Hindistan bu kez 12 Aralık’ta Gazze’de acil insani ateşkes ve tüm rehinelerin koşulsuz serbest bırakılmasını talep eden Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (BMGK) kararı lehine oy kullandı. Hindistan, İsrail-Hamas çatışmasının ekim ayında başlamasından bu yana ilk kez böyle bir kararı destekliyor. Oysa yalnızca iki ay önce İsrail-Filistin krizinde acil insani ateşkes çağrısında bulunan BMGK kararında çekimser kalmayı seçmişti.
Peki bu ne anlama geliyor?
27 Ekim’deki BMGK kararına en azından karşı çıkmamış olsa da çekimser kalmasının nedeni olarak, Rusya-Ukrayna savaşında inatla kendi hareket özgürlüğünü kullanarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başta olmak üzere Batı’nın beklentilerini hüsrana uğratan Hindistan’ın bunu dengeleme veya kısaca ABD kaygısı ve İsrail ile gelişen savunma ilişkilerinin etkisi ve benzer şekilde paylaşılan ideoloji çerçevesinde yorumlamıştık. Peki şimdi iki aydan az bir süre sonrasında bu pozisyonunu değiştirmesi nasıl okunmalı?
Başbakan Narendra Modi’nin İsrail’e başlangıçtaki hızlı ve açık desteği, Orta Doğu’yu, Pakistan ile bölgesel gerilimler gibi Güney Asya politikası, terörizm gibi güvenlik tehditleri ve İslamcı militanlığa geçmişteki yaklaşımlar prizmasından gören Hindistan dış politikasındaki düşünce özelliğini simgeliyor. Bu bakış açısının kamuya verdiği mesaj, İsrail İslamcı militanlarla savaştığı için ve Hindistan’ın da bu yönde acı deneyimleri olduğu için aynı kaderi paylaşan ve bu nedenle birbirlerini anlayan iki müttefik olunmalı.
Bu arada, açık desteğin, İsrail ve Filistin ile Filistin ve Hamas’ın “incelikli bir ayrıştırması” yapılarak, olaya yalnızca “terör eylemi ve karşılığında terör operasyonu” prizmasından bakılarak, ekim ayındaki BMGK ateşkes kararına çekimser kalmanın nedeninin Hamas’ın isminin geçirilmediği olduğu (lehine oy verdiği 12 Aralık BMGK ateşkes kararında da Hamas’ın isminin geçmediğine dikkati çekelim) vurgulanarak yapıldığını anımsatalım.
Ancak, İsrail-Filistin krizine başlangıçta Güney Asya bölgesel gücü olarak yaklaşan Hindistan, sonrasında yaklaşımını “büyük bir güç” olarak sürdürüyor. Yeni Delhi’nin kamuoyu, politik liderlerin çoğu ve etkili düşünce kuruluşları gibi daimi dış politika kurumları tarafından benimsenen kapsayıcı stratejik vizyonu, Hindistan’ın kutuplardan biri olduğu çok kutuplu bir dünya düzenidir. Ve bu, İsrail-Filistin krizine Güney Asya bölgesel gücü olarak yaklaşmayı sürdürmeyi değil, büyük bir güç olarak yaklaşmayı gerektiriyor.
Yeni Delhi için İsrail-Filistin krizine büyük bir güç olarak yaklaşmak, Hindistan’ın uzun vadeli ulusal ve küresel çıkarları ve hedefleri bağlamında okunmalı. Orta Doğu’da bu, Yeni Delhi’nin ekonomik çıkarlarının korunmasını, enerjiye kesintisiz erişimin güvence altına alınmasını ve İran’a yaptırımlar, Irak’taki savaş, Libya ve Suriye’ye müdahaleler gibi gelecekte ortaya çıkabilecek aksaklık ve tehditlerin riskini azaltmayı gerektiriyor. Dolayısıyla İsrail yanlısı tutumun sürekliliği, eğer çatışma genişlerse kısa vadede, genişlese de genişlemese de uzun vadede, Hindistan’ın uzun vadeli ulusal ve küresel çıkarları ve hedeflerini baltalar ki böyle bir duruş ayrıca Yeni Delhi’nin bölgesel güçler ve Washington üzerindeki etkisini ve nüfuzunu artırma yeteneğini de sınırlıyor.
Hindistan Orta Doğu’da ABD, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile “I2U2” mini taraflısı olarak önemli bir stratejik ortaklığı paylaşıyor ve başta Washington tarafından Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne rakip olarak önerilen ve Suudi Arabistan başta olmak üzere BAE ve tabii İsrail ile Fransa, Almanya ve İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın yer aldığı “Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru” (IMEC) projesinin desteklenen lideri olarak gelecek kazanımlarını heyecanla bekliyor. Ayrıca, Dörtlü Güvenlik Diyaloğu denilen ABD, Japonya ve Avustralya ile daha stratejik odaklı bir “Quad” ortaklığını paylaşıyor.
Ancak tüm bunlar, stratejik ve ekonomik çıkarları ve hedefleri değiştirmek için bir amaç görevi görmez, aksine yalnızca ülkenin kendi çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde kullanılacak bir araç görevi görür. Ki Quad ortaklığı olan Yeni Delhi’nin Rusya-Ukrayna savaşına tutumunu yeniden bir düşünün. ABD gibi Hindistan’ın da yüksek derecede hareket özgürlüğüne sahip bir devlet olduğu gerçeğini belirtelim. Ve yüksek derecede hareket özgürlüğüne sahip devletler, jeopolitik normlara ancak kendilerine hizmet ettiği ölçüde uyarlar. Ki Quad tarafından ortak bir Moskova kınamasının gelememiş olması da Hindistan etkisidir. Bu arada, Hindistan her ne kadar Quad’ın en zayıf halkası olarak bilinse de bir zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olduğunu unutmayın.
Ayrıca, Yeni Delhi’nin “güçlü bir büyük güç” -kendi bakış açısı ile süper güç- olma yolundaki ilerleyişi -yaygın bir yanlış yorumlama ile- Washington ile muhakkak uyum sağlanmasına yol açacağı düşünülüyor ki aksine bu, ABD’den artan bir ayrılığa yol açar. Hindistan’ın süper güç olarak veya daha doğrusu güçlü bir büyük güç olarak kendini kanıtlama ve benimsetmesinin iki ana parametresinden birinin, hegemon güç ABD’ye eşit ya da daha doğrusu alternatif konumda olabileceğine ilişkin bir algı oluşturmak olduğunu anımsatalım.
ABD’nin Batılı müttefikleri gibi sıkı bir Washington takibi yaparsa bu olmaz. Bunu Orta Doğu satrancında düşünecek olursak daimi bir İsrail yanlısı duruş yalnızca ABD’nin elinin güçlü kalmasına katkıda bulunur ve Yeni Delhi’yi gölgede bırakır. Ki karşılaştırma yapmanın doğruluğu açısından iki olay birbirinden ne kadar farklı olsa da biz yalnızca odak olarak Yeni Delhi’nin duruşunu karşılaştırdığımızda, Rusya-Ukrayna savaşına yaklaşımının Hindistan’a ne ölçüde fark yarattığı ortada.
Yeni Delhi’nin Washington uyumu ya da ortaklığı kendi gücüne güç katmak, tersten okursak Çin’i zayıflatmak temelinde yürüyor. Bundan fazlası değil. Yani, bazı görüşlerin vurguladığı gibi biri en eski, diğeri de en büyük iki demokrasi vs. gibi bir romantizm üzerinden yürümüyor. Dolayısıyla stratejik açıdan, bazı zamanlar Çin’i zayıflatmak odağının yerini, ABD’nin elinin güçlü kalmasına katkıda bulunMAmak görüşü almalı ki bu, Hindistan’a daha fazla kazanç getirir.
Kaldı ki Orta Doğu’da Amerikan etkisinin artması veya sürmesine katkı sunMamak, Asya’daki gibi doğrudan Pekin’in Hindistan’a doğrudan tehdit oluşturabilecek bir güce dönüşmesini kolaylaştırmak anlamına gelmiyor. Çünkü buradaki rekabetin çok daha çok kutuplu, çok aktörlü, birden fazla büyük gücün dahil olduğu bir doğası var ki rekabetin risk yönetimi daha fazla alternatif taşıyor.
Ki Washington hükümeti gerek Rusya-Ukrayna savaşının çıkmazı gerekse normalleşme eğilimini teşvik ettiği Orta Doğu’daki İsrail-Hamas savaşı çıkmazı ile büyük olasılıkla en zayıf noktasında. Dolayısıyla Yeni Delhi için bu bölgede uluslararası hukuka dayalı ve daha da önemlisi hem tarafsız hem de “öngörülemeyen” bir duruş sergilemek, Hindistan’ın nüfuzunun güçlenmesine daha iyi hizmet eder ki ayrıca her ne kadar kendi kabul etmese de uluslararası forumlarda Keşmir çatışması gibi bir çıkmazı olan Yeni Delhi için bu konuda diplomatik iyi niyeti de beraberinde getirir.
Ayrıca İsrail’e kalıcı ve sıkı bir destek sunmamak, başlangıçta hızla ve açıktan sunulan desteğin altında yatan nedenleri doğrudan ortadan kaldırmaz. Yani bu, Modi hükümetinin İsrail ile ilerleyen savunma ilişkilerini doğrudan geriletmez ki yüzde 45’in üzerindeki bir ihracat oranıyla Hindistan’a silah sağlayıcısı olarak Yeni Delhi ile gelişen savunma ilişkilerinde kârlı taraf İsrail oluyor. Ayrıca Orta Doğu’da yalnızca Amerikan stratejik gücünün değil, başta İran merkezli olmak üzere Hizbullah gibi oyuncuların artan askeri gelişmişliği ve Şii-Sünni yumuşaması gibi faktörler nedeni ile İsrail etkisinin de düşüşte olduğu gerçeği var. Kaldı ki önce Rusya-Ukrayna savaşı ve şimdi İsrail-Filistin savaşı gibi patlak veren veya tekrarlayan olayların dünya düzenindeki sarsıcı değişimleri somut olarak kanıtladığı bir ortamda, Çin ve Rusya gibi diğer büyük güçler de uzun vadeli küresel gündemlerini gözeterek Filistin yanlısı bir duruş sergiliyorlar.
Bir de Hindutva gündemini takip eden Modi hükümetinin hızlı ve açık İsrail desteğinin ideolojik bir boyutu da vardı ki uzun vadeli ulusal çıkarlar adına değişken ulus dışı olayların avantajlarından yararlanmak söz konusu olduğunda, Hindistan’ın demokrasisinin ve güç yapılarının bunu yapacak politik aktörlerin ortaya çıkmasına neden olabileceği de bilinmeli. Hindistan’ın dış politika kurumunun bu konuda zaten dikkatli davrandığı görülüyor ki ayrıca bu arada, Modi hükümetinin Hindutva gündeminin, -her ne kadar İslamofobiyi artırmış olsa da- yalnızca Müslüman ötekileştiriciliğiyle değil, daha çoğunlukla Hint ulusunun İngilizler aracılığıyla yüzyıllarca süren aşağılanmayı reddedişiyle işlediğini belirtmek önemli. Dolayısıyla Yeni Delhi’nin İsrail’e verdiği desteğin artan ve hatta kalıcı bir olgu olacağı yanılgısına düşülmemeli. Ki Hindistan’ın stratejik devlet aklı Hindistan’ı her zaman bölgesel rakibi Pakistan ile bitmek bilmeyen bir mücadelede sınır ötesi terörizmin kurbanı olarak görmek yerine, dünyanın en güçlü devletlerinin emsali ve rakibi olarak ve en üst masadaki etkin ve etkili bir oyuncu olarak görmeye çoktan başladı.