Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 6 Nisan 2023 tarihinde New Left Review’da yayınlanmıştır. Hollanda’daki seçimlerde büyük bir başarı elde eden Çiftçi-Yurttaş Hareketinin (BBB) yükselişinin maddi gerekçelerini inceleyen yazar, ‘yeşil dönüşüm’ adı altında süregiden mülksüzleştirme pratiklerinin Brüksel, Hollanda yargısı, Hollandalı siyasetçiler ve sermaye grupları arasındaki ittifaka yaslandığını açıkça ortaya koyuyor. Buna yönelik direniş, bazı etkili tarım-hayvancılık lobilerinin liderliğinde başlasa da tarım ve hayvancılık sektöründen ‘ekmek yiyenlerin’ çok ötesine geçmiş görünüyor. Liberal soldaki genel eğilim, Avrupa’daki bu tip hareketleri ‘popülist’, hatta ‘yeni sağ’ torbasına doldurmaktır; yazı, çiftçi isyanının elbette ‘popülist’ temalara sahip olduğunu ama açıkça emekçi veya emekçileşme eğilimi içindeki sınıflarda esas temsiliyetini bulduğunu gösteriyor. Makalenin sonundaki ‘demokratik yeşil dönüşüm’ iddiası ise, mülsüzleştirmeye yönelik bir direnişe veya mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeye yönelik bir siyasete çağrı yapmadığı için, naif olmaktan öteye gidemiyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Çiftçilerin İsyanı
Ewald Engelen
New Left Review
6 Nisan 2023
Hollanda’nın geveze sınıfları arasında 16 Mart’ta yaşanan şok barizdi. Küçük bir iletişim firması tarafından 2019 yılında kurulan, güçlü Hollanda tarımsal gıda kompleksi tarafından finanse edilen ve eski bir et endüstrisi gazetecisi tarafından yönetilen sağ-popülist Çiftçi-Yurttaş Hareketi (BBB), ülkedeki eyalet seçimlerinde oy oranını büyük ölçüde arttırmıştı. Şu anda on iki vilayetin tamamında en büyük parti konumunda ve önümüzdeki ay yapılacak Senato seçimlerinde de aynı statüyü elde etmesi bekleniyor. Bu durum BBB’ye hem ulusal hem de yerel düzeyde veto yetkisi vererek zaten tereddütlü olan yeşil dönüşüm sürecini durma noktasına getirebilir. Bu ihtimal karşısında öfkeli bir yorumcu kitlesi, çiftçileri çevresel ilerlemenin düşmanları olarak suçlamaya başladı ve onların direnişini kırmak için yaşlılara, ‘eğitimsizlere’ ve kırsal seçim bölgelerinde yaşayanlara oy kısıtlamaları getirilmesinin gerekli olabileceği yönünde spekülasyonlar yaptı.
Çiftçilerin isyanının nedeni, Hollanda Yüksek Mahkemesinin 2019 yılında aldığı, hükümetin 163 doğal alanı, yakındaki tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan emisyonlara karşı korumaya yönelik AB yükümlülüklerini ihlal ettiği kararıydı. Bu durum, Mark Rutte liderliğindeki merkez sağ koalisyon hükümetinin otoyollarda ülke çapında 100 km/s hız sınırı getirmesine ve Hollanda konut piyasasındaki arz sıkıntısını hafifletmeyi amaçlayan çok sayıda inşaat projesini iptal etmesine yol açtı. Fakat kısa süre sonra bu tür önlemlerin yetersiz olduğu anlaşıldı, çünkü ulaşım ve inşaat sektörleri ulusal azot emisyonlarına çok az katkıda bulunuyordu. Buna karşılık tarım %46’lık bir orana sahipti. Bu nedenle yapısal bir çözüm, besi hayvanı varlığının önemli ölçüde azaltılmasını gerektirecekti. Marjinal ‘Hayvanlar için Parti’ tarafından uzun süredir öne sürülen, 500 ila 600 büyük emitörün kamulaştırılması yoluyla toplam Hollanda hayvancılığının yarısının azaltılmasına yönelik öneri aniden masaya yatırıldı. Düşünülemez olan düşünülebilir hale gelmişti.
Tarımsal faaliyetlerde çalışan Hollandalı işçilerin sayısı son yüzyılda hızla azalmış, Büyük Savaş sırasında yaklaşık %40 iken bugün sadece %2’ye düşmüştür. Yine de aynı dönemde Hollanda, ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci gıda ihracatçısı haline gelmiştir. Et ve süt endüstrisi küresel tedarik zincirlerinde önemli bir rol oynamakta ve bu da ekolojik ayak izini sürdürülemez derecede büyük kılmaktadır. Dolayısıyla Hollanda siyasi sınıfı arasında –Yüksek Mahkeme kararıyla hızlanan– iklim hedeflerine ulaşmanın ulusal ekonomiyi yeniden yönlendirmek anlamına geldiğinin kademeli olarak farkına varıldı. Bu projeye yönelik heves düzeyi iktidar partileri arasında farklılık gösterdi. Kırsal odaklı Hıristiyan Demokratlar için bu yenilir yutulur değildi; Demokratlar 66’nın eko-modernist, meritokratik sosyal liberalleri için bu altın bir fırsattı; Rutte’nin Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD) için ise bu sadece pragmatik bir seçenekti. Bir milletvekilinin dediği gibi, “Hollanda hem dünyayı besleyen hem de altına sıçan bir ülke olamaz.”
Öneriler, çiftçilerin traktörleriyle yolları kapatması, meydanları ve diğer kamusal alanları işgal etmesi, hükümet binalarına girmesi ve politikacıların evlerine gitmesi gibi beklenmedik bir köylü protesto dalgasını ve BBB’nin oluşumunu tetikledi. Kapanmalar sırasında yaşanan kısa bir duraklamanın ardından bu hareket yeni bir yoğunluğa ulaştı. 2022 baharından bu yana, Hollanda’nın unutulmuş bölgelerine giden yollar ve otoyollar boyunca çiftçiler, hoşnutsuzluklarının bir sembolü olan binlerce tersine çevrilmiş ulusal bayrak astı.
Seçmenlerin neredeyse beşte biri, yaklaşık 1,4 milyon kişi, bu ay BBB’ye oy vermek için sandık başına gitti; bu sayı, BBB’nin ana seçmen kitlesini oluşturan 180.000 çiftçiden çok daha fazla. Bu durum, basit bir bana dokunmayıncılıktan [nimbyism] daha fazlasının söz konusu olduğunu göstermektedir. Emekliler, mesleki eğitim görenler ve güvencesiz istihdam edilenler partinin destekçileri arasında fazlasıyla temsil edilmektedir ve partinin en büyük seçim kazanımları, düşen kamu yatırımlarından ağır darbe alan, kentsel olmayan çevre bölgelerde olmuştur. Bu tür gruplar, kendilerini mağdur olarak tanıtan ama aslında ülkedeki en ayrıcalıklı kesimler arasında yer alan bir çiftçi sınıfı etrafında toplanmış durumda: her beş kişiden biri milyoner. Bu heterojen bloğun, uzun zamandır yönetici tabakasının kibri ve beceriksizliği ile lekelenen ana akım Hollanda siyasetine karşı duyulan derin hayal kırıklığının bir sonucu olarak bir araya gelebildiği açıktır.
Bir dizi tarihsel faktör çiftçi hareketinin zeminini hazırlamaya yardımcı olmuştur. İlk olarak, Hollanda 1980’lerin başından bu yana son derece hızlı bir neoliberal dönüşüm geçirdi ve bunun sonucunda kamu hizmetleri haraç mezat satıldı, çocuk bakımı, sağlık hizmetleri ve yüksek öğrenim piyasalaştırıldı, sosyal konutlarda ciddi bir düşüş yaşandı, küreselleşmiş bankalar ve emeklilik fonları ortaya çıktı ve çalışanların üçte birinin güvencesiz sözleşmelerle çalıştığı AB’deki en esnek işgücü piyasalarından biri oluştu. Ardından, 2008 mali krizi kişi başına düşen en pahalı banka kurtarmalarından birine yol açtı, bunu da zenginliğin yoksullardan zenginlere yeniden dağıtılmasına hizmet eden altı yıllık kemer sıkma politikaları izledi. 2020-2022 yılları arasında uygulanan dört kapanma da aynı etkiyi yarattı: işçiler işlerini kaybetti, gelirleri düştü ve daha fazla sayıda insan öldü. Ukrayna’daki savaşın tetiklediği yükselen tüketici fiyatları, daha sonra birçok Hollandalı haneyi yakıt yoksulluğuna itti.
Tüm bunlar, çocuk bakımı, ilköğretim, konut, vergi dairesi, ulaşım ve doğalgaz çıkarma gibi bir dizi devlet dairesindeki süreklileşmiş bürokratik başarısızlıklarla birlikte yaşandı. Aynı zamanda, orta sınıf çevrecilere ısı pompaları, güneş panelleri ve Tesla’ların masraflarını karşılamak için regresif sübvansiyonlar dağıtıldı. Buna bir de kamusal tartışmalara hakim olan sözde uzmanlardan alt sınıflara yönelik sürekli gelen ağır hakaretleri eklediğinizde, ortaya kolay tutuşabilir bir kızgınlık karışımı çıkıyor. Durum nihayet 2019’da mahkeme kararıyla alevlendi ve bu noktada gizli bölgesel-kültürel kimlikler çiftçilerin karşıt anlatısı için ham sembolik malzeme sağladı: kente karşı kırsal, elitlere karşı kitleler, veganlara karşı et yiyenler. Bazı bilgili siyasi girişimcilerin de yardımıyla, bu mesaj tarım arazilerinin çok ötesinde yankı bulmaya başladı.
Fransız romancı Michel Houellebecq bir keresinde Hollanda’nın bir ülke değil, limited şirket olduğunu yazmıştı. Bu, Rutte’nin VVD’sinin görüşünü mükemmel bir şekilde yansıtıyor. İktidara geldiği 2010 yılından bu yana Hollanda’yı Ren nehri üzerinde yeni bir Singapur olarak yeniden tasarlayan VVD, hem mali hem de insani anlamda mümkün olduğunca çok yabancı sermaye çekmeye yönelik bir tür merkantilist neoliberalizm tesis etti. Hollanda, doğrudan yabancı yatırımları cezbetme çabasıyla dünyanın en büyük vergi cennetlerinden biri haline geldi. Sosyal güvenlik rejimi, yüksek eğitimli gurbetçilere hizmet etmek üzere yeniden tasarlanarak Amsterdam’ı, bir dükkana ya da restorana gitmek için İngilizce konuşulması gereken bir Anglofon karakoluna dönüştürürken, mülteciler ve sığınmacılar Hollanda’nın taşrasındaki en yoksul köylerden bazılarının yakınına hapsedildi. Kamu yatırımları ağırlıklı olarak Batı’daki metropollere akarken, Almanya sınırı boyunca uzanan çeper bölgeleri büyük ölçüde geri bıraktı.
Eşitsiz gelişim dinamikleri, kentin ve ‘yaratıcı sınıfın’ erdemlerini yücelten bir anlatı ile meşrulaştırıldı. Richard Florida ve Edward Glazer gibi coğrafyacılar, ideoloji sonrası politikacıların kaybedenleri desteklemeyi bırakıp, ulusal ekonomik başarının anahtarı olduğu düşünülen kent merkezlerine büyük miktarlarda kamu fonu yönlendirerek kazananları seçmeye başlamaları gerektiği fikrini popüler hale getirdiler. Ve böyle devam etti: hastaneler, okullar, itfaiye istasyonları ve otobüs hatları çevreden yavaş yavaş kaybolurken, merkez ışıltılı metro hatlarıyla donatıldı. Bu bölgeler arasında yaşam beklentisi açısından büyük farklar ortaya çıktı ve insanların politikacılara olan güveninde büyük bir ayrışma yaşandı.
Tüm bunları yöneten Başbakan Rutte, Hollanda Krallığının kurulduğu 1815 yılından bu yana en uzun süre görevde kalan devlet başkanı olmaya hazırlanıyor. Siyaset oyununu oynamakta ustadır, fakat kriz zamanlarını atlatmak için gerekli ideolojik vizyondan yoksundur (Rutte, vizyon isteyen seçmenlerin bir optometriste gitmesi gerektiğini söylemiştir). Demografi, denk bütçe, avro, Covid-19, savaş, iklim değişikliği: bunlar, Rutte ve benzerlerinin, uzmanlar tarafından desteklenerek Hollandalı seçmenleri disiplin altına almak için kullandıkları bilinmezliklerdir. Azot emisyonları bu daha geniş modelin bir parçasını oluşturmaktadır. Hayvan sayısını yarıya indirme planı uzun bir demokratik tartışma sürecinin ardından hazırlanmadı; bu, hesap vermeyen bir yargının arkasına saklanan politikacılar tarafından verilen ani bir karardı. Fakat bu kez hükümet, yarattığı tepki karşısında hazırlıksız yakalanmıştır.
Bu nedenle Alman şair Heinrich Heine’nin “Hollanda’da her şey elli yıl geriden gelir,” gözlemini gözden geçirmek gerekebilir. Burada teknokrasiye karşı isyan erken gelmiş gibi görünüyor. Hollanda’daki konjonktür muhtemelen Küresel Kuzey’deki diğer zengin ülkelerin kaderinin habercisidir: yeşil kimliklerini kanıtlamaya çalışan merkezci hükümetler, büyük yeniden bölüşüm sonuçları olan ağır politika reformları yapmaya başlarlar.
Andreas Malm’ın küresel kapitalizmin ‘enerjik rejimi’ olarak adlandırdığı şey şimdiye kadar politik ilgimizin çoğunu aldı; fakat ‘ısıl [caloric] rejiminin’ çevresel etkileri göz ardı edilemez hale geldikçe, hayvancılık hükümetlerin ve iklim aktivistlerinin hedef tahtasına girecektir. Eurostat’ın son verileri, hayvan yoğunluğunun özellikle Danimarka, Flandre, Piemonte, Galiçya, Brittany, Güney İrlanda ve Katalonya’da yüksek olduğunu göstermektedir. Çok yakında bu bölgeler de şu anda Hollanda’da tartışılmakta olanlara benzer önlemler almak zorunda kalacaktır. Ve eğer Hollanda örneğinden yola çıkılacak olursa, teknokrasi pek de işe yaramayacaktır. Vatandaşlarına özelleştirme, esnekleştirme, kemer sıkma, yatırımsızlaştırma ve gerici çevre sübvansiyonları dayatan bir devlet, iklim politikaları söz konusu olduğunda güvenilmeyi bekleyemez. Bunun yerine, demokratik anlaşmazlıklardan ve bunun gerektirdiği zor işlerden kaçınmayan anlamlı bir katılım süreci yoluyla yeşil bir geçiş için kademeli olarak destek oluştururken, bu yıkıcı politikaların etkilerini düzeltmesi gerekecektir.