AVRUPA

Kay-Achim Schönbach: Biz salıncak siyasetinin değil, köprü kurmanın ