiyle karşı karşıya bırakacak. Harpoon füzeleri ve Patriot hava savunma sistemleri gibi Washington’un Orta Doğulu ortakları tarafından en çok talep edilen silah sistemlerinin birçoğu aynı zamanda Tayvan’ın Çin saldırganlığına karşı savunmasını güçlendirmek için çaresizce ihtiyaç duyduğu sistemler. Benzer şekilde, şu anda Orta Doğu’da konuşlandırılmış olan ABD deniz ve hava unsurlarının birçoğuna Hint-Pasifik’teki bir çatışma için de ihtiyaç duyulacak. Orta Doğu’daki uzun süreli konuşlanmalar zamanla bu sistemleri yıpratabilir ve Asya’da bir kriz yaşanması halinde bu sistemler kullanılamaz hale gelebilir ve ABD’nin kaynakları da yetersiz kalabilir. İsrail-Hamas çatışması İran’ı da içine alacak şekilde genişlerse, Amerika Birleşik Devletleri’nin zaten kıt olan uzun menzilli füze stoklarını İsrail’e sağlama baskısı hissetmesine ve eğer daha fazla sayıda Amerikan birliği ve sistem uzun vadede bölgede kalmaya devam ederse bu fedakarlıkları artırmasına neden olacak.
AZALTMA VE YENİDEN YAPILANDIRMA
Hamas saldırısının yol açtığı kırılma, ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik daha sürdürülebilir ve daha düşük riskli bir yaklaşım geliştirmesi için bir fırsat sunuyor. Mevcut kriz, Washington’un Orta Doğu’da on binlerce asker bulundurduğu sürece, ABD’nin biraz çıkarı varsa bile uzun süreli ve maliyetli bir bölgesel çatışmaya sürüklenme ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor. Bu sonuçtan kaçınmak için ABD’nin bölgedeki askeri varlığını azaltması ve yeniden düzenlemesi gerekiyor. Böyle bir küçülme olmadan, ABD’nin başarısız güvenlik öncelikli yaklaşımının mirasından kurtulması mümkün değil. Halen Irak ve Suriye’de bulunan küçük ABD birlikleri bunun bir örneği. Belirtilen askeri hedef -IŞİD’in kalıcı yenilgisi- açık uçlu ve büyük ölçüde ulaşılamaz, ancak bu birlikleri süresiz olarak yerinde tutmak, daha fazla kuvvetin ve korunmaları için daha gelişmiş sistemlerin sürekli olarak konuşlandırılmasını gerektiriyor ve ABD, askeri kaynaklarını çok az kayda değer fayda ile tüketiyor.
Amerika Birleşik Devletleri Orta Doğu’daki askeri varlığını kademeli olarak ve bölgesel ortaklarını terk edilme korkusu içinde bırakmadan azaltabilir, ancak bu küçülmenin bölgedeki mevcut düşmanlıklar yatışana kadar beklemesi gerekebilir. İlk olarak, kolay bir başlangıç noktası olarak, 7 Ekim’den bu yana bölgeye gönderilen ilave kuvvetler ve platformlar yeniden konuşlandırılmalı. İkinci olarak, Irak ve Suriye’deki ABD güçlerinin çoğu ya da tamamı geri çekilmeli. ABD’nin bu iki bölgede konuşlanması İran ve vekillerinin bölgedeki gerilimi tırmandırmasını caydırmaktan ziyade besliyor gibi görünüyor.
Dahası, ABD askeri komutanları, ABD’nin Irak ve Suriye’deki ortaklarının artık kendi başlarına etkili IŞİD karşıtı operasyonlar yürüttüklerini belirttiler; bu da bu bölgelerde ABD’nin kara varlığının devamına daha az ihtiyaç duyulduğunu ve ABD güçlerinin yokluğunda IŞİD’in yeniden canlanma riskinin azaldığını gösteriyor.
Son olarak ABD, güçlerini daha az sayıda tesiste birleştirerek bölgenin geri kalanındaki varlığını azaltmaya başlamalı. Örneğin, ABD özellikle Bahreyn, Ürdün ve BAE’deki üslere odaklanabilir ve ABD ordusunun gerektiğinde operasyonları hızlandırmasına olanak tanıyacak önceden yerleştirilmiş ekipman stoklarına ve lojistik yeteneklere daha fazla yatırım yapabilir. Bazı gözlemciler bu konsolidasyonun ABD’nin düşmanlarını özellikle de İran’ı bölgesel operasyonlarını genişletme konusunda cesaretlendireceğini savunuyor. Ancak İran’ın oluşturduğu gerçek risklere rağmen, ülkenin sınırlı askeri kabiliyetleri şu anda Orta Doğu’da bulunan kapsamlı Amerikan askeri varlığını gerektirmiyor. Kilit noktalara dağılmış daha az sayıda ABD kuvveti ve Washington’un 7 Ekim’den sonra da sergilediği bölgeye kuvvet kaydırma kabiliyeti, İran’ın provokasyonlarını yönetmek için yeterli olacaktır.
Böyle bir azaltma aynı zamanda askeri aşırı genişleme riskini azaltacak ve Washington’un bölgeye yönelik daha bütüncül bir ekonomik ve siyasi yaklaşım geliştirmesi için alan yaratacaktır. ABD’nin askeri müdahalesinin azalmasıyla Amerika daha az kaynak ve zamanla Orta Doğu politikalarını diplomasi, toplumsal katılım ve ekonomik araçların kullanımı yönünde yeniden şekillendirebilir. Bu araçlar, bölgedeki insanların zaten mücadele ettiği iklim değişikliği ve temiz enerjiye geçiş gibi ortaya çıkan zorluklarla başa çıkmaya yardımcı olacaktır.
Ayrıca Washington, bölgesel müttefik ve ortaklarının ABD’ye bağımlılığını azaltmak için daha fazlasını yaparak azalan varlığını dengeleyebilir ve bölgeyi İran etkisine karşı daha da güçlendirebilir. Washington; Ürdün, Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer ABD ortakları gibi bölgesel aktörlere, sınırlı ABD katılımıyla öncelikli bölgesel güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak koalisyonlar kurma konusunda güç verebilir.
Bu yaklaşım sadece ABD güçlerinin üzerindeki yükü azaltmakla kalmayacak, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki askeri varlığına karşı tepki olarak ortaya çıkan daha geniş güvenlik risklerini azaltacak ve bu ülkelerle olan ilişkilerin daha istikrarlı bir temel üzerine oturmasını sağlayacaktır.
Bu doğrultuda, Washington’un odak noktası pahalı silah transferlerinden ve ABD güçleri ile uyum içinde çalışma çabalarından uzaklaşarak, bölgesel ortakların halihazırda ellerinde bulunan geniş silah depoları ile bağımsız bir şekilde faaliyet gösterebilmelerine ve bunu komşularıyla birlikte yapabilmelerine yardımcı olacak faaliyetlere yönelmeli. Geçmişte ABD’nin Orta Doğu’da bölgesel güvenlik koalisyonları kurma çabaları, Arap devletleri arasındaki ideolojik ve kişisel rekabetler (Suudi Arabistan ve Katar arasında uzun süredir devam eden çekişme bunun en bariz örneği) ve İran ve vekillerinden kaynaklanan tehdidin en iyi nasıl yönetileceğine dair farklı algılar nedeniyle başarısız oldu. Bazı yumuşamalara rağmen bu gerginliklerin devam etmesi muhtemel, ancak ABD deniz güvenliği ve hava savunması gibi çıkarların örtüştüğü yüksek öncelikli konularda daha dar işbirliği biçimlerini vurgulayarak ve teşvik ederek bu gerginliklerin üstesinden gelebilir. Washington ayrıca, Güneydoğu Asya’daki devletlerin korsanlık ve yasadışı balıkçılık gibi bölgesel güvenlik sorunlarını ABD ya da Çin’e dayanmadan kendi başlarına yönetmek için başarıyla kullandıkları, sınırlı hedefleri olan üç ila beş devletten oluşan “minilateral” adı verilen küçük grupların oluşumunu teşvik etmeyi de düşünebilir.
Bu değişiklikler, ABD’nin Orta Doğu’daki politikasında, ABD liderliğindeki güvenlik ağırlıklı bir modelden, daha az gerilim veya daha az genişleme riski taşıyan ve bölgesel güçlerin liderliği ele almasına izin veren daha dengeli bir yaklaşıma doğru büyük bir değişim anlamına gelecektir. Bu yeni yaklaşım gelecekteki bölgesel güvenlik krizlerine karşı bir garanti olmayacak, ancak Washington’un askeri ve diplomatik esnekliğini koruyacak, Washington’un başka bir Orta Doğu savaşına bulaşma ihtimalini azaltacak ve diğer ulusal güvenlik öncelikleri için daha fazla askeri kapasiteyi koruyacaktır. Ancak Washington rotasını değiştirmezse, çoktan aşina olduğumuz bir yola sapabilir.