Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Economist: Temiz enerji, yeni emtia süper güçlerini ortaya çıkaracak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Petrol ve doğalgazın tüketim payının düşürülmesini amaçlayan “yeşil dönüşüm”, hidrokarbon ihracatçısı ülkeler için kötü haberdi. Bu dönüşüm, aynı zamanda elektrik üretiminde ve depolamasında kullanılan nadir toprak elementlerini daha da kıymetli hale getiriyor. Geçen yüzyılda petrol ve doğalgazın yükselmesiyle başına talih kuşu konanlar olmuştu. Önümüzdeki süreçte de lityum, kobalt, bakır ve alüminyum gibi madenleri elde edenler kazançlı çıkacak. Ancak bazı engeller de mevcut.


Temiz enerjiye geçiş yeni emtia süper güçlerini ortaya çıkaracak

The Economist — 26 Şubat 2023

Kimin kazanıp kimin kaybettiğine bakıyoruz

Rusya, şubat ayının ortalarında bariz biçimde kızılımsı tona sahip bir devrimin eşiğinde gibiydi. Oligark Alişer Usmanov, Sibirya’da bütün bir dağın tepesini kaldırmayı gerektiren bir bakır madeni olan Udokan’ı geliştiriyordu. Arktik tundradaki madencilik şirketi; kendi limanına, buzkıranına ve yüzen nükleer santraline ihtiyaç duyacak kadar uzakta olan rakip maden Kaz Minerals, Baymskaya’yı kurmak için gereken parayı toplamıştı. Projeler yüksek maliyetleri nedeniyle yıllardır bekletiliyordu. Ancak şebekelerden türbinlere kadar her şeyde kullanılan bakıra olan talebin artacağı beklentisi, kumral metalin fiyatlarını yükselterek madenleri geliştirilebilir hale getirdi.

Şimdi bakırın fiyatı daha da yüksek. Fakat projelerin başı dertte. İçeridekiler, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Batı tarafından bloke edilen hayati yabancı ekipmanlar konusunda sıkıntı çektiklerini ve kara listeye alınan Rus bankalarından bekledikleri bütçeleri alamadıklarını söylüyorlar. Usmanov da yaptırımlarla karşı karşıya. Udokan’dan bir sözcü, “İş sürekliliğini sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz” diyor. Fakat maden, planlandığı gibi bu yıl üretime başlasa bile ürettiğini kimin satın alacağı belli değil. Yabancılar, hatta Çinliler bile Rusya’nın ürettiklerinden kaçıyor.

Dünya fosil yakıtlardan kurtuldukça daha temiz enerji kaynaklarına yönelmek zorunda. Resmi tahmin kuruluşu olan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), dünyanın 2050 yılına kadar sıfır karbon olma yolunda ilerlemesi halinde 2020 yılında elektrik üretiminin yüzde 9’unu oluşturan rüzgâr ve güneş enerjisinin 2050 yılına kadar yüzde 70’e gelebileceğini öngörüyor. Bu da elektrikli araçlardan yenilenebilir enerjilere kadar her şeyin temelini oluşturan teknolojiler için hayati önem taşıyan kobalt, bakır ve nikel gibi metaller için talebin artacağı anlamına geliyor; IEA, bu tür çevre dostu metallerin pazar payının 2030 yılına kadar neredeyse yedi kat artacağı hesabını yapıyor. Fosil yakıt rezervleri gibi bu emtialar da eşit olmayan bir şekilde dağılmış durumda [Bkz. 1. grafik]. Bazı ülkelerde hiç yok. Diğerleri ise geniş yataklara sahip.

Metallere hücum edilmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kral Kömür’ü deviren petrol ve doğalgaz gümbürtüsü kadar büyük olmayacak. Ama geçmişle bazı benzerlikler var. 1940 ve 1970 yılları arasında zengin ülkelerin enerji arzında hidrokarbonların payı yüzde 26’dan yaklaşık yüzde 70’e yükseldi. Ortadoğu’da bir zamanlar marjinal olan ekonomiler, aşırı zengin petrol devletlerine dönüştü. 1970 ve 1980 yılları arasında Katar ve Suudi Arabistan’da kişi başına düşen gayrisafi milli hasıla sırasıyla 12 ve 18 kat arttı. Bedevi köyleri yükselen kentler haline geldi, balıkçı yelkenlileri yerlerini süper tankerlere ve lüks yatlara bıraktı.

Bu kez geçiş, “yeşil emtia süper güçleri” adını verdiğimiz ülkelere rüzgâr getirecek. Birçoğu yoksul ekonomiler ve otokrasilerden oluşan bu kulübün 2040 yılına kadar enerjiyle alakalı metallerden yıllık 1,2 trilyon dolardan fazla gelir elde edebileceğini hesaplıyoruz.

Ancak bu fırsat, riskleri de beraberinde getiriyor. Rusya’daki sorunlu madencilik projelerinin de gösterdiği üzere büyük yatırımlar yerel koşulların ve jeopolitiğin kurbanı olabilir. Büyük rantlar iç piyasaları ve siyasi kurumları erozyona uğratabilir; elektrodolarla zenginleşen otokratlar sınırlarının ötesinde fesat çıkarabilir. Ticaret firması Trafigura’dan Saad Rahim, temiz yakıtlara geçişin “enerji geçişinden ziyade emtia geçişi” olduğunu söylüyor. Bu çalkantılı bir geçiş olacak.

Yeşil yükselme, uzun vadeli olarak yüksek emtia fiyatları dönemleri olarak bilinen bir başka “süper döngü” anlamına gelmiyor. Bu yüzyılın başlarında yaşanan bu türden son döngü, Çin’deki hızlı kentleşme ve sanayileşmeyle beslenmişti. Kaymak zengini iki ekonomi olan Brezilya ve Rusya’nın toplam reel GSYH’si 2000 ile 2014 yılları arasında üçte iki oranında büyüdü. Fakat bu yükseliş, büyük ölçüde tek başına Çin’den kaynaklandı. Ülkenin liderleri daha az fabrika ve konut inşa etmeye karar verince emtia devleri bundan zarar gördü. Buna rağmen yeşil dönüşüm, tek bir hükümetin değil birçok hükümetin kararlarından kaynaklanıyor. Ve dünyayı karbondan arındırmak muhtemelen on yıllar alacak.

Bir diğer büyük nüans da talep edilen malzemelerde yatıyor. Çin’in savurganlığı kömür, demir ve çelik yığınlarını tüketti. Yeşil yükseliş ise daha niş olan demir dışı metallere odaklanıyor. Bugün 600 milyar dolar olan toplam yıllık gelirleri, Çin’in tercih ettiği dökme malzemelerin sadece beşte birine denk geliyor. Önümüzde daha geniş bir büyüme olabilir.

Yeşil geçişten hangi emtia üreticilerinin kazançlı çıkacağı ve/veya kaybedeceğini anlamak için 2100 yılına kadar küresel ısınmanın 2 derecenin altında kalacağını varsayarak, 2040 yılında on “enerjiyle alakalı” emtianın kullanımı için basit bir senaryo oluşturuyoruz. Çeşitli endüstri kaynaklarından elde edilen verilere dayanarak elektriğe dayalı bir ekonomi inşa etmede kritik öneme sahip üç fosil yakıta [petrol, doğalgaz, kömür] ve yedi metale [alüminyum, kobalt, bakır, lityum, nikel, gümüş ve çinko] talep ve gelir öngörüyoruz. Fiyatların bugünkü yüksek seviyelerde kalacağını ve bunun da madencileri kullanılmayan yatakları işletmeye teşvik edeceğini ve üreticilerin 2040 yılındaki pazar payının bilinen rezervlerdeki payına paralel olduğunu varsayıyoruz.

Bulgularımız, dünyanın 2040 yılında enerjiyle alakalı kaynaklara bugünkünden daha az bağımlı olacağını gösteriyor; bunun en büyük nedeni geleceğin kaynakları olan rüzgâr ve güneş ışığının bedava olması. On emtiadan oluşan sepetimize yapılan toplam harcama, 2021’de küresel GSYH’nin yüzde 5,8’inden yüzde 3,4’üne düşüyor. Fosil yakıtlara yapılan harcamalar, küresel GSYH’ye oranla yarı yarıya düşüyor [ve doğalgaz olmasaydı daha da azalacaktı]. Yeşil metallerden elde edilen gelir daha düşük kalsa da GSYH’nin yüzde 0,5’inden yüzde 0,7’sine yükseliyor. Mutlak koşullarda neredeyse üç katına çıkıyor.

Enerjiyle alakalı emtiaların büyük üreticilerinin sayısı zaman içinde azalıyor; 2021’de bu rakamın 58 olması, 48’inin GSYH’lerinin yüzde 5’inden fazlasına denk gelen satışları cebe indirmesi anlamına geliyor [Bkz. 2. grafik]. Toplam harcamaların yarısından fazlası otokrasilere gidiyor.

Üreticileri, enerji ile alakalı on emtiadan elde ettikleri gelirlerde bugün ile 2040 arasında beklenen değişme göre üç grupta toplayabilirsiniz. İlk grup kazananlardan, yani yeşil süper güçlerden oluşuyor. Bu elektriğe bel bağlayan ülkeler, bazı müreffeh demokrasileri de içeriyor. Avustralya, örneğimizde yer alan her metalin hazinesine sahip. Şili, dünya lityum rezervlerinin yüzde 42’sine ve çoğu Atama çölünde bulunan bakır yataklarının dörtte birine ev sahipliği yapıyor. Diğerleri ise otokrasi. Kongo küresel kobalt rezervlerinin yüzde 46’sına sahip [ve bugün dünya üretiminin yüzde 70’ini karşılıyor]. Çin; alüminyum, bakır ve lityuma ev sahipliği yapıyor. Asya ve Latin Amerika’daki daha yoksul demokrasiler de turnayı gözünden vurabilir. Endonezya nikel dağlarının üzerine kurulu. Peru, dünyadaki gümüşün neredeyse dörtte birine sahip.

İkinci sepet, gelirleri sabit kalan ya da az düşen ülkeleri kapsıyor. İran, Irak ve Suudi Arabistan dahil Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) gideri az olan üyelerini ve Rusya’yı içeriyor. Petrol gelirleri azalsa da bugün yüzde 45 olan payları 2040 yılında yüzde 57’ye çıkacak. Amerika, Brezilya ve Kanada gibi diğer ülkeler fosil yakıt gelirlerini kaybetseler de geniş maden yataklarından faydalanabiliyorlar.

En çok kaybedenler gideri çok petrol ülkeleri. Kuzey Afrika [Cezayir ve Mısır], Sahraaltı Afrika [Angola ve Nijerya] ve Avrupa’daki [Britanya ve Norveç] pek çok petrol zengini ülke, gelirlerinin azaldığına şahit oluyor. Güney Sudan, Timor Leste ve Trinidad gibi küçük ülkeler de ağır darbe aldı. Bu sancı bazı Körfez ülkelerini de es geçmiyor; örneğin Bahreyn ve Katar’ın elde ettiği gelirler beşte bir ya da daha fazla azalıyor.

Yeni emtia süper güçlerinin ortaya çıkmasını ne engelleyebilir? Kilit unsur sermaye harcamaları. IEA’in tahminlerine göre geçen on yıl içinde faaliyete geçen büyük madenlerin inşası ortalama 16 yıl sürdü. Sektörün 2040 yılına kadar artan talebi karşılayabilmesi için yeni projelere şimdiden yatırım yapması gerekiyor. Gereken meblağlar büyük. Danışmanlık şirketi Wood Mackenzie’den Julian Kettle, 2040 yılına kadar yeşil metal arama ve üretimi (E&P) için 2 trilyon dolar harcanması gerektiğini düşünüyor. Son projeler, sadece bakır ve nikel çıkarmanın bile 2030’dan önce 250 ila 350 milyar dolar sermaye harcaması (capex) gerektireceğini gösteriyor.

Gazı köklemek

Harcamaların bir kısmı gerçekleşiyor. Maden üreticisi Anglo American, bakır üretimini 2030 yılına kadar yüzde 50 il 60 oranında artırmayı hedefliyor. Patronu Mark Cutifani, “Üzerimize düşeni yapacağız” diyor. Diğerlerinin çoğu bunu yapmayacak. 2010’ların ortasındaki emtia çöküşünden etkilenen madencilik devleri yatırımlarını azalttı. Yatırım bankası Liberum Capital, yıllık bakır üretim ve yatırım harcamalarının 2014’ten bu yana yarı yarıya azalarak 14 milyar dolara düştüğünü hesaplıyor. Fiyatlar yükseldikçe kârlar da artıyor. Fakat nakit yeniden dağıtılmak yerine yatırımcılara geri veriliyor. Girişim sermayesi şirketi Pala Investments’tan Stephen Gill, “Arz büyümesi neredeyse ayıp bir laf haline geldi” diyor.

Haddinden fazla harcama yapan sadece Çin var. Kongo’nun kobalt kuşağındaki Kolwezi’de yalınayak çocuklar tüm yabancıları “ni hao” diye seslenerek karşılıyor. Çinli gruplar, büyük ticari yatakların çoğunu ele geçirmiş halde; zanaatkar bir madenci olan Albert Abel, küçük madenlerin çoğunu da satın almalarından şikayetçi. Maceracı bir İsviçreli tüccar olan Glencore, ayağı yere basan tek Batılı firma. Çinli madenciler, Endonezya’da nikel çıkarmak için yağmur ormanlarını yok ediyor.

Yatırım harcamaları azlığı üç iç karartıcı sorunun neticesi: Sektörün sınırlı gücü, azalan yatırım getirileri ve artan siyasi risk. Sınırlı güç ile başlayalım. Madencilerin yirmi yıl boyunca harcaması gereken miktar, tipik bir petrol yatırım harcamasının sadece dört yılına eşdeğer olsa da nispeten küçük olan sektörün kapasitesinin ötesinde görünüyor. Büyük madenciler bile tek seferde sadece bir büyük projeyi finanse edebilir.

Bu durum, genelde büyük şirketleri temkinli olan halka açık piyasa yatırımcılarının ötesindeki sermaye sağlayıcılarından yararlanılarak çözülebilir. Bunlar arasında kıt mineralleri kullanan dikey entegre üreticiler de yer alabilir. Elektrikli otomobil üreticisi Tesla, Avustralya, Minnesota ve Yeni Kaledonya’daki madenlerin gelecekteki nikel üretimini satın alma sözü verdi. Özel sermaye şirketleri ve arzı güvence altına almakla görevli devlet destekli milli şampiyonlar da iştirak edebilir.

İkinci sorun ise maden yataklarının kalitesinin giderek kötüleşmesi. Udokan, bakır muhtevasının kayanın yüzde 1’inin üzerinde olan son potansiyel maden olduğunu söylüyor. Şili bakırının ortalama tenörü son 15 yılda yüzde 30 düşerek yüzde 0,7’ye geriledi. Düşük tenörler çıkarma ve işleme maliyetlerini [ve karbon emisyonlarını] artırıyor. Cutifani, “Bugün aynı kilo bakırı üretmek için 100 yıl öncesine göre 16 kat daha fazla enerji kullanıyoruz” diyor.

Burada inovasyon yardımcı olabilir. Geçen yıl bir başka maden şirketi BHP ve Norveç’in devlet destekli enerji şirketi Equinor, yeni yatakları bulmak için 20 milyon sayfalık devlet ve akademi arşivlerini tarayan bir yapay zekâ girişimine yatırım yaptı. Teknolojik atılımlar zamanla deniz tabanını keşfetmeyi kârlı hale bile getirebilir. Dünyanın 67 bin kilometre uzunluğundaki okyanus ortası sırtları fazla miktarda bakır, kobalt ve diğer mineralleri içeriyor. Bu da elektriğe dayalı ülkelere kazanç sağlayabilir: Fiji [yüzde 8] ve Norveç [yüzde 5,5] bu sırtlar üzerinde en fazla ekonomik hakka sahip ülkeler.

Ama inovasyon gelecekteki kârları da daha az net hale getiriyor. Madencilerin yatırım yapmak için ihtiyaç duydukları kalıcı yüksek fiyatlar, büyük alıcıları da en değerli metallere alternatifler aramaya teşvik eder. Tesla’nın pilleri yüzde 5’ten daha az kobalt içeriyor, bu oran yalnızca birkaç yıl önce üçte birdi. İnovasyon geri dönüşümü de kolaylaştırabilir. IEA, 2040 yılına kadar eski bataryalardan kobalt çıkarmanın toplam talebin yüzde 12’sini karşılamaya yardımcı olabileceğini düşünüyor.

Maden kavgaları

Belki de yatırımın önündeki en büyük riskin kaynağı siyaset. Maden çılgınlığı bazı yoksul ekonomileri bir gecede zengin edebilir. Hidrokarbonun başlara kondurduğu talih kuşu dahil yüzyıllardır var olan emtia patlamalarının öyküsü, bu kaynak nimetinin aynı zamanda bir lanet olabileceğini ve bunun da daha fazla yatırımı caydırabileceğini gösteriyor.

Devasa petrol rantları pek çok ülkeyi istikrarsızlaştırdı. Rakip gruplar zenginliği kontrol etmek için birbiriyle yarışıyor, eşitsizliği ve çekişmeyi körüklüyor. Büyük dolar girdileri yerel para birimlerini yükseltirken ihracatçıları eziyor. Yükseliş dönemlerindeki borç patlamaları, döngü tersine döndüğünde mali krizleri tetikliyor. Öfkeli halklar iç siyaseti daha da kırılgan hale getiriyor. Nijerya’yı ele alalım. 1965 yılında kakaodan kalaya kadar on farklı emtia ihraç ediyordu. Yirmi yıllık petrol keşiflerinin ardından petrol, ticari mal ihracatının yüzde 97’sini oluşturdu ve bu da siyasi istikrarsızlığı körükledi.

Şu anki endişe tarihin tekerrür etmesi. Bazı elektriğe dayalı ülkeler, talih kuşunu yönetmek için yetersiz donanıma sahip. Veri sağlayıcısı Global SWF’ye göre dünyadaki 96 emtia bağlantılı ulusal varlık fonunun çoğunluğu fosil yakıt satışlarıyla besleniyor; sadece yedi yeşil metal ihracatçısı kara gün fonu kuruldu. Bu fonlara büyük ihtiyaç duyulmasına rağmen metallere yapılan harcamaların çoğunun 2050 yılına kadar gerçekleşmesi bekleniyor, bu tarihten sonra talep alçalacak ve ihracatçılar daha zayıf olacağı dönemlerle karşı karşıya kalabilir.

İkramiye beklentisi bile devletleri firmalardan daha fazla rant elde etmeye teşvik edebilir. Bazı gerilimler şimdiden ortaya çıkmaya başladı. Dünyanın en büyük ikinci maden üreticisi Rio Tinto, Moğolistan’da uzun süredir askıda olan bir projeyi ancak hükümete verdiği 2,4 milyar dolarlık borcu silmeyi kabul ettikten sonra yeniden başlatabildi. Ocak ayında Sırbistan, büyük bir lityum madeni planına yönelik protestoların ardından firmanın arama izinlerini geri çekti. Peru’nun yeni solcu devlet başkanı vergileri artırmayı düşünüyor; en büyük bakır madenlerinden biri, kârdan pay talep eden yerel halk tarafından haftalarca abluka altında tutuldu. Şili yeni bir anayasa üzerinde çalışırken bakır ve lityumu kamulaştırmayı tartışıyor.

Bu istikrarsız ortam, yabancı firmaların kumar oynamaya değer bulması için metallerin daha da pahalanması gerekebileceğini gösteriyor. Şimdiye kadarki fiyat artışları bazı Batılı maden üreticilerini bir zamanlar keşfedilemeyecek kadar tehlikeli görülen sınırlara yöneltti bile. Kanadalı Barrick Gold, 20 Mart’ta Pakistan’ın İran ve Afganistan sınırındaki bir bakır madenine 10 milyar dolar yatırım yapmak üzere sözleşme imzaladı. BHP, Tanzanya’daki yatırımıyla Afrika’ya geri dönüyor.

Ama fiyatlar hala yeterince yüksek olmayabilir. Geçen yıl Glencore’un patronu Ivan Glasenberg, yeni arzı gerçekten teşvik etmek için bakırın tonunun bugünkü rekor seviye olan 10 bin dolardan 15 bin dolara çıkması gerekebileceğini söylemişti. Ancak fiyatlar ne kadar yükselirse, talebi azaltma ya da yerel politikaları daha da istikrarsız hale getirme riski de o kadar artar. Her iki durum da yatırımların tekrar durmasına neden olabilir.

Pek çok yeşil dev, iklim felaketini önlemeye yardımcı olabileceklerinin farkında. Şili’nin eski enerji bakanlarından Juan Carlos Jobet, “Madenciliği durdurursak emisyonları azaltamayız” diyor. Fakat süper güçlerinin farkına varmak için laneti bozmaları gerekecek.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English