DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: İsrail’in İran’la tehlikeli gölge savaşı
Yayınlanma
“Washington’un bahsi, İran’la çatışmanın düşük yoğunluklu kalabileceği ve daha geniş bir ikili veya bölgesel çatışmadan kaçınılabileceği yönünde. ABD hükümeti ayrıca diplomasinin yokluğunda Tahran’ın askeri ve nükleer ilerlemesini önlemek ve yavaşlatmak için caydırıcılığın gerekli olduğuna inanıyor. İsrail’in hesabı, İran’ın iç kırılganlıklarının ve bölgesel izolasyonunun yanı sıra koordineli İsrail ve Amerikan askeri caydırıcı önlemlerinin İran’ın tepkilerini sınırlayacağı yönünde. Ancak devam eden jeopolitik sarsıntı, bu hakim görüşlere meydan okuyabilir.”
ABD merkezli Foreign Affairs‘te İsrail’in İran’a karşı sertleşen askeri politikasına ABD’nin yaklaşımı ele alındı. Dalia Dassa Kaye imzalı makalenin temel iddiası, İran’la yürütülen diplomasinin yerini artık askeri caydırıcılığa bıraktığı yönünde. Makaleye göre, İsrail’in öncülüğünde ve ABD’nin teşviki ancak “düşük yoğunluklu” kalma umuduyla İran’la çatışma sürecine girildi. Yazar, “Askeri tırmanış, kontrol altına alınamayabilir ve çatışma süreci ülkelerin tahmin ettiğinden daha uzun ve daha acı verici olabilir” diyor ve olası bir çatışma riskine karşı Washington’a bazı önlemler öneriyor.
İsrail’in İran’a karşı giderek saldırganlaşan adımlarına bir süredir Biden yönetiminin bekle-gör yaklaşımı strateji değişikliğine gidildiğinin işaretini veriyordu. Söz konusu makalenin Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organında yayınlanmış olması bu strateji değişikliğini doğrular nitelikte.
***
İsrail’in İran’la Tehlikeli Gölge Savaşı
Gerginliğin Tırmanma Riski Neden Artıyor
İsrail, İran’ın nükleer ilerlemesini, silah ihracatını ve daha yakın zamanda insansız hava aracı (İHA) teknolojisi programını engellemek için askeri baskı uygulama eğilimini uzun süredir açıkça ortaya koyuyor. Ancak son birkaç ayda İsrail’in risk iştahı artmış görünüyor.
Ocak ayı başlarında, İsrail’in Suriye içindeki İran yanlısı militan grupları hedef alan saldırısı, Şam’daki uluslararası hava alanını hizmet dışı bıraktı. Aynı ayın ilerleyen günlerinde çıkan haberlere göre İsrail, İran’ın İsfahan kentindeki önemli bir askeri tesise İHA saldırısı düzenledi. İsrail, muhtemelen ülke dışındaki sivil hedeflere İran’ın misilleme saldırısı için hazırlandı. ABD’li yetkililere göre, İran Umman Denizi’nde İsrailli bir iş adamına ait ticari nakliye tankerine İHA saldırısı düzenledi. Ve daha geçen hafta, önemli bir İsrail saldırısının Şam civarındaki bir konutta toplanan İranlı yetkilileri hedef aldığı bildirildi.
Bu son saldırılar, İsrail ve İran arasında onlarca yıldır süren, karada, havada ve denizde cepheleri olan, “gölge savaşı” olarak tanımlanan ve büyük ölçüde sahiplenilmeyen, kısasa kısas saldırı modelinin devamı. 2013’te İran ile Batılı güçler arasındaki müzakereler kamuoyuna açıklandığında, İsrail, İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarına kısa bir ara verdi. Bu ara, Trump yönetiminin 2018’de Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen nükleer anlaşmadan çekilmesine kadar sürdü. Buna rağmen, tüm tarafların KOEP’e bağlı olduğu dönem boyunca İsrail, İran destekli milisleri ve Irak-Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah gibi gruplara yapılan silah sevkiyatını hedef alan, askeri uzmanların ‘savaşlar arası harekat’ olarak adlandırdığı şeyi sürdürdü.
Ancak Trump dönemi, İsrail’in, İran içindeki nükleer ve nükleer olmayan daha fazla hedefe yönelik daha cesur eylemlerine yol açtı. İsrailli liderlerin çoğu, Trump yönetiminin “maksimum baskı” politikalarını övdü. Bu ortak şahin görüş, Joe Biden ABD başkanı olduğunda, yeniden gündeme gelen diplomasi ve İran nükleer anlaşmasını canlandırma arzusuyla azaldı. Ancak şimdi İran, İsrail ve ABD’de zemin kayıyor ve gerilimin tırmanma riskinin bir kez daha artmasına neden oluyor.
Vurmak için daha riskli bir zaman
Biden yönetimi, KOEP’e dönmeye odaklanarak göreve başladı. Ancak geçmişten farklı olarak, ABD ve ortakları diplomasiyi başlatmaya hazırlanırken İsrail, İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırılarını durdurmadı. İlk başta, İsrail’in İran’a askeri yaklaşımı Amerikalı politika yapıcılara kontrol altına alınabilir hatta belki de İranlıları müzakere masasına dönmeye teşvik etmenin ve ABD’nin yenilenen bir anlaşmanın şartları üzerindeki etkisini artırmanın yararlı bir yolu olarak ele alındı. İsrail’in İran’la çatışması, bölgesel manzaranın olağan bir özelliği olarak görülmeye başlandı. Özellikle nükleer diplomasi yoluyla yaptırımların hafifletilmesi konusundaki çıkarı göz önüne alındığında İranlıların, İsrail saldırılarını pek umursadığı düşünülmediği için (Tahran’ın) misilleme riski yönetilebilir görünüyordu.
Ama tüm bunlar değişti. Diplomasi, sadece Biden ekibi için değil, geleneksel olarak İran’la ilişki kurmaya yatkın Avrupalı liderler için bile masadan kalkmışa benziyor. İran’ın mevcut liderleri, Tahran’ın nükleer kapasitesi artıkça diplomasiyle daha az ilgileniyor gibi. Askeri caydırıcılık artık sadece diplomasinin bir tamamlayıcısı değil; hızla Batı’nın yerine koyma stratejisi haline geliyor. Günün kazananı İsrail’in çatışmacı yaklaşımı oluyor.
Geçen yıl boyunca yaşanan çeşitli yerel ve jeopolitik çalkantılar yani geçen Eylül ayında İran’da başlayan yaygın rejim karşıtı protestolar, KOEP’i canlandırmak için yürütülen müzakerelerin çökmesi ve Ukrayna savaşında genişleyen İran-Rus askeri ilişkisi bu değişimi açıklıyor. Tüm bu faktörlerin İsrail ile İran arasındaki çatışmaları yoğunlaştırması ve çatışmanın daha geniş bir bölgeye sıçrama olasılığını artırması ve en savunmasız durumdaki Irak ve Suriye’de kalan Amerikan güçlerini daha büyük tehlikeye sokması muhtemeldir.
Washington’un bahsi, İran’la çatışmanın düşük yoğunluklu kalabileceği ve daha geniş bir ikili veya bölgesel çatışmadan kaçınılabileceği yönünde. ABD hükümeti ayrıca diplomasinin yokluğunda Tahran’ın askeri ve nükleer ilerlemesini önlemek ve yavaşlatmak için caydırıcılığın gerekli olduğuna inanıyor. İsrail’in hakim hesabı, İran’ın iç kırılganlıklarının ve bölgesel izolasyonunun yanı sıra koordineli İsrail ve Amerikan askeri caydırıcı önlemlerinin İran’ın tepkilerini sınırlayacağı yönünde. Ancak devam eden jeopolitik sarsıntı, bu hakim görüşlere meydan okuyabilir.
İran hükümeti, İranlı genç bir kadın olan Mahsa Amini’nin Eylül ayında hükümet nezaretinde ölümüyle alevlenen benzeri görülmemiş bir krizle karşı karşıya. Rejim, yüzlerce protestocuyu öldürerek, binlerce kişiyi hapse atarak ve keyfi infazlar düzenleyerek huzursuzluğu baskılıyor gibi görünse de, İslam Cumhuriyeti liderliğine karşı alta yatan şikayetler alevlenecek. Kötüleşen ekonomik koşullar ve az çok reform beklentisiyle, yeni bir protesto dalgasının başlaması an meselesi olabilir.
Böyle bir ortamda İran’ın sert liderliği, komşu ülkeler de dahil her köşede düşman görmeye devam edecek. İran, İranlı muhalif grupların tarihsel olarak örgütlendiği Irak’ın Kürt bölgelerine şimdiden saldırılar başlattı ve İsrail’in İsfahan’daki en son saldırısında Kürt unsurların yer aldığına inanıyor. Irak Kürdistanı’ndaki İran destekli saldırıların artması muhtemel ve bu durum istikrarın zaten kırılgan olduğu bir zamanda Bağdat ve Kürt başkenti Erbil’deki yetkililer üzerinde İranlı muhalif gruplara karşı sert önlemler almaları için giderek artan bir baskı yaratıyor.
Tahran ayrıca tahmin edilebileceği gibi İsrail’i, huzursuzluğu kışkırtmak için İran’ın iç işlerine karışmakla suçladı. İran, geçmişte İsrail’e, yabancı ülkelerdeki İsrail vatandaşlarını hedef alarak karşılık verdi. İsrail, geçen yıl Türkiye’deki İsrailli turistlere yönelik saldırı girişimi de dahil bir dizi komployu bozdu. Ancak gelecekteki bir saldırı çok sayıda İsrailliyi öldürürse, İsrail’in İran’a karşı büyük bir misillemesi kaçınılmaz olabilir. İran’ın nasıl ve nerede misilleme yapacağı belli değil, ancak İran liderliğinin bu tür saldırıları rejimin kendisine yönelik tehdit olarak görmesi muhtemel olduğu için bir yanıt vereceği kesin.
Yaklaşık 18 aylık çabaya rağmen KOEP’i canlandırma müzakerelerinin çökmesi, diplomatik çözümü ortadan kaldırarak daha tehlikeli bir bağlam da yarattı: İran’ın nükleer kapasitesi, ülkeyi nükleer eşiğe yaklaştıracak seviyelere yükseldi, o seviye; nükleer silah yapmaya karar vermesi durumunda teknik yeteneklere ve nükleer silah yapacak kadar zenginleştirilmiş malzemeye sahip olduğu nokta.
KOEP’in zorunlu, müdahaleci nükleer denetim rejimi çöktüğü için İran’ın programına ilişkin görünürlük de önemli ölçüde azaldı ve bu durum İran’ın sivil nükleer programını silahlandırmaya karar vermesi durumunda, uluslararası toplumun yeterli uyarıya sahip olup olmayacağı konusunda soru işaretleri uyandırıyor. İran’ın fiilen bir nükleer silah geliştirmesi yine de zaman alacaktır, ancak bu arada, yetenek ve niyetlerindeki belirsizlik İsrail’in daha önceki siber saldırıları ve sabotajlarından daha büyük ölçüde askeri seçenekleri göz önünde bulundurma teşvikini artırabilir. İsrail bir saldırı başlatmaya hazır olduğuna inandığında, ABD’nin bir bu saldırıyı kısıtlama kabiliyetine veya iradesine sahip olup olmayacağı belli değil.
Rusya’nın geçen yıl Ukrayna’yı işgali, gerilimi körüklemek için beklenmeyen yeni bir bileşen de ekledi. İran’ın Rusya ile gittikçe artan askeri ilişkisi, özellikle de Rusya’nın Ukrayna altyapısına saldırmak için kullandığı İHA’ları transfer etmesi, İran’ın yalnızca Washington’da değil, Avrupa’da da düşmanca bir aktör olduğu görüşünü güçlendirdi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail’in İran’daki askeri tesisleri hedef almasını bile Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü savaş çabalarına İsrail’in yardım etmesinin bir yolu olarak sunuyor (gerçi bu tür önlemlerin İsrail’in Ukrayna’ya doğrudan askeri destek sağlama konusundaki tereddütlerine ilişkin Batı’nın endişelerini gidermesi pek mümkün değil). ABD, İsrail’in İran içindeki daha cüretkar saldırılarına yardım etmeyebilir ve İsfahan saldırısında parmağı olduğunu inkar ediyor, ancak mevcut ortamda Washington’un muhalefet sinyali vermesi daha az olası. Ukrayna’daki savaş uzadıkça, İran’a karşı iddialı bir caydırıcı duruşu benimsemek, Rusya’nın yeteneklerini aşağı çekmeye çalışan Washington ve Batılı müttefikler için daha çekici hale geliyor.
