Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: İsrail’in İran’la tehlikeli gölge savaşı

Yayınlanma

Washington’un bahsi, İran’la çatışmanın düşük yoğunluklu kalabileceği ve daha geniş bir ikili veya bölgesel çatışmadan kaçınılabileceği yönünde. ABD hükümeti ayrıca diplomasinin yokluğunda Tahran’ın askeri ve nükleer ilerlemesini önlemek ve yavaşlatmak için caydırıcılığın gerekli olduğuna inanıyor. İsrail’in hesabı, İran’ın iç kırılganlıklarının ve bölgesel izolasyonunun yanı sıra koordineli İsrail ve Amerikan askeri caydırıcı önlemlerinin İran’ın tepkilerini sınırlayacağı yönünde. Ancak devam eden jeopolitik sarsıntı, bu hakim görüşlere meydan okuyabilir.”

ABD merkezli Foreign Affairs‘te İsrail’in İran’a karşı sertleşen askeri politikasına ABD’nin yaklaşımı ele alındı. Dalia Dassa Kaye imzalı makalenin temel iddiası, İran’la yürütülen diplomasinin yerini artık askeri caydırıcılığa bıraktığı yönünde. Makaleye göre, İsrail’in öncülüğünde ve ABD’nin teşviki ancak “düşük yoğunluklu” kalma umuduyla İran’la çatışma sürecine girildi. Yazar, “Askeri tırmanış, kontrol altına alınamayabilir ve çatışma süreci ülkelerin tahmin ettiğinden daha uzun ve daha acı verici olabilir” diyor ve olası bir çatışma riskine karşı Washington’a bazı önlemler öneriyor.

İsrail’in İran’a karşı giderek saldırganlaşan adımlarına bir süredir Biden yönetiminin bekle-gör yaklaşımı strateji değişikliğine gidildiğinin işaretini veriyordu. Söz konusu makalenin Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organında yayınlanmış olması bu strateji değişikliğini doğrular nitelikte.

***

İsrail’in İran’la Tehlikeli Gölge Savaşı

Gerginliğin Tırmanma Riski Neden Artıyor

İsrail, İran’ın nükleer ilerlemesini, silah ihracatını ve daha yakın zamanda insansız hava aracı (İHA) teknolojisi programını engellemek için askeri baskı uygulama eğilimini uzun süredir açıkça ortaya koyuyor. Ancak son birkaç ayda İsrail’in risk iştahı artmış görünüyor.

Ocak ayı başlarında, İsrail’in Suriye içindeki İran yanlısı militan grupları hedef alan saldırısı, Şam’daki uluslararası hava alanını hizmet dışı bıraktı. Aynı ayın ilerleyen günlerinde çıkan haberlere göre İsrail, İran’ın İsfahan kentindeki önemli bir askeri tesise İHA saldırısı düzenledi. İsrail, muhtemelen ülke dışındaki sivil hedeflere İran’ın misilleme saldırısı için hazırlandı. ABD’li yetkililere göre, İran Umman Denizi’nde İsrailli bir iş adamına ait ticari nakliye tankerine İHA saldırısı düzenledi. Ve daha geçen hafta, önemli bir İsrail saldırısının Şam civarındaki bir konutta toplanan İranlı yetkilileri hedef aldığı bildirildi.

Bu son saldırılar, İsrail ve İran arasında onlarca yıldır süren, karada, havada ve denizde cepheleri olan, “gölge savaşı” olarak tanımlanan ve büyük ölçüde sahiplenilmeyen, kısasa kısas saldırı modelinin devamı. 2013’te İran ile Batılı güçler arasındaki müzakereler kamuoyuna açıklandığında, İsrail, İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarına kısa bir ara verdi. Bu ara, Trump yönetiminin 2018’de Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen nükleer anlaşmadan çekilmesine kadar sürdü. Buna rağmen, tüm tarafların KOEP’e bağlı olduğu dönem boyunca İsrail, İran destekli milisleri ve Irak-Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah gibi gruplara yapılan silah sevkiyatını hedef alan, askeri uzmanların ‘savaşlar arası harekat’ olarak adlandırdığı şeyi sürdürdü.

Ancak Trump dönemi, İsrail’in, İran içindeki nükleer ve nükleer olmayan daha fazla hedefe yönelik daha cesur eylemlerine yol açtı. İsrailli liderlerin çoğu, Trump yönetiminin “maksimum baskı” politikalarını övdü. Bu ortak şahin görüş, Joe Biden ABD başkanı olduğunda, yeniden gündeme gelen diplomasi ve İran nükleer anlaşmasını canlandırma arzusuyla azaldı. Ancak şimdi İran, İsrail ve ABD’de zemin kayıyor ve gerilimin tırmanma riskinin bir kez daha artmasına neden oluyor.

Vurmak için daha riskli bir zaman

Biden yönetimi, KOEP’e dönmeye odaklanarak göreve başladı. Ancak geçmişten farklı olarak, ABD ve ortakları diplomasiyi başlatmaya hazırlanırken İsrail, İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırılarını durdurmadı. İlk başta, İsrail’in İran’a askeri yaklaşımı Amerikalı politika yapıcılara kontrol altına alınabilir hatta belki de İranlıları müzakere masasına dönmeye teşvik etmenin ve ABD’nin yenilenen bir anlaşmanın şartları üzerindeki etkisini artırmanın yararlı bir yolu olarak ele alındı. İsrail’in İran’la çatışması, bölgesel manzaranın olağan bir özelliği olarak görülmeye başlandı. Özellikle nükleer diplomasi yoluyla yaptırımların hafifletilmesi konusundaki çıkarı göz önüne alındığında İranlıların, İsrail saldırılarını pek umursadığı düşünülmediği için (Tahran’ın) misilleme riski yönetilebilir görünüyordu.

Ama tüm bunlar değişti. Diplomasi, sadece Biden ekibi için değil, geleneksel olarak İran’la ilişki kurmaya yatkın Avrupalı liderler için bile masadan kalkmışa benziyor. İran’ın mevcut liderleri, Tahran’ın nükleer kapasitesi artıkça diplomasiyle daha az ilgileniyor gibi. Askeri caydırıcılık artık sadece diplomasinin bir tamamlayıcısı değil; hızla Batı’nın yerine koyma stratejisi haline geliyor. Günün kazananı İsrail’in çatışmacı yaklaşımı oluyor.

Geçen yıl boyunca yaşanan çeşitli yerel ve jeopolitik çalkantılar yani geçen Eylül ayında İran’da başlayan yaygın rejim karşıtı protestolar, KOEP’i canlandırmak için yürütülen müzakerelerin çökmesi ve Ukrayna savaşında genişleyen İran-Rus askeri ilişkisi bu değişimi açıklıyor. Tüm bu faktörlerin İsrail ile İran arasındaki çatışmaları yoğunlaştırması ve çatışmanın daha geniş bir bölgeye sıçrama olasılığını artırması ve en savunmasız durumdaki Irak ve Suriye’de kalan Amerikan güçlerini daha büyük tehlikeye sokması muhtemeldir.

İsrail’in İsfahan saldırısı strateji değişikliğine işaret

Washington’un bahsi, İran’la çatışmanın düşük yoğunluklu kalabileceği ve daha geniş bir ikili veya bölgesel çatışmadan kaçınılabileceği yönünde. ABD hükümeti ayrıca diplomasinin yokluğunda Tahran’ın askeri ve nükleer ilerlemesini önlemek ve yavaşlatmak için caydırıcılığın gerekli olduğuna inanıyor. İsrail’in hakim hesabı, İran’ın iç kırılganlıklarının ve bölgesel izolasyonunun yanı sıra koordineli İsrail ve Amerikan askeri caydırıcı önlemlerinin İran’ın tepkilerini sınırlayacağı yönünde. Ancak devam eden jeopolitik sarsıntı, bu hakim görüşlere meydan okuyabilir.

İran hükümeti, İranlı genç bir kadın olan Mahsa Amini’nin Eylül ayında hükümet nezaretinde ölümüyle alevlenen benzeri görülmemiş bir krizle karşı karşıya. Rejim, yüzlerce protestocuyu öldürerek, binlerce kişiyi hapse atarak ve keyfi infazlar düzenleyerek huzursuzluğu baskılıyor gibi görünse de, İslam Cumhuriyeti liderliğine karşı alta yatan şikayetler alevlenecek. Kötüleşen ekonomik koşullar ve az çok reform beklentisiyle, yeni bir protesto dalgasının başlaması an meselesi olabilir.

Böyle bir ortamda İran’ın sert liderliği, komşu ülkeler de dahil her köşede düşman görmeye devam edecek. İran, İranlı muhalif grupların tarihsel olarak örgütlendiği Irak’ın Kürt bölgelerine şimdiden saldırılar başlattı ve İsrail’in İsfahan’daki en son saldırısında Kürt unsurların yer aldığına inanıyor. Irak Kürdistanı’ndaki İran destekli saldırıların artması muhtemel ve bu durum istikrarın zaten kırılgan olduğu bir zamanda Bağdat ve Kürt başkenti Erbil’deki yetkililer üzerinde İranlı muhalif gruplara karşı sert önlemler almaları için giderek artan bir baskı yaratıyor.

Tahran ayrıca tahmin edilebileceği gibi İsrail’i, huzursuzluğu kışkırtmak için İran’ın iç işlerine karışmakla suçladı. İran, geçmişte İsrail’e, yabancı ülkelerdeki İsrail vatandaşlarını hedef alarak karşılık verdi. İsrail, geçen yıl Türkiye’deki İsrailli turistlere yönelik saldırı girişimi de dahil bir dizi komployu bozdu. Ancak gelecekteki bir saldırı çok sayıda İsrailliyi öldürürse, İsrail’in İran’a karşı büyük bir misillemesi kaçınılmaz olabilir. İran’ın nasıl ve nerede misilleme yapacağı belli değil, ancak İran liderliğinin bu tür saldırıları rejimin kendisine yönelik tehdit olarak görmesi muhtemel olduğu için bir yanıt vereceği kesin.

Yaklaşık 18 aylık çabaya rağmen KOEP’i canlandırma müzakerelerinin çökmesi, diplomatik çözümü ortadan kaldırarak daha tehlikeli bir bağlam da yarattı: İran’ın nükleer kapasitesi, ülkeyi nükleer eşiğe yaklaştıracak seviyelere yükseldi, o seviye; nükleer silah yapmaya karar vermesi durumunda teknik yeteneklere ve nükleer silah yapacak kadar zenginleştirilmiş malzemeye sahip olduğu nokta.

KOEP’in zorunlu, müdahaleci nükleer denetim rejimi çöktüğü için İran’ın programına ilişkin görünürlük de önemli ölçüde azaldı ve bu durum İran’ın sivil nükleer programını silahlandırmaya karar vermesi durumunda, uluslararası toplumun yeterli uyarıya sahip olup olmayacağı konusunda soru işaretleri uyandırıyor. İran’ın fiilen bir nükleer silah geliştirmesi yine de zaman alacaktır, ancak bu arada, yetenek ve niyetlerindeki belirsizlik İsrail’in daha önceki siber saldırıları ve sabotajlarından daha büyük ölçüde askeri seçenekleri göz önünde bulundurma teşvikini artırabilir. İsrail bir saldırı başlatmaya hazır olduğuna inandığında, ABD’nin bir bu saldırıyı kısıtlama kabiliyetine veya iradesine sahip olup olmayacağı belli değil.

Rusya’nın geçen yıl Ukrayna’yı işgali, gerilimi körüklemek için beklenmeyen yeni bir bileşen de ekledi. İran’ın Rusya ile gittikçe artan askeri ilişkisi, özellikle de Rusya’nın Ukrayna altyapısına saldırmak için kullandığı İHA’ları transfer etmesi, İran’ın yalnızca Washington’da değil, Avrupa’da da düşmanca bir aktör olduğu görüşünü güçlendirdi. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail’in İran’daki askeri tesisleri hedef almasını bile Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü savaş çabalarına İsrail’in yardım etmesinin bir yolu olarak sunuyor (gerçi bu tür önlemlerin İsrail’in Ukrayna’ya doğrudan askeri destek sağlama konusundaki tereddütlerine ilişkin Batı’nın endişelerini gidermesi pek mümkün değil). ABD, İsrail’in İran içindeki daha cüretkar saldırılarına yardım etmeyebilir ve İsfahan saldırısında parmağı olduğunu inkar ediyor, ancak mevcut ortamda Washington’un muhalefet sinyali vermesi daha az olası. Ukrayna’daki savaş uzadıkça, İran’a karşı iddialı bir caydırıcı duruşu benimsemek, Rusya’nın yeteneklerini aşağı çekmeye çalışan Washington ve Batılı müttefikler için daha çekici hale geliyor.

Aynı zamanda, ABD’nin İsrail’le askeri koordinasyonu genişliyor, bu da Washington’un yalnızca İsrail’in İran’la çatışmasını kabul etmekle kalmayıp aynı zamanda onu aktif olarak desteklediğinin bir başka işareti. Geçen ayın sonlarında, ABD ordusu İsrail ile uzun menzilli taarruz saldırılarını simüle eden ortak bir tatbikata girişti; bu, iki tarafın birlikte gerçekleştirdiği bu türden en büyük tatbikattı. Tatbikat, Orta Doğu’daki kalıcı kuvvet varlığını azaltmaya çalışırken bile ABD’nin bölgesel krizlere hızlı bir şekilde yanıt verme yeteneklerini sergilemek için tasarlanmış olabilir. Güç gösterisi, ABD’nin güvenlik taahhüdü konusunda ortaklarına güvence vermeyi amaçlıyordu. Ancak tatbikatı İran’a caydırıcı bir mesaj, ABD’nin askeri seçeneklerinin uygulanabilirliğini göstermek için bir deneme olarak yorumlamak da zor olmayacaktır. Biden yönetiminin üst düzey yetkilileri nükleer müzakerelerin artık bir öncelik olmadığının sinyalini verirken, tatbikatın zamanlaması caydırıcı politikalara açık bir dönüş olduğunu gösteriyor. Askeri seçenekler arzu edilmese de yeniden masaya dönmüş gibi görünüyor. Nükleer diplomasiyi destekleyen Marylandli Chris Van Hollen gibi demokrat senatörler bile kısa süre önce “Ortadoğu’da başka bir çatışmanın korkunç, korkunç bir durum olacağını” ancak bunun son seçenek olmasına rağmen hala “bir seçenek olduğunu” açıkladı.

Bu çok ters gidebilir

İsrail ile bazı Arap-Körfez ülkeleri arasındaki diplomatik normalleşme ve İran’ın füze ve İHA yetenekleri konusundaki ortak endişeleri göz önüne alındığında, Washington, Körfez’deki Arap ortaklarının ABD’nin İsrail ile askeri işbirliğini memnuniyetle karşılayacağını varsayabilir. Ancak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi İsrail ile normalleşme çabalarının ön saflarında yer alan ülkeler bile İran üzerinde artan askeri baskı konusunda hevesli değil. İran’ın Arap-Körfez ülkeleri, petrol tesislerine yönelik önceki saldırılarını göz önünde bulundurarak İran’ın misilleme hedefi olma konusunda kendilerini İsrail’den daha olası görebilirler. Örneğin, İsfahan’a yapılan saldırının ardından, etkili bir üst düzey BAE yetkilisi olan Enver Gargaş, olayın “bölgenin ve geleceğinin yararına olmayan tehlikeli bir gerilim” olduğunu söyledi. İsrail’in yeni liderliği, tarihinin en aşırı sağcı hükümeti ve şimdiden İsrailliler ile Filistinliler arasındaki şiddeti tırmandırarak İsrail politikalarına yaygın halk muhalefeti göz önüne alındığında normalleşmeyi benimsemiş Arap liderlerini zor duruma sokan adımlar attı.

Giderek daha değişken hale gelen ortam, yalnızca normalleşme anlaşmalarının Suudi Arabistan gibi ülkelerle de yapılma imkanını sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda ilişkileri zaten normalleştirmiş olan ülkeleri, özellikle BAE’yi, İsrail’i de kapsayan ABD ile ortak askeri ittifak anlaşmaları konusunda daha temkinli davranmaya itebilir. Gerçekten de Arap Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi devletleri, bölgesel füze savunması konusunda Washington’la çalışmaya hevesli olsalar ve çoğu İsrail’in İran’la ilgili endişelerini paylaşsa da, kapılarını Tahran’a da açık tutuyorlar. İran’ın bölgedeki faaliyetlerine karşı çıkan en güçlü Arap ülkeleri arasında yer alan Suudi Arabistan, son yıllarda zor da olsa İran’la doğrudan ikili görüşmelere yeniden başladı. Irak ve Ürdün, Fransa destekli “Bağdat süreci” aracılığıyla İran’ın da katıldığı bölgesel zirvelere ev sahipliği yaptı. BAE, altı yıllık bir aradan sonra geçen sonbaharda ilişkileri iyileştirme ve Tahran’a büyükelçisini geri gönderme konusunda Kuveyt’i takip etti. Ürdün ve BAE gibi ABD’nin en yakın ortakları bile İran’ın bölgesel müttefiki Suriye ile ilişkileri normalleştiriyor, bu Türkiye ve Suriye’deki trajik depremden sonra muhtemelen daha da hızlanacak bir yönelim.

En azından, İran’la artan askeri çatışmaya ilişkin bazı ABD ortakları arasındaki ihtiyatlı yaklaşım, İsrail’i veya ABD’yi rotayı tersine çevirmeye ikna edecek gibi görünmüyor. Buz üzerindeki diplomatik yol ve ekonomik yaptırımlar İran’ın giderek daha sert ve tehlikeli hale gelen nükleer ve bölgesel duruşunu değiştirmekte yetersiz kalırken Biden yönetimi, İran içinde askeri personele ve tesislere doğrudan saldırılar da dahil İsrail’in askeri eylemlerini desteklemeye daha meyilli görünüyor.

Ancak caydırıcılık, güvenli bir strateji değildir ve Biden yönetimi ile Avrupalı ortaklarının, hedefli saldırıların istenmeyen yangınlara dönüşmesini önlemek için hazırlıklı olması gerekiyor. İranlı liderler, İsrail veya ABD’nin bazı caydırıcı eylemlerini rejimi devirme girişimi olarak görürlerse, İran’ın tepkisi sınırlı kalmayabilir. Ve Rusya’nın, Ukrayna’da Batı ile savaşırken İran’ı kısıtlamaya çalışmak için çok az nedeni var. Bölgesel bir savaş yakın olmayabilir, ancak askeri gerginlik hala tehlikeli ve uzun vadeli maliyetleri artırabilir.

Nükleer diplomasinin yokluğunda ve askeri tırmanışın ortasında İran’la iletişim kanallarının açık tutulması kriz yönetimi için kritik öneme sahip. İran içindeki iç baskının ölçeği ve hem Washington hem de Tahran’daki angajmana karşı güçlü siyasi muhalefet göz önüne alındığında, doğrudan temas şu anda mümkün değil, ancak Katar ve Umman gibi ABD’li ortaklar mahkum değişimi gibi konularda arabuluculuk yapmaya devam ediyor. Bu kanallar, istenmeyen bir çatışmadan kaçınmaya yardımcı olmak amacıyla belirli askeri saldırılarla ilgili niyetleri iletmek için kullanılabilir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın İran için KOEP sonrası bir diplomatik strateji geliştirmesi de önemli olacaktır. Bu stratejinin yokluğunda askeri operasyonlar, boşluğu kendi başlarına İran, bölge veya Batı çıkarları için daha iyi sonuçlara yol açmayacak şekilde dolduruyor.

Sonuç olarak, Washington’un, baskıyı doğru seviyeye ayarlama yeteneğine çok fazla güvenmemesi gerekiyor. Askeri tırmanış, kontrol altına alınamayabilir ve çatışma süreci ülkelerin tahmin ettiğinden daha uzun ve daha acı verici olabilir.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English