DÜNYA BASINI

Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 1944’te Karl Polanyi, adını bugüne kadar taşıyan Büyük Dönüşüm’ü çıkardı. Otobiyografik olmasa da kitap Polanyi’nin yaşamından derin izler taşıyor. Viyana ve Budapeşte’de pek çok kişi gibi, o da büyük bir medeniyetin çöküşüne doğrudan tanıklık etti. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında Rusya cephesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. Sosyalist bir Yahudi olarak, sonrasında Avrupa’nın yıkılmasına neden olan zulümlerden kaçmak zorunda kaldı. O dönem, bize beşeriyetin en marazlı dönemi olan 20. yüzyılın en önemli siyasi ve iktisadi hikayelerinden biri olan Büyük Dönüşüm’ü verdi.


Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Liberal dünya düzeni bir kez daha çöküşte

Thomas Fazi

Unherd

27 Nisan 2024

Yirminci yüzyıl düşünürleri arasında, Karl Polanyi kadar etkileyici ve kalıcı bir iz bırakmış olan pek az isim bulunur. İktisat tarihçisi Charles Kindleberger, Polanyi’nin başyapıtı olan Büyük Dönüşüm için şu sözleri dile getirmişti: “Bazı kitaplar yok olmayı reddeder, suyun altına gömülürler ancak tekrar yüzeye çıkarlar ve orada kalmaya devam ederler.” Bu ifade, Polanyi’nin eserinin ne denli derin ve kalıcı bir etki bıraktığını vurgular. Üstelik, Polanyi’nin ölümünden 60 yıl, kitabın yayımlanmasından ise 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu söz bugün bile güncelliğini koruyor. Zira toplumlar, kapitalizmin sınırlarıyla mücadele etmeye devam ederken, Büyük Dönüşüm muhtemelen şimdiye kadar kaleme alınmış en keskin piyasa liberalizmi eleştirisi olarak varlığını sürdürüyor.

1886’da Avusturya’da dünyaya gelen Polanyi, Almanca konuşan bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Budapeşte’de büyüdü. Ailesi resmi olarak Yahudi kökenli olmasına rağmen, Polanyi erken yaşlarda Hıristiyanlığa —daha doğrusu Hıristiyan sosyalizmine— yöneldi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, “kızıl” Viyana’ya taşındı ve burada prestijli ekonomi dergisi Der Österreichische Volkswirt’ün (Avusturya Ekonomisti) yayın yönetmenliğini üstlendi. Bu süreçte, Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi isimlerin savunduğu neoliberal ya da “Avusturyacı” iktisat ekolünün ilk eleştirmenlerden biri olarak tanındı. Nazilerin 1933’te Almanya’yı ele geçirmesinin ardından Polanyi’nin fikirleri toplumda dışlandı ve sonrasında 1940’ta önce İngiltere’ye, ardından da ABD’ye taşındı. Vermont’taki Bennington Koleji’nde ders verdiği dönemde, Büyük Dönüşüm adlı eserini kaleme aldı.

Polanyi, yaşamı boyunca büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlere tanık oldu ve bu dönüşümleri izah etmek için yola çıktı. Avrupa’da 1815’ten 1914’e kadar süren “göreli barış” yüzyılının sonunu ve ardından gelen ekonomik kargaşayı, faşizmi ve savaşı gözlemledi. Kitabın yayımlandığı dönemde bile, bu çalkantılar devam ediyordu. Polanyi, bu çalkantıların izini sürerken, onları tek ve kapsayıcı bir nedene kadar takip etti; 19. yüzyılın başlarında piyasa liberalizminin yükselişi. Bu anlayış, toplumun kendi kendini düzenleyen piyasalar aracılığıyla organize edilebileceği ve bu şekilde organize edilmesi gerektiği inancını temsil ediyordu. Ona göre, bu inanç insanlık tarihinin büyük bir kesiminde ontolojik bir kopuştan ötesi değildi. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıldan önce, insan ekonomisi her zaman toplumun içine “gömülüydü”; yerel politikaya, geleneklere, dine ve sosyal ilişkilere bağlıydı. Özellikle toprak ve emek, meta olarak değil, yaşamın kendisinin parçaları olarak ele alınırdı, bir bütünün ayrılmaz unsurları olarak ele alınıyordu.

Ekonomik liberalizm, piyasaların kendiliğinden düzenlendiği fikrini öne sürerek bu düşünceyi alt üst etti. Ancak sadece toplumu ve ekonomiyi yapay olarak iki ayrı alan olarak değil, aynı zamanda toplumun yaşamın kendisinin bu kendiliğinden piyasa mantığına tabi olmasını da savundu. Polanyi’ye göre bu, “toplumun piyasaya yardımcı bir unsur olarak işletilmesinden ötesi değildir. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması değil, toplumsal ilişkilerin iktisadi sisteme gömülü olması söz konusudur”.

Polanyi’nin ilk itirazı ahlakiydi ve sıkı sıkıya Hıristiyan inançlarına dayanıyordu; insanlar, toprak ve doğa gibi yaşamın organik unsurlarını sıradan mallar olarak görmek ve satmak yanlıştır. Bu kavram, insanlık tarihinde toplumları yöneten “kutsal” düzeni ihlal eder. Polanyi, “[Emeği ve toprağı] piyasa mekanizmasına dahil etmek, toplumun özünü piyasa yasalarına tabi kılmak anlamına gelir,” diyordu. Aynı zamanda, “muhafazakâr sosyalist” olarak nitelendirilebilir; zira sadece dağıtım alanında değil, aynı zamanda toplumun yapısına zarar verdiği için piyasa liberalizmine karşı çıkmıştı. Polanyi, piyasa liberalizminin sosyal ve toplumsal bağları parçaladığını, bireyleri atomize ettiğini ve yabancılaşmış bireylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu savunmuştu.

Bu, Polanyi’nin argümanının daha uygulamaya yönelik ikinci seviyesiyle ilgili: Piyasacı liberaller, ekonomiyi toplumdan ayırmak ve tamamen kendi kendini düzenleyen bir piyasa oluşturmak istemiş olabilirler ve bunu başarmak için büyük çaba göstermiş olabilirler ama bu projeler her zaman başarısız olmaya mahkûmdu. Bu öylece gerçekleşemezdi. Kitabın girişinde belirtildiği gibi: “Bizim tezimiz, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın katı bir Ütopya olduğudur. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü korumadan uzun süre var olamazdı; insanı fiziksel olarak zarar görür ve çevresini bir çöl haline getirirdi.”

Polanyi’ye göre, insanlar dizginsiz piyasaların yıkıcı sosyal sonuçlarına karşı her zaman tepki gösterecek ve ekonomiyi bir dereceye kadar kendi maddi, sosyal ve hatta “manevi” isteklerine yeniden tabi kılmak için mücadele edeceklerdir. Bu, onun “çifte hareket” argümanının temelidir: Ekonomiyi toplumdan ayırmaya yönelik girişimler, direnişe yol açtığı için, piyasa toplumları sürekli olarak iki karşıt hareket tarafından şekillendirilir. Piyasanın kapsamını sürekli genişletme hareketi ve bu genişlemeye direnen karşı hareket, özellikle emek ve toprak gibi “hayali” metalar söz konusu olduğunda belirgindir.

Bu, Polanyi’nin kapitalizmin yükselişine dair ortodoks liberal açıklamayı parçalayan eleştirisinin üçüncü seviyesine yönlendirir. Esasında, toplumların doğal düzenini bozmaya yönelik bir girişimi temsil eden piyasa ekonomisinin doğal hiçbir yanı yoktur; bu nedenle, asla kendiliğinden ortaya çıkamaz ve kendi kendini düzenleyemez. Aksine, rekabetçi bir kapitalist ekonomiye olanak tanıyan toplumsal yapı ve insan düşüncesindeki değişiklikleri zorlamak için devlete ihtiyaç vardır. Polanyi, devlet ile piyasa arasındaki ilan edilen ayrılığın bir yanılsama olduğunu söylemişti. Piyasalar ve meta ticareti tüm insan toplumlarının bir parçasıdır, ancak bir “piyasa toplumu” yaratmak için bu metaların daha geniş, tutarlı bir piyasa ilişkileri sistemine tabi olması gerekir. Bu da sadece devletin zorlaması ve düzenlemesiyle gerçekleştirilebilecek bir şeydir.

Laissez-faire’in doğal bir yanı yoktu; serbest piyasalar asla yalnızca kendi akışına bırakıldığında ortaya çıkmazdı. Laissez-faire planlanmıştı… [Bu] devlet tarafından dayatılmıştı,” diye yazıyordu. Polanyi, yalnızca piyasanın mantığına dayalı “daimî, merkezi olarak düzenlenen ve kontrol edilen müdahalelerdeki büyük artışa” değil, aynı zamanda piyasanın yıkıcı ve zarar verici etkilerine maruz kalan aileler, işçiler, çiftçiler ve küçük işletmeler gibi kesimlerin sırtladığı sosyal ve iktisadi maliyetlerin doğal bir tepkisi olan —karşı tepkiye— karşı koymak için devletin müdahalesine olan ihtiyaca da işaret ediyordu.

Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin korunması, egemen sınıfın farklı üyeleri arasındaki ilişkilerin denetlenmesi ve sistemin yeniden üretilmesi için gerekli hizmetlerin sağlanması için devlet yapılarının desteklenmesi, kapitalizmin gelişmesinin siyasi ön koşuluydu. Ancak paradoksal bir şekilde, piyasa liberalizminin işleyebilmesi için duyulan devlet ihtiyacı, aynı zamanda onun kalıcı entelektüel cazibesinin ana nedenidir. Zira tamamen kendi kendini düzenleyen saf piyasaların var olamayacağı gerçeğinden ötürü, çağdaş liberteryenler gibi savunucuları her zaman kapitalizmin başarısızlıklarının özünde “serbest” piyasaların eksikliğinden kaynaklandığını iddia edebilirler.

Oysa Polanyi’nin ideolojik hasımları olan Hayek ve Mises gibi neoliberaller bile kendi kendini düzenleyen piyasanın bir mit olduğunun gayet farkındaydı. Quinn Slobodian’ın ifadesiyle, amaçları “iktisadi” olanı “siyasi” olandan yapay olarak ayırmak için devleti kullanarak “piyasaları özgürleştirmek değil, onları kuşatmak, kapitalizmi demokrasi tehdidine karşı aşılamaktı”. Bu bağlamda, piyasa liberalizmi ekonomik yanı kadar siyasi bir proje olarak da görülebilir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, genel oy hakkının genişletilmesinin bir sonucu olarak kitlelerin siyasi arenaya girmesine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ki bu, dönemin militan liberallerinin çoğunun şiddetle karşı çıktığı bir gelişmeydi.

Bu proje, sadece ulusal ölçekte değil, aslında zorunlu olan ancak kendi kendini düzenlediği iddia edilen piyasa mantığını uluslararası iktisadi ilişkilere yaymayı amaçlayan altın standardının oluşturulması yoluyla uluslararası düzeyde de devam etti. Bu, ulusa devletlerin —ve yurttaşlarının— iktisadi işlerin yönetimindeki rolünü azaltma çabalarının erken bir küreselci girişimdi. Altın standardı ulusal iktisadi politikaları küresel ekonominin esnek olmayan kurallarına etkin bir şekilde tabi kılmıştı. Ancak aynı zamanda iktisadi alanı, oy hakkının yayıldıkça Batı’da artan demokratik baskılardan korurken emeği disipline etmek için de son derece etkili bir araç sağladı.

Ancak altın standardı, toplumlara ağır deflasyonist politikalar biçiminde o kadar büyük maliyetler yükledi ki, sistem tarafından oluşturulan gerilimler sonunda doruğa ulaştı. Öncelikle 1914’te uluslararası düzenin çöküşüne tanık olduk, ardından Büyük Buhran’ın ardından bir kez daha. Bu son hadise, uluslar küresel “kendi kendini düzenleyen” ekonominin zararlı etkilerinden korunmanın çeşitli yollarını —faşizmi kucaklamak da dahil— ararken dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en büyük anti-liberal karşı hareketini tetikledi. Bu bağlamda Polanyi’ye göre İkinci Dünya Savaşı, küresel ekonomiyi piyasa liberalizmi temelinde düzenleme teşebbüsünün doğrudan bir sonucuydu.

Kitap basıldığında savaş hala devam ediyordu, Polanyi yine de iyimserliğini korudu. Önceki yüzyılda dünyayı sarsan derin dönüşümlerin nihai “büyük dönüşüme” —ulusal ekonomilerin yanı sıra küresel ekonominin de demokratik siyasete tabi olması— zemin hazırladığına inanıyordu. Bu sistemi “sosyalizm” olarak adlandırdı, fakat bu terim, ana akım Marksizm’den kayda değer ölçüde farklıydı. Polanyi’nin sosyalizmi sadece daha adil bir toplumun kurulması anlamına gelmiyordu, aynı zamanda “Batı Avrupa’da her zaman Hıristiyan gelenekleriyle ilişkilendirilen, toplumu belirgin bir şekilde insani bir ilişki haline getirme çabasının devamı” idi. Bu bağlamda, demokratik siyasetin uygulanmasının ön koşulu olarak ulus devlet olan “egemenliğin bölgesel karakterini” de vurguladı.

Polanyi’ye göre, devletin daha büyük bir rol oynaması için kesinlikle baskıcı bir biçimde hareket etmesi gerekmez. Tam tersine, insanları piyasanın acımasız mantığından kurtarmanın “sadece birkaç kişi için değil, herkes için özgürlüğe ulaşmanın” —yani insanların sadece hayatta kalmakla kalmayıp yaşamaya başlamaları için özgürlüğün— ön koşulu olduğunu savundu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen refah kapitalizmi ve sosyal demokrat sistemler, mükemmel olmasalar da bu yönde atılmış bir adımı temsil ediyorlardı. Emek ve sosyal yaşamın kısmen metalaştırılmasının yanı sıra, toplumları küresel ekonominin baskılarından korurken uluslararası ticareti kolaylaştıran bir uluslararası sistem oluşturdular. Polanyen terimlerle ifade edecek olursak, ekonomi bir dereceye kadar topluma “yeniden gömüldü”.

Ancak, bu durum, kapitalist sınıfın yeni bir karşı hareketini beraberinde getirdi. Seksenli yıllardan itibaren, piyasa liberalizmi doktrini neoliberalizm, hiper-küreselleşme ve ulusal demokrasi kurumlarına yönelik yeni bir saldırı biçimi olarak canlandırıldı, hepsi devletin aktif desteğiyle gerçekleşti. Aynı dönemde, Avrupa’da altın standardının daha radikal bir versiyonu olan avro oluşturuldu. Ulusal ekonomilere bir kez daha deli gömleği giydirildi. Piyasa liberalizminin önceki biçimlerinde olduğu gibi, bu eski-yeni düzen de işçilerin yoksullaşmasına ve endüstriyel kapasite, kamu hizmetleri, kritik altyapılar ve yerel toplulukları mahvetti. Polanyi, bir tepkinin kaçınılmaz olduğunu iddia ederdi ve sahiden de 2010’ların sonlarından itibaren bu tepki geldi ama son on yılın popülist ayaklanmaları da bu düzenin yerine yeni bir düzen getiremedi.

Nihayetinde, bir asır öncesinde olduğu gibi, “uluslararası liberal düzenin” içsel çelişkileri, sistemin bir kez daha çökmesine ve uluslararası gerilimlerin dramatik bir şekilde artmasına neden oluyor. Eğer Polanyi bugün yaşasaydı, muhtemelen kitabını yayınladığı dönemde olduğu kadar iyimser olmazdı. Şu anda kesinlikle bir başka “büyük dönüşümün” içindeyiz ama bu, öngördüğü demokratik, iş birliğine dayalı uluslararası düzenden daha da uzak bir geleceği müjdelemiyor olabilir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version