Aynı zamanda, ABD’nin İsrail’le askeri koordinasyonu genişliyor, bu da Washington’un yalnızca İsrail’in İran’la çatışmasını kabul etmekle kalmayıp aynı zamanda onu aktif olarak desteklediğinin bir başka işareti. Geçen ayın sonlarında, ABD ordusu İsrail ile uzun menzilli taarruz saldırılarını simüle eden ortak bir tatbikata girişti; bu, iki tarafın birlikte gerçekleştirdiği bu türden en büyük tatbikattı. Tatbikat, Orta Doğu’daki kalıcı kuvvet varlığını azaltmaya çalışırken bile ABD’nin bölgesel krizlere hızlı bir şekilde yanıt verme yeteneklerini sergilemek için tasarlanmış olabilir. Güç gösterisi, ABD’nin güvenlik taahhüdü konusunda ortaklarına güvence vermeyi amaçlıyordu. Ancak tatbikatı İran’a caydırıcı bir mesaj, ABD’nin askeri seçeneklerinin uygulanabilirliğini göstermek için bir deneme olarak yorumlamak da zor olmayacaktır. Biden yönetiminin üst düzey yetkilileri nükleer müzakerelerin artık bir öncelik olmadığının sinyalini verirken, tatbikatın zamanlaması caydırıcı politikalara açık bir dönüş olduğunu gösteriyor. Askeri seçenekler arzu edilmese de yeniden masaya dönmüş gibi görünüyor. Nükleer diplomasiyi destekleyen Marylandli Chris Van Hollen gibi demokrat senatörler bile kısa süre önce “Ortadoğu’da başka bir çatışmanın korkunç, korkunç bir durum olacağını” ancak bunun son seçenek olmasına rağmen hala “bir seçenek olduğunu” açıkladı.
Bu çok ters gidebilir
İsrail ile bazı Arap-Körfez ülkeleri arasındaki diplomatik normalleşme ve İran’ın füze ve İHA yetenekleri konusundaki ortak endişeleri göz önüne alındığında, Washington, Körfez’deki Arap ortaklarının ABD’nin İsrail ile askeri işbirliğini memnuniyetle karşılayacağını varsayabilir. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi İsrail ile normalleşme çabalarının ön saflarında yer alan ülkeler bile İran üzerinde artan askeri baskı konusunda hevesli değil. İran’ın Arap-Körfez ülkeleri, petrol tesislerine yönelik önceki saldırılarını göz önünde bulundurarak İran’ın misilleme hedefi olma konusunda kendilerini İsrail’den daha olası görebilirler. Örneğin, İsfahan’a yapılan saldırının ardından, etkili bir üst düzey BAE yetkilisi olan Enver Gargaş, olayın “bölgenin ve geleceğinin yararına olmayan tehlikeli bir gerilim” olduğunu söyledi. İsrail’in yeni liderliği, tarihinin en aşırı sağcı hükümeti ve şimdiden İsrailliler ile Filistinliler arasındaki şiddeti tırmandırarak İsrail politikalarına yaygın halk muhalefeti göz önüne alındığında normalleşmeyi benimsemiş Arap liderlerini zor duruma sokan adımlar attı.
