“Washington’un bahsi, İran’la çatışmanın düşük yoğunluklu kalabileceği ve daha geniş bir ikili veya bölgesel çatışmadan kaçınılabileceği yönünde. ABD hükümeti ayrıca diplomasinin yokluğunda Tahran’ın askeri ve nükleer ilerlemesini önlemek ve yavaşlatmak için caydırıcılığın gerekli olduğuna inanıyor. İsrail’in hesabı, İran’ın iç kırılganlıklarının ve bölgesel izolasyonunun yanı sıra koordineli İsrail ve Amerikan askeri caydırıcı önlemlerinin İran’ın tepkilerini sınırlayacağı yönünde. Ancak devam eden jeopolitik sarsıntı, bu hakim görüşlere meydan okuyabilir.”
ABD merkezli Foreign Affairs‘te İsrail’in İran’a karşı sertleşen askeri politikasına ABD’nin yaklaşımı ele alındı. Dalia Dassa Kaye imzalı makalenin temel iddiası, İran’la yürütülen diplomasinin yerini artık askeri caydırıcılığa bıraktığı yönünde. Makaleye göre, İsrail’in öncülüğünde ve ABD’nin teşviki ancak “düşük yoğunluklu” kalma umuduyla İran’la çatışma sürecine girildi. Yazar, “Askeri tırmanış, kontrol altına alınamayabilir ve çatışma süreci ülkelerin tahmin ettiğinden daha uzun ve daha acı verici olabilir” diyor ve olası bir çatışma riskine karşı Washington’a bazı önlemler öneriyor.
İsrail’in İran’a karşı giderek saldırganlaşan adımlarına bir süredir Biden yönetiminin bekle-gör yaklaşımı strateji değişikliğine gidildiğinin işaretini veriyordu. Söz konusu makalenin Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organında yayınlanmış olması bu strateji değişikliğini doğrular nitelikte.
***
İsrail’in İran’la Tehlikeli Gölge Savaşı
Gerginliğin Tırmanma Riski Neden Artıyor
İsrail, İran’ın nükleer ilerlemesini, silah ihracatını ve daha yakın zamanda insansız hava aracı (İHA) teknolojisi programını engellemek için askeri baskı uygulama eğilimini uzun süredir açıkça ortaya koyuyor. Ancak son birkaç ayda İsrail’in risk iştahı artmış görünüyor.
Ocak ayı başlarında, İsrail’in Suriye içindeki İran yanlısı militan grupları hedef alan saldırısı, Şam’daki uluslararası hava alanını hizmet dışı bıraktı. Aynı ayın ilerleyen günlerinde çıkan haberlere göre İsrail, İran’ın İsfahan kentindeki önemli bir askeri tesise İHA saldırısı düzenledi. İsrail, muhtemelen ülke dışındaki sivil hedeflere İran’ın misilleme saldırısı için hazırlandı. ABD’li yetkililere göre, İran Umman Denizi’nde İsrailli bir iş adamına ait ticari nakliye tankerine İHA saldırısı düzenledi. Ve daha geçen hafta, önemli bir İsrail saldırısının Şam civarındaki bir konutta toplanan İranlı yetkilileri hedef aldığı bildirildi.
Bu son saldırılar, İsrail ve İran arasında onlarca yıldır süren, karada, havada ve denizde cepheleri olan, “gölge savaşı” olarak tanımlanan ve büyük ölçüde sahiplenilmeyen, kısasa kısas saldırı modelinin devamı. 2013’te İran ile Batılı güçler arasındaki müzakereler kamuoyuna açıklandığında, İsrail, İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarına kısa bir ara verdi. Bu ara, Trump yönetiminin 2018’de Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen nükleer anlaşmadan çekilmesine kadar sürdü. Buna rağmen, tüm tarafların KOEP’e bağlı olduğu dönem boyunca İsrail, İran destekli milisleri ve Irak-Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah gibi gruplara yapılan silah sevkiyatını hedef alan, askeri uzmanların ‘savaşlar arası harekat’ olarak adlandırdığı şeyi sürdürdü.
Ancak Trump dönemi, İsrail’in, İran içindeki nükleer ve nükleer olmayan daha fazla hedefe yönelik daha cesur eylemlerine yol açtı. İsrailli liderlerin çoğu, Trump yönetiminin “maksimum baskı” politikalarını övdü. Bu ortak şahin görüş, Joe Biden ABD başkanı olduğunda, yeniden gündeme gelen diplomasi ve İran nükleer anlaşmasını canlandırma arzusuyla azaldı. Ancak şimdi İran, İsrail ve ABD’de zemin kayıyor ve gerilimin tırmanma riskinin bir kez daha artmasına neden oluyor.
Vurmak için daha riskli bir zaman
Biden yönetimi, KOEP’e dönmeye odaklanarak göreve başladı. Ancak geçmişten farklı olarak, ABD ve ortakları diplomasiyi başlatmaya hazırlanırken İsrail, İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırılarını durdurmadı. İlk başta, İsrail’in İran’a askeri yaklaşımı Amerikalı politika yapıcılara kontrol altına alınabilir hatta belki de İranlıları müzakere masasına dönmeye teşvik etmenin ve ABD’nin yenilenen bir anlaşmanın şartları üzerindeki etkisini artırmanın yararlı bir yolu olarak ele alındı. İsrail’in İran’la çatışması, bölgesel manzaranın olağan bir özelliği olarak görülmeye başlandı. Özellikle nükleer diplomasi yoluyla yaptırımların hafifletilmesi konusundaki çıkarı göz önüne alındığında İranlıların, İsrail saldırılarını pek umursadığı düşünülmediği için (Tahran’ın) misilleme riski yönetilebilir görünüyordu.
Ama tüm bunlar değişti. Diplomasi, sadece Biden ekibi için değil, geleneksel olarak İran’la ilişki kurmaya yatkın Avrupalı liderler için bile masadan kalkmışa benziyor. İran’ın mevcut liderleri, Tahran’ın nükleer kapasitesi artıkça diplomasiyle daha az ilgileniyor gibi. Askeri caydırıcılık artık sadece diplomasinin bir tamamlayıcısı değil; hızla Batı’nın yerine koyma stratejisi haline geliyor. Günün kazananı İsrail’in çatışmacı yaklaşımı oluyor.
Geçen yıl boyunca yaşanan çeşitli yerel ve jeopolitik çalkantılar yani geçen Eylül ayında İran’da başlayan yaygın rejim karşıtı protestolar, KOEP’i canlandırmak için yürütülen müzakerelerin çökmesi ve Ukrayna savaşında genişleyen İran-Rus askeri ilişkisi bu değişimi açıklıyor. Tüm bu faktörlerin İsrail ile İran arasındaki çatışmaları yoğunlaştırması ve çatışmanın daha geniş bir bölgeye sıçrama olasılığını artırması ve en savunmasız durumdaki Irak ve Suriye’de kalan Amerikan güçlerini daha büyük tehlikeye sokması muhtemeldir.
Washington’un bahsi, İran’la çatışmanın düşük yoğunluklu kalabileceği ve daha geniş bir ikili veya bölgesel çatışmadan kaçınılabileceği yönünde. ABD hükümeti ayrıca diplomasinin yokluğunda Tahran’ın askeri ve nükleer ilerlemesini önlemek ve yavaşlatmak için caydırıcılığın gerekli olduğuna inanıyor. İsrail’in hakim hesabı, İran’ın iç kırılganlıklarının ve bölgesel izolasyonunun yanı sıra koordineli İsrail ve Amerikan askeri caydırıcı önlemlerinin İran’ın tepkilerini sınırlayacağı yönünde. Ancak devam eden jeopolitik sarsıntı, bu hakim görüşlere meydan okuyabilir.
İran hükümeti, İranlı genç bir kadın olan Mahsa Amini’nin Eylül ayında hükümet nezaretinde ölümüyle alevlenen benzeri görülmemiş bir krizle karşı karşıya. Rejim, yüzlerce protestocuyu öldürerek, binlerce kişiyi hapse atarak ve keyfi infazlar düzenleyerek huzursuzluğu baskılıyor gibi görünse de, İslam Cumhuriyeti liderliğine karşı alta yatan şikayetler alevlenecek. Kötüleşen ekonomik koşullar ve az çok reform beklentisiyle, yeni bir protesto dalgasının başlaması an meselesi olabilir.
Böyle bir ortamda İran’ın sert liderliği, komşu ülkeler de dahil her köşede düşman görmeye devam edecek. İran, İranlı muhalif grupların tarihsel olarak örgütlendiği Irak’ın Kürt bölgelerine şimdiden saldırılar başlattı ve İsrail’in İsfahan’daki en son saldırısında Kürt unsurların yer aldığına inanıyor. Irak Kürdistanı’ndaki İran destekli saldırıların artması muhtemel ve bu durum istikrarın zaten kırılgan olduğu bir zamanda Bağdat ve Kürt başkenti Erbil’deki yetkililer üzerinde İranlı muhalif gruplara karşı sert önlemler almaları için giderek artan bir baskı yaratıyor.
Tahran ayrıca tahmin edilebileceği gibi İsrail’i, huzursuzluğu kışkırtmak için İran’ın iç işlerine karışmakla suçladı. İran, geçmişte İsrail’e, yabancı ülkelerdeki İsrail vatandaşlarını hedef alarak karşılık verdi. İsrail, geçen yıl Türkiye’deki İsrailli turistlere yönelik saldırı girişimi de dahil bir dizi komployu bozdu. Ancak gelecekteki bir saldırı çok sayıda İsrailliyi öldürürse, İsrail’in İran’a karşı büyük bir misillemesi kaçınılmaz olabilir. İran’ın nasıl ve nerede misilleme yapacağı belli değil, ancak İran liderliğinin bu tür saldırıları rejimin kendisine yönelik tehdit olarak görmesi muhtemel olduğu için bir yanıt vereceği kesin.
Yaklaşık 18 aylık çabaya rağmen KOEP’i canlandırma müzakerelerinin çökmesi, diplomatik çözümü ortadan kaldırarak daha tehlikeli bir bağlam da yarattı: İran’ın nükleer kapasitesi, ülkeyi nükleer eşiğe yaklaştıracak seviyelere yükseldi, o seviye; nükleer silah yapmaya karar vermesi durumunda teknik yeteneklere ve nükleer silah yapacak kadar zenginleştirilmiş malzemeye sahip olduğu nokta.
KOEP’in zorunlu, müdahaleci nükleer denetim rejimi çöktüğü için İran’ın programına ilişkin görünürlük de önemli ölçüde azaldı ve bu durum İran’ın sivil nükleer programını silahlandırmaya karar vermesi durumunda, uluslararası toplumun yeterli uyarıya sahip olup olmayacağı konusunda soru işaretleri uyandırıyor. İran’ın fiilen bir nükleer silah geliştirmesi yine de zaman alacaktır, ancak bu arada, yetenek ve niyetlerindeki belirsizlik İsrail’in daha önceki siber saldırıları ve sabotajlarından daha büyük ölçüde askeri seçenekleri göz önünde bulundurma teşvikini artırabilir. İsrail bir saldırı başlatmaya hazır olduğuna inandığında, ABD’nin bir bu saldırıyı kısıtlama kabiliyetine veya iradesine sahip olup olmayacağı belli değil.
Rusya’nın geçen yıl Ukrayna’yı işgali, gerilimi körüklemek için beklenmeyen yeni bir bileşen de ekledi. İran’ın Rusya ile gittikçe artan askeri ilişkisi, özellikle de Rusya’nın Ukrayna altyapısına saldırmak için kullandığı İHA’ları transfer etmesi, İran’ın yalnızca Washington’da değil, Avrupa’da da düşmanca bir aktör olduğu görüşünü güçlendirdi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail’in İran’daki askeri tesisleri hedef almasını bile Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü savaş çabalarına İsrail’in yardım etmesinin bir yolu olarak sunuyor (gerçi bu tür önlemlerin İsrail’in Ukrayna’ya doğrudan askeri destek sağlama konusundaki tereddütlerine ilişkin Batı’nın endişelerini gidermesi pek mümkün değil). ABD, İsrail’in İran içindeki daha cüretkar saldırılarına yardım etmeyebilir ve İsfahan saldırısında parmağı olduğunu inkar ediyor, ancak mevcut ortamda Washington’un muhalefet sinyali vermesi daha az olası. Ukrayna’daki savaş uzadıkça, İran’a karşı iddialı bir caydırıcı duruşu benimsemek, Rusya’nın yeteneklerini aşağı çekmeye çalışan Washington ve Batılı müttefikler için daha çekici hale geliyor.
Aynı zamanda, ABD’nin İsrail’le askeri koordinasyonu genişliyor, bu da Washington’un yalnızca İsrail’in İran’la çatışmasını kabul etmekle kalmayıp aynı zamanda onu aktif olarak desteklediğinin bir başka işareti. Geçen ayın sonlarında, ABD ordusu İsrail ile uzun menzilli taarruz saldırılarını simüle eden ortak bir tatbikata girişti; bu, iki tarafın birlikte gerçekleştirdiği bu türden en büyük tatbikattı. Tatbikat, Orta Doğu’daki kalıcı kuvvet varlığını azaltmaya çalışırken bile ABD’nin bölgesel krizlere hızlı bir şekilde yanıt verme yeteneklerini sergilemek için tasarlanmış olabilir. Güç gösterisi, ABD’nin güvenlik taahhüdü konusunda ortaklarına güvence vermeyi amaçlıyordu. Ancak tatbikatı İran’a caydırıcı bir mesaj, ABD’nin askeri seçeneklerinin uygulanabilirliğini göstermek için bir deneme olarak yorumlamak da zor olmayacaktır. Biden yönetiminin üst düzey yetkilileri nükleer müzakerelerin artık bir öncelik olmadığının sinyalini verirken, tatbikatın zamanlaması caydırıcı politikalara açık bir dönüş olduğunu gösteriyor. Askeri seçenekler arzu edilmese de yeniden masaya dönmüş gibi görünüyor. Nükleer diplomasiyi destekleyen Marylandli Chris Van Hollen gibi demokrat senatörler bile kısa süre önce “Ortadoğu’da başka bir çatışmanın korkunç, korkunç bir durum olacağını” ancak bunun son seçenek olmasına rağmen hala “bir seçenek olduğunu” açıkladı.
Bu çok ters gidebilir
İsrail ile bazı Arap-Körfez ülkeleri arasındaki diplomatik normalleşme ve İran’ın füze ve İHA yetenekleri konusundaki ortak endişeleri göz önüne alındığında, Washington, Körfez’deki Arap ortaklarının ABD’nin İsrail ile askeri işbirliğini memnuniyetle karşılayacağını varsayabilir. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi İsrail ile normalleşme çabalarının ön saflarında yer alan ülkeler bile İran üzerinde artan askeri baskı konusunda hevesli değil. İran’ın Arap-Körfez ülkeleri, petrol tesislerine yönelik önceki saldırılarını göz önünde bulundurarak İran’ın misilleme hedefi olma konusunda kendilerini İsrail’den daha olası görebilirler. Örneğin, İsfahan’a yapılan saldırının ardından, etkili bir üst düzey BAE yetkilisi olan Enver Gargaş, olayın “bölgenin ve geleceğinin yararına olmayan tehlikeli bir gerilim” olduğunu söyledi. İsrail’in yeni liderliği, tarihinin en aşırı sağcı hükümeti ve şimdiden İsrailliler ile Filistinliler arasındaki şiddeti tırmandırarak İsrail politikalarına yaygın halk muhalefeti göz önüne alındığında normalleşmeyi benimsemiş Arap liderlerini zor duruma sokan adımlar attı.
Giderek daha değişken hale gelen ortam, yalnızca normalleşme anlaşmalarının Suudi Arabistan gibi ülkelerle de yapılma imkanını sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda ilişkileri zaten normalleştirmiş olan ülkeleri, özellikle BAE’yi, İsrail’i de kapsayan ABD ile ortak askeri ittifak anlaşmaları konusunda daha temkinli davranmaya itebilir.Gerçekten de Arap Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi devletleri, bölgesel füze savunması konusunda Washington’la çalışmaya hevesli olsalar ve çoğu İsrail’in İran’la ilgili endişelerini paylaşsa da, kapılarını Tahran’a da açık tutuyorlar. İran’ın bölgedeki faaliyetlerine karşı çıkan en güçlü Arap ülkeleri arasında yer alan Suudi Arabistan, son yıllarda zor da olsa İran’la doğrudan ikili görüşmelere yeniden başladı. Irak ve Ürdün, Fransa destekli “Bağdat süreci” aracılığıyla İran’ın da katıldığı bölgesel zirvelere ev sahipliği yaptı. BAE, altı yıllık bir aradan sonra geçen sonbaharda ilişkileri iyileştirme ve Tahran’a büyükelçisini geri gönderme konusunda Kuveyt’i takip etti. Ürdün ve BAE gibi ABD’nin en yakın ortakları bile İran’ın bölgesel müttefiki Suriye ile ilişkileri normalleştiriyor, bu Türkiye ve Suriye’deki trajik depremden sonra muhtemelen daha da hızlanacak bir yönelim.
En azından, İran’la artan askeri çatışmaya ilişkin bazı ABD ortakları arasındaki ihtiyatlı yaklaşım, İsrail’i veya ABD’yi rotayı tersine çevirmeye ikna edecek gibi görünmüyor. Buz üzerindeki diplomatik yol ve ekonomik yaptırımlar İran’ın giderek daha sert ve tehlikeli hale gelen nükleer ve bölgesel duruşunu değiştirmekte yetersiz kalırken Biden yönetimi, İran içinde askeri personele ve tesislere doğrudan saldırılar da dahil İsrail’in askeri eylemlerini desteklemeye daha meyilli görünüyor.
Ancak caydırıcılık, güvenli bir strateji değildir ve Biden yönetimi ile Avrupalı ortaklarının, hedefli saldırıların istenmeyen yangınlara dönüşmesini önlemek için hazırlıklı olması gerekiyor. İranlı liderler, İsrail veya ABD’nin bazı caydırıcı eylemlerini rejimi devirme girişimi olarak görürlerse, İran’ın tepkisi sınırlı kalmayabilir. Ve Rusya’nın, Ukrayna’da Batı ile savaşırken İran’ı kısıtlamaya çalışmak için çok az nedeni var. Bölgesel bir savaş yakın olmayabilir, ancak askeri gerginlik hala tehlikeli ve uzun vadeli maliyetleri artırabilir.
Nükleer diplomasinin yokluğunda ve askeri tırmanışın ortasında İran’la iletişim kanallarının açık tutulması kriz yönetimi için kritik öneme sahip. İran içindeki iç baskının ölçeği ve hem Washington hem de Tahran’daki angajmana karşı güçlü siyasi muhalefet göz önüne alındığında, doğrudan temas şu anda mümkün değil, ancak Katar ve Umman gibi ABD’li ortaklar mahkum değişimi gibi konularda arabuluculuk yapmaya devam ediyor. Bu kanallar, istenmeyen bir çatışmadan kaçınmaya yardımcı olmak amacıyla belirli askeri saldırılarla ilgili niyetleri iletmek için kullanılabilir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın İran için KOEP sonrası bir diplomatik strateji geliştirmesi de önemli olacaktır. Bu stratejinin yokluğunda askeri operasyonlar, boşluğu kendi başlarına İran, bölge veya Batı çıkarları için daha iyi sonuçlara yol açmayacak şekilde dolduruyor.
Sonuç olarak, Washington’un, baskıyı doğru seviyeye ayarlama yeteneğine çok fazla güvenmemesi gerekiyor. Askeri tırmanış, kontrol altına alınamayabilir ve çatışma süreci ülkelerin tahmin ettiğinden daha uzun ve daha acı verici olabilir.