GÖRÜŞ

Habermas ve Alman Felsefesinin Sefaleti

Yayınlanma

İsrail’in Gazze’deki kanlı katliamı devam ederken, farklı siyasi görüşe sahip Avrupalı entelektüellerin İsrail’i destekleyen açıklamaları peş peşe geliyor. İsrail’in işlemekte olduğu savaş suçu karşısında dehşete düşen dünya kamuoyu, bu açıklamalarla sarsılmaktadır.

Savaşa karşı insanlığın onurunu savunması beklenen entelektüeller, İsrail ordusunun beşinci kolu gibi tavır alarak, bir anlamda bu savaş suçunu meşrulaştırma görevi üstlenmişlerdir.

İsrail’i destekleyen entelektüellerin bu savaşta ‘görevli’ olduğu yorumunu abartılı bulanlar olacaktır şüphesiz. İsrail’in faşist kanlı savaşında elini çekinmeden kirleten Batılı entelektüellerin, nasıl kendi emperyalist devletlerinin yanında saf tuttuğunu anlamak için, Birinci Dünya Savaşı öncesi Alman sosyal demokratları hatırlamak yeterlidir.

Kendilerini solcu, sosyal demokrat, hatta sosyalist olarak tanımlayan Batılı entelektüellerin ‘ihanet’ geleneğini Alman ‘Marksist’ düşünür Habermas devam ettirmektedir.

Nazizm’e ve ırkçılığa karşı yazıları ve açıklamalarıyla ‘Almanya’nın vicdanı’ olarak selamlanan Habermas’ın açıklamaları karşısında şaşıranlar için, Habermas ve son temsilcisi olduğu Frankfurt Okuluna dair birkaç önemli şeyi hatırlatmak da bu yazının görevi olsun.

Frankfurt Okulu’nun Paltosundan Çıkan Sol Popülizm

Bu yazıda Frankfurt Okulu’nun tarihi, felsefesi prensipleri, bu ekole mensup filozofların eserleri irdelenmeyecektir. Nihayetinde Shakespeare’in dediği gibi, buraya Frankfurt Okulu’nu övmeye değil, gömmeye geldim!

Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü ismiyle 1923 yılında faaliyete başlayan topluluk, 1930’larda Horkheimer, Adorno, Marcuse’ün çalışmalarıyla birlikte akademik dünyada, özellikle Batılı Marksist düşülürler arasında öne çıktı.

Sovyetlerdeki sosyalist deneyimin ‘başarısızlığı’, Almanya’da demokratik kurumların hızla çöküşü ve yükselen faşizmin nedenlerini gündemine alan Frankfurt Okulu, farklı disiplinlerle Marx’ın düşüncesini ilişkilendirerek, yeni bir Marksist yorum sunmayı amaçladı.

Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, gerek Rusya’daki deneyim gerekse Almanya’da işçi sınıfının Marx’ın öngördüğü şekilde devrimi gerçekleştirmekten ziyade faşist partinin saflarında yer alması, Marx ve Marksizm’in temel prensiplerinin temelden sorgulanmasını kaçınılmaz kılmıştı.

Bir düşünce okulu olarak, rengi ve hatları belirgin ekolü temsil etmekten uzak, sistematik felsefe sunmayan, her düşünürün farklı alanlara yöneldiği Frankfurt Okulu’nun en belirgin özelliği, toplumsal araştırmaların öznesi olarak sınıf kavramından uzaklaşarak bireye yönelmeleridir.

Bireyin merkeze alınmasıyla başta psikoloji olmak üzere farklı disiplinlerle Marx’ın yeniden okunması amaçlanmıştı. Böylelikle Marx’ı Freud ile diyaloğa sokarak, Marx’ın ‘ihmal ettiği’ kültürel ve psikanaliz alanlar irdelenerek Marx’ın fikirleri revize edilmişti.

Bu revizyonist yaklaşımla, Marksizm’in temel dayanakları  reddedilerek, Yeni Sol’un (New Left) diğer ifadeyle liberal solun felsefi temelleri atılmıştır.

Özellikle Herbert Marcuse, Amerika’daki 68 öğrenci hareketlerinde simgesel bir rol oynamış ve 1970’lerin başında ortaya çıkan Yeni Sol’un fikirsel çerçevesinin oluşmasında etkili olmuştu.

Habermas da 1971 yılında yayımladığı Teori ve Pratik eseriyle, Yeni Sol’un felsefi hatlarını sunarken, ‘radikal demokrasi’ kavramıyla Yeni Sol’un sınıf kavramından kopuşunu hazırlamıştı.

Bugün sol popülizmin en önemli düşünürlerinden Chantal Mouffe, radikal demokrasi kavramından hareketle, 1980’lerden itibaren geleneksel Marksizm’e karşı eserler yazmış, Avrupa’daki sol partilerin sınıftan ziyade halk gruplarına yönelerek farklı grupların kimlikleri merkeze almasını salık vermiştir.

Marx’tan daha çok Weber’in yöntemini benimseyen Frankfurt Okulu, işçi sınıfını sol hareketin öznesi olmaktan çıkaran sol popülizmin teorik zeminini hazırlamıştır.

Sol Popülizmin Faşist Kökleri

Geleneksel Marksizm’i tahrip ederek Yeni Sol’un temellerini atması ve bugünkü sol popülizmin ideolojik şemsiyesi olması, Frankfurt Okulu’nun tek günahı değildir.

Bugün neredeyse dile getirilmeyen, kapsamlı bir eleştiriyle incelenmeyen sol popülizmin, faşist düşünsel gelenekten beslenen ideolojik kaynakları irdelendiğinde, Frankfurt Okulu’nun cehennemin kapısını nasıl araladığı görülecektir.

Özellikle Nazi Partisi üyesi Alman hukukçu Carl Schmitt ve filozof Martin Heidegger’in düşüncesinden hareket eden sol popülizm, kapitalizmin krizleri karşısında yükselen halk hareketleri ve solun sistem içinde soğurulmasına neden olmaktadır.

Chantal Mouffe, Sol Popülizm eserinde, Carl Schmitt’in ‘dost-düşman’ kavramından yola çıkarak, amacının liberalizmi bir düşman olarak görüp yok etmek olmadığını, liberalizmin demokrasiyle dengelenmesi gerektiğini söylemektedir. Liberal demokrasinin savunusunu yaparken Mouffe aynı zamanda özel mülkiyetin dokunulmazlığını da dile getirmiştir.

Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Teorisi’nden hareketle, Freud ile Marx’ı birlikte yorumlayarak alternatif ‘Marx’ görüşü sunan Zizek, sol popülizmin en önde gelen diğer düşünürüdür.

Çin’i Batılı demokratik geleneğin ‘en büyük tehdidi’ olarak gören Zizek, Ukrayna krizinin en başından beri Rusya karşıtı tavır almış, Putin’i ağır ifadelerle suçlamıştı.

‘Muhalif, solcu, Marksist’ Zizek’i, Nazi sempatizanı Ukraynalı milislerle yan yana getiren, bir anlamda sol popülizmin faşist felsefi kökleridir.

Heidegger’in muhafazakar felsefi ontolojisini politik hatta taşıyan Mouffe ve Zizek, böylelikle sol adı altında en gerici düşünsel gelenekle kapitalizme karşı yükselen eleştirilerin radikalleşmesine set çekmektedir.

Amerika’nın Özel Görevlisi Filozoflar

Faşist geleneği sol düşünceyle yan yana getirme konusunda da Frankfurt Okulu, sol popülizmin öncülü olmuştur.

Herbert Marcuse, 1928 yılında Frieburg Üniversitesi’ne Heidegger’in yanına giderek, Heidegger’in Varlık felsefesiyle Marx’ın felsefesini sentezlemek istemiştir.

Batı Marksizm’inin şekillenmesinde, bugünkü sol popülizmin  ideolojik eğilimlerinin oluşmasında etkili olan Marcuse’ün, faşist Heidegger ile Marx’ı yan yana getirme çabası masumane bir felsefi hata, entelektüel bir kusur olarak geçiştirilebilir mi?

Ne var ki Heidegger’in politik refleksleri çok daha diri olduğu için, çok geçmeden Marcuse’ün akademik ilerlemesini engellemiştir.

1933 yılında Hitlerin iktidara gelmesi Frankfurt Okulu’nun kaderini de doğrudan etkileyecekti. Neredeyse tamamı Yahudi kökenli olan Frankfurt Okulu’nun temsilcileri, Amerika’ya giderek enstitünün çalışmalarına burada devam etmiştir.

Merkezin Amerika’ya taşınmasıyla, Frankfurt Okulu’nun kuruluşunda en belirgin ve en önemli ideolojik tavır olan Sovyetler eleştirisi karşıtlığa dönüşmüş, Soğuk Savaş dönemindeyse bu tutum düşmanca bir hal almıştır.

Mesele Alman düşünürlerin, ideolojik zaaf ya da sapmalardan dolayı Amerikan sisteminin değerlerine doğru kaymalarının ötesindedir. Bir yerde Alman düşünürler, anti komünist propagandanın fenerleri olmalarının dışında bazı ‘özel görevler’ de üstlenmiştir.

1940’te ABD vatandaşlığına geçen Marcuse, 1947 yılında CIA ismini alacak Office of Strategic Services istihbarat kurumunda savaş boyunca bizzat görev almıştır.

Savaş sonrası Marcuse Almanya’ya geri dönmezken, Horkheimer ve Adorno Frankfurt’a geri dönmüştür. Bu tarihten sonra Avrupa solu üzerinde daha da etkili olmaya başlayan Adorno’ya, Batı Almanya’nın en itibarlı kurumlarının kapısı açılmıştır.

Adorno ise sahip olduğu entelektüel gücü çok geçmeden Sovyetlere karşı tavır almayan ya da Ortodoks Marksist duruşunu koruyan sol entelektüelleri kamuoyu önünde çarmıha germek için kullanmıştır.

Bunun en çarpıcı örneğiyse, ‘angaje’ entelektüel diye saldırdığı Lukacs’a karşı tavrıdır. 1956 Macaristan ayaklanmasını, Sovyet revizyonizmine karşı ilerici hareket olarak görüp destekleyen Lukacs, Nagy hükümetinin Varşova Paktı’ndan çekilmesine de karşı durmuştu. Sovyetlerin müdahalesi sırasında Romanya’da hapse atılan Lukacs, 1957’de hapisten çıkmasına rağmen ağır sansür koşullarında baskı altında tutulmuştu.

Bu dönemde, 1958 yılında Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün başına getirilen Adorno ise, göreve gelir gelmez Lukacs’ın Realizmin Yanlış Anlaşılmasına Karşı eserine karşı yazı kaleme almıştır.

Adorno’nun bu makaledeki fikirlerinden daha dikkate değer olan, makalesini ABD ordusunun Batı Almanya’da kurduğu ve CIA’in finanse ettiği Die Monat dergisinde yayımlatmasıdır.

Frankfurt Okulu’nun son temsilcisi ‘Marksist’ düşünür Habermas da, Alman filozoflarının ‘angaje’ entelektüel geleneğini devam ettirerek, ABD-İsrail yanında yer almıştır.

Ukrayna-Rusya savaşı sırasında olduğu gibi, Rusya’ya karşı konumlanıp, ilk fırsatta ABD’nin yanında yer almak Alman düşünürlerin alışılagelmiş, olağan tutumlarıdır.

Bugün Amerika, Almanya’da bu denli güçlü ve ideolojik olarak etkiliyse, Frankfurt Okulu ile başlayan Amerikan sistemine angaje entelektüeller sayesindedir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version