Giderek daha değişken hale gelen ortam, yalnızca normalleşme anlaşmalarının Suudi Arabistan gibi ülkelerle de yapılma imkanını sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda ilişkileri zaten normalleştirmiş olan ülkeleri, özellikle BAE’yi, İsrail’i de kapsayan ABD ile ortak askeri ittifak anlaşmaları konusunda daha temkinli davranmaya itebilir. Gerçekten de Arap Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi devletleri, bölgesel füze savunması konusunda Washington’la çalışmaya hevesli olsalar ve çoğu İsrail’in İran’la ilgili endişelerini paylaşsa da, kapılarını Tahran’a da açık tutuyorlar. İran’ın bölgedeki faaliyetlerine karşı çıkan en güçlü Arap ülkeleri arasında yer alan Suudi Arabistan, son yıllarda zor da olsa İran’la doğrudan ikili görüşmelere yeniden başladı. Irak ve Ürdün, Fransa destekli “Bağdat süreci” aracılığıyla İran’ın da katıldığı bölgesel zirvelere ev sahipliği yaptı. BAE, altı yıllık bir aradan sonra geçen sonbaharda ilişkileri iyileştirme ve Tahran’a büyükelçisini geri gönderme konusunda Kuveyt’i takip etti. Ürdün ve BAE gibi ABD’nin en yakın ortakları bile İran’ın bölgesel müttefiki Suriye ile ilişkileri normalleştiriyor, bu Türkiye ve Suriye’deki trajik depremden sonra muhtemelen daha da hızlanacak bir yönelim.
En azından, İran’la artan askeri çatışmaya ilişkin bazı ABD ortakları arasındaki ihtiyatlı yaklaşım, İsrail’i veya ABD’yi rotayı tersine çevirmeye ikna edecek gibi görünmüyor. Buz üzerindeki diplomatik yol ve ekonomik yaptırımlar İran’ın giderek daha sert ve tehlikeli hale gelen nükleer ve bölgesel duruşunu değiştirmekte yetersiz kalırken Biden yönetimi, İran içinde askeri personele ve tesislere doğrudan saldırılar da dahil İsrail’in askeri eylemlerini desteklemeye daha meyilli görünüyor.
Ancak caydırıcılık, güvenli bir strateji değildir ve Biden yönetimi ile Avrupalı ortaklarının, hedefli saldırıların istenmeyen yangınlara dönüşmesini önlemek için hazırlıklı olması gerekiyor. İranlı liderler, İsrail veya ABD’nin bazı caydırıcı eylemlerini rejimi devirme girişimi olarak görürlerse, İran’ın tepkisi sınırlı kalmayabilir. Ve Rusya’nın, Ukrayna’da Batı ile savaşırken İran’ı kısıtlamaya çalışmak için çok az nedeni var. Bölgesel bir savaş yakın olmayabilir, ancak askeri gerginlik hala tehlikeli ve uzun vadeli maliyetleri artırabilir.
Nükleer diplomasinin yokluğunda ve askeri tırmanışın ortasında İran’la iletişim kanallarının açık tutulması kriz yönetimi için kritik öneme sahip. İran içindeki iç baskının ölçeği ve hem Washington hem de Tahran’daki angajmana karşı güçlü siyasi muhalefet göz önüne alındığında, doğrudan temas şu anda mümkün değil, ancak Katar ve Umman gibi ABD’li ortaklar mahkum değişimi gibi konularda arabuluculuk yapmaya devam ediyor. Bu kanallar, istenmeyen bir çatışmadan kaçınmaya yardımcı olmak amacıyla belirli askeri saldırılarla ilgili niyetleri iletmek için kullanılabilir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın İran için KOEP sonrası bir diplomatik strateji geliştirmesi de önemli olacaktır. Bu stratejinin yokluğunda askeri operasyonlar, boşluğu kendi başlarına İran, bölge veya Batı çıkarları için daha iyi sonuçlara yol açmayacak şekilde dolduruyor.
Sonuç olarak, Washington’un, baskıyı doğru seviyeye ayarlama yeteneğine çok fazla güvenmemesi gerekiyor. Askeri tırmanış, kontrol altına alınamayabilir ve çatışma süreci ülkelerin tahmin ettiğinden daha uzun ve daha acı verici olabilir.
İlginizi Çekebilir
-
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
-
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
-
QUAD ocak ayında ilk ortak sahil güvenlik eğitimini gerçekleştirecek
-
WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya
-
Rus General İgor Kirillov’un ölümü
-
Cumhuriyetçilerin federal fon yasası Kongre’ye takıldı
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
7 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
1 hafta önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
Nabiullina’dan yılbaşı sürprizi: Rusya Merkez Bankası faiz artışına gitmedi
QUAD ocak ayında ilk ortak sahil güvenlik eğitimini gerçekleştirecek
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda