DİPLOMASİ

‘Orta Doğu’daki yangının sebebi ABD’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Gazze savaşından yola çıkarak ABD’nin Orta Doğu politikasına daha geniş bir perspektiften bakıyor ve gelinen noktada ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının başarısızlıkla sonuçlandığını ve artık rotasını değiştirmesinin zorunluluğuna dikkat çekiyor. Makale, on yıllardır bölgedeki istikrarsızlıkla uğraşmak zorunda olan Washington’un sürekli büyük ölçüde Orta Doğu’daki varlığının ve politikalarının ürünü olan sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldığına dikkat çekiyor.

“Washington’un Orta Doğu politikasının insani ve maddi maliyeti çok büyük oldu” diyen makale, Gazze savaşı bahanesiyle Orta Doğu’ya aktarılan kaynakların neyi başaracağını sorguluyor ve ekliyor: “Tarih, bunun ABD çıkarlarına ve bölgesel istikrara sürekli zarar vereceğini gösteriyor.”

***

ABD’nin Orta Doğu Politikası Başarısız Oldu

Bölge yanıyor ve bunun sorumlusu da Washington.

Jon Hoffman

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrailli sivilleri acımasızca katletmesinin ardından İsrail’in örgüte karşı başlattığı büyük askeri harekat Gazze Şeridi’ni yok olmanın, Ortadoğu’yu ise daha geniş çaplı bir savaşın eşiğine getirdi. O tarihten bu yana yaşanan bir dizi olay çatışmanın daha da tırmanabileceğini gösteriyor: ABD’nin, grubun Kızıldeniz’deki ticari gemilere yönelik saldırılarına karşılık olarak üç Husi gemisini batırması; İsrail ve ABD’nin Lübnan, Irak ve Suriye’de Hamas, Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları’nın üst düzey üyelerine yönelik bir dizi suikast düzenlemesi; İsrail Savaş Kabinesi Bakanı Benny Gantz’ın Hizbullah’ın İsrail’e ve İsrail’in de Hizbullah’a yönelik saldırıları konusunda “diplomatik çözüm için zamanın tükenmekte olduğu” yönündeki son uyarısı; ve Biden yönetiminin ABD’nin bölgede birden fazla cephede askeri karşılık vermesi için planlar hazırladığına dair haberler.

Bu kargaşanın ortasında Washington eski taktiğine sarılmaya devam ediyor: bölgeye para, silah ve askeri varlık yığmak. Biden yönetimi, Orta Doğu’da kalıcı barış ve refahın sağlanmasının anahtarının, ABD’nin her iki ülkeye de güvenlik garantisi vermesine dayanan bir İsrail-Suudi normalleşme anlaşması yapmakta kararlı. Hatta pazartesi günü ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Suudi Arabistan’ı ziyaret ederek Riyad’ın böyle bir anlaşmaya olan ilgisinin devam ettiğinden bahsetti.

Bu yaklaşım geri tepmeye mahkum.

Washington gerçeklerle yüzleşmeli: ABD’nin Orta Doğu politikası başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın temelinde ABD’nin bölgedeki başlıca ortaklıkları yatıyor. ABD’nin bölgedeki iki önemli ortağı olan İsrail ve Suudi Arabistan, ABD için servet değil yükümlülük. Her ne kadar bu iki devlet arasında önemli siyasi, ekonomik ve sosyal farklılıklar olsa da, her ikisi de ABD’nin çıkarlarını ve savunduğunu iddia ettiği değerleri sürekli olarak baltalıyor. Washington her iki ülkeye yaklaşımını temelden değiştirmeli, koşulsuz destekten mesafeli ilişkilere geçmeli.

İsrail’in Gazze’deki savaşı, ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarlarını tehlikeye atarken, ABD’nin ifade ettiği değerlere yönelik şiddetin de bir örneği. Bu savaşın yol açtığı yıkımın onarılması nesiller boyu sürecek ve Washington’un küresel imajı bu tür eylemlere verdiği destek nedeniyle kalıcı olarak zedelendi.

İsrail, 7 Ekim terör saldırılarını takip eden günlerde Hamas’ı yok etme sözü verirken, güçlerinin odak noktasının isabet değil maksimum hasar olduğunu” itiraf etti. O zamandan bu yana İsrail ordusu, savaşı eleştirenlerin toplu cezalandırma olarak gördüğü, Filistinli sivilleri ABD yapımı silahlarla öldürmeye devam ederken odak noktası pek değişmiş gibi görünmüyor. Hamas kontrolündeki Gazze sağlık yetkililerine göre, İsrail tarafından öldürülen Filistinlilerin tahminen yüzde 70’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Hamas kontrolündeki Gazze hükümeti tarafından bildirilen rakamlara dayanan Birleşmiş Milletler hesaplamalarına göre, yaklaşık 1,9 milyon insan -Gazze nüfusunun yüzde 90’ından fazlası- savaş nedeniyle yerinden edildi ve kasım ayı ortası itibariyle Gazze’deki toplam konut stokunun yüzde 45’inden fazlası yıkıldı ya da hasar gördü.
İsrail aksini iddia etse de, stratejisinin Hamas ve kabiliyetleri üzerinde çok daha az etkisi olduğu görülüyor. Aynı zamanda savaş, sivillerin ayrım gözetmeksizin öldürülmesi yoluyla gelecekteki silahlı direnişin tohumlarını ekebilir.

ABD’nin doğrudan müdahil olduğu daha geniş çaplı bir bölgesel çatışmaya dönüşme ihtimali her geçen gün artıyor. İsrail ile Lübnan merkezli militan İslamcı grup Hizbullah arasındaki çatışmalar dramatik bir şekilde tırmanıyor ve 17 Ekim’den bu yana İran’ın vekilleri tarafından Orta Doğu’da ABD askeri personeline en az 115 saldırı düzenlendi. Daha geniş çaplı bir savaşın içine çekilmek ABD’nin çıkarlarına aykırı olmasına rağmen, İsrail ABD’yi bu saldırılar nedeniyle İran’la doğrudan karşı karşıya gelmeye çağırdı.

Washington, İsrail’le olan sözde özel ilişkisini kullanamıyor ya da ABD’yi manipüle etme becerisiyle sık sık övünen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu etkilemede ya yetersiz ya da isteksiz örünüyor. Bunun yerine Washington, İsrail’e açık çek yaklaşımını sürdürüyor ve son olarak Kasım ayında onaylanan bir paketle 14 milyar dolardan fazla askeri yardım sağladı ve bu süreçte büyük bir tırmanma riskini göze aldı.

ABD’nin bölgedeki diğer kilit ortağı Suudi Arabistan ise dünyanın en otokratik devletlerinden biri. Riyad, ülkesinde yaygın insan hakları ihlalleri gerçekleştiriyor ve bölgede benzer faaliyetlerde bulunan diğer otokrasileri aktif olarak destekliyor.

Riyad ve müttefikleri, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı krallığı geleceğe taşıyacak bir reformcu olarak sunmak için büyük çaba sarf etse de, genç hükümdar bir güç konsolidasyonu ve merkezileşme kampanyası başlattı. Rejimin devlet ve toplum üzerindeki kontrolü hiç bu kadar büyük olmamıştı.

Suudi Arabistan, Orta Doğu’daki siyasi, ekonomik ve toplumsal düzensizliğin başlıca kaynağı. Riyad, bölgedeki neredeyse her çatışma bölgesi ve jeopolitik fay hattıyla bağlantılı. ABD’nin Suudi Arabistan’la olan ilişkisi “otoriter istikrar efsanesi”nin, yani otokratik yöneticilerin bölgede barışı koruduğu düşüncesinin bir örneği. Ancak doğrusu bunun tam tersi: Bu aktörler bölgenin sorunlarına çözüm olmak yerine, Orta Doğu’nun altında yatan en büyük sorunları hem yaratıyor hem de daha da kötüleştiriyor.

Riyad’ın istikrarsızlaştırıcı davranışının en korkunç örneği, Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Yemen’de öncülük ettiği askeri müdahale oldu. Bu askeri harekat 2015’ten bu yana dünyanın en kötü insani krizine ve BM tahminlerine göre 377 binden fazla kişinin ölümüne neden oldu. Riyad’ın Husileri yenememesi nedeniyle savaş kırılgan bir şekilde bitmiş durumda ve yaklaşık dokuz yıl süren yıkıcı çatışmaların ardından Husiler muhtemelen hiç olmadıkları kadar güçlüler. İsrail-Hamas savaşına karşılık olarak Kızıldeniz ve Bab el-Mendeb Boğazı’ndan geçen ticari gemilere düzenli saldırılar düzenleyen grup, süregelen çatışmaya tehlikeli yeni bir parlama noktası ekledi.

Sonuç olarak, ABD’nin tereddütsüz desteği İsrail ve Suudi Arabistan’ı, ABD’nin yardımlarına koşacağını ve onları sorumlu tutmayacağını bilerek pervasız politikalar izleme konusunda cesaretlendirdi. Sağduyu, Washington’un rotasını kökten değiştirmesi gerektiğini gösteriyor. Ne yazık ki ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin aklında bu yok gibi görünüyor.

Biden yönetimi bölgesel politikalarını, İsrail’in 2020 yılında Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini resmen normalleştirmesine tanıklık eden ve daha sonra Fas ve Sudan’ı da kapsayacak şekilde genişletilen ABD arabuluculuğundaki İbrahim Anlaşmalarının bir uzantısı olarak Suudi Arabistan ve İsrail arasında normalleşmeye aracılık etme çabaları etrafında şekillendirdi.

Suudi veliaht prensi İsrail’le ilişkileri normalleştirme karşılığında taleplerini defalarca açıkça dile getirdi: ABD, Krallığa resmi bir güvenlik garantisi sağlamalı ve Riyad’ın sivil nükleer programının geliştirilmesine yardımcı olmalı.

7 Ekim’den bu yana İsrailli, Suudi ve ABD’li yetkililer bu anlaşmayı yapma konusundaki kararlılıklarını defalarca yinelediler. Suudi-İsrail normalleşmesi, ABD’li yorumcu Thomas L. Friedman’ın deyimiyle, iki devletli çözümü bir şekilde korumak, İran’a karşı denge sağlamak ve Çin’in Orta Doğu’daki emellerine karşı koymak için “tek formül” olarak paketlendi.

Biden defalarca Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırıyı Suudi-İsrail normalleşmesini raydan çıkarmak amacıyla başlattığını iddia etti. O tarihten bu yana çok sayıda ABD yönetimi yetkilisi böyle bir anlaşmaya aracılık etme çabalarının devam ettiğini vurguladı.

İsrailli yetkililer de böyle bir anlaşmaya dönme arzularını dile getirdiler ve Netanyahu Kasım ayında savaştan sonra normalleşme ihtimalinin “daha da artacağını” iddia etti.

Suudi Arabistan ise bir yandan İsrail’in Gazze’deki operasyonunu eleştiren bir söylem kullanırken diğer yandan da Riyad’ın normalleşmeye olan ilgisinin devam ettiğini yineleyerek bir denge politikası izliyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan kısa bir süre önce Muhammed bin Selman ile görüşmek ve bu anlaşma için bastırmaya devam etmek üzere Suudi Arabistan’a gitti.

Axios, 7 Ekim’den birkaç ay önce İsrail’in Suudi normalleşme anlaşmasının bir parçası olarak kendi ABD güvenlik garantisini talep ettiğine dair söylentiler olduğunu ve politika yapıcıların bu eklemenin anlaşmayı Washington’da daha kabul edilebilir hale getireceğini umduklarını bildirmişti. Bu sonuç şimdi daha da olası görünüyor.

Hamas saldırısı öncesindeki normalleşme görüşmeleri bağlamında Netanyahu Filistin meselesinden sadece bir “onay kutusu” olarak bahsetmiş ve Eylül ayında Birleşmiş Milletler’e Filistin topraklarının İsrail’in bir parçası olarak gösterildiği ve “yeni Ortadoğu” olarak adlandırdığı bir harita sunmuştu.

Aslında Netanyahu kısa bir süre önce Likud partisi milletvekillerine “savaştan sonra Gazze ve [Batı Şeria’da] bir Filistin devletini engelleyecek tek kişi” olduğunu yineledi ve İsrail medyasına göre, iki devletli bir çözümü açıkça desteklemeyi bırakması için Washington’a özel olarak baskı yaptığı bildiriliyor. Netanyahu kısa süre önce Oslo Anlaşmalarının çöküşünden kendine pay çıkarmış, ABD’nin on yıllardır politika hedefi olan iki devletli çözümü engellemekten “gurur duyduğunu” söylemiş ve böyle bir çözümün ortaya çıkmamasını sağlamaya devam edeceğine söz vermişti.

Ancak Gazze’deki savaş, Filistin halkının geleceğinden kaçmaya çalışmanın aptalca bir strateji olduğunu göstermeli. Bunu daha geniş çaplı liberal olmayan ve istikrarsız bölgesel düzenden de ayıramazsınız. Bu mesele Arap kitlelerinin gerçek siyasi, ekonomik ve sosyal özgürlük özlemlerine sıkı sıkıya bağlı ve İbrahim Anlaşması gibi çerçevelerle zorla bir kenara itilemez.

ABD’nin anlaşmalara ve Suudi-İsrail normalleşme çerçevesine verdiği destek, ABD ve ortaklarının Ortadoğu’da liberal olmayan bir bölgesel düzeni, bu süreçte önemli siyasi, insani ve ekonomik maliyetlere katlanmadan zorla sürdürebilecekleri yönündeki hatalı temel varsayıma dayanıyor. İsrail veya Suudi Arabistan’a ABD güvenlik garantisi vermek, ABD için uzun vadeli sonuçları olacak feci bir yanlış hesaplama anlamına gelecektir.

Washington, Orta Doğu’daki ortaklıklarına yaklaşımını temelden dönüştürmek için bu anı değerlendirmeli. ABD, refleksif destekten mesafeli ilişkilere geçerek Orta Doğu politikasını temelden yeniden şekillendirirken, ortaklarının politikalarındaki suç ortaklığını sona erdirebilir.

Elbette böylesine köklü bir yeniden şekillendirme zor olacak: Bu politika on yıllardır bir dizi yanlış anlamaya ve değişimin önündeki yapısal engellere dayanıyor. En yakıcı engel statükocu politikaları korumak üzere tasarlanmış yerleşik bir lobicilik ve özel çıkarlar sistemi. ABD siyasi elitleri arasında, ABD’nin İsrail ve Suudi Arabistan ile ilişkilerini dönüştürmenin siyasi maliyetinin hesabı uzun zamandır reformun önünde bir engel oluşturuyor.

Bununla birlikte, Washington siyasi dünyasında Orta Doğu’dan daha fazla ayrılmayı ciddi olarak düşünmekten aciz olan bir görüş birliği de var. Finansman arayışı, mesleki hırslar ve sosyal etkileşim, bölge üzerinde çalışan insanların genellikle ABD Orta Doğu politikasının genel hatlarını destekleme eğiliminde olmasını sağlamak için çalışıyor.

Değişim için bastırmak zorlu bir mücadele olacak, ancak ihtiyaç hiç bu kadar net olmamıştı. On yıllardır tutarlı bir strateji olmaksızın bölgeye güç aktaran ABD, trilyonlarca dolar harcadı ancak bölgesel istikrarı sağlayamadı ya da ABD çıkarlarını koruyamadı. Bölgedeki bu çıkarlar sınırlı ve bunların korunması herhangi bir aktöre koşulsuz siyasi ya da askeri destek verilmesini gerektirmiyor.

Washington’un bölgeye yönelik mevcut yaklaşımına tereddütsüz bağlılığı bir kısır döngü yaratıyor: Bölgesel istikrarsızlıklarla uğraşan ABD, kendisini sürekli olarak büyük ölçüde Orta Doğu’daki varlığının ve politikalarının ürünü olan sorunlarla yüzleşmek zorunda buluyor.

Washington’un Orta Doğu politikasının insani ve maddi maliyeti çok büyük oldu. Önümüzdeki yıllarda milyarlarca dolarlık askeri yardım ve ABD’nin Orta Doğu’daki genişleyen varlığı neyi başaracak? Tarih, bunun ABD çıkarlarına ve bölgesel istikrara sürekli zarar vereceğini gösteriyor.

Orta Doğu’daki rotayı değiştirmenin zamanı çoktan geldi. Bunu yapmamak, Washington’un bölgeyi etkilemeye devam edecek ve ABD çıkarlarını nesiller boyu baltalayacak bir istikrarsızlık döngüsüne bağlılığını resmileştirme riski taşıyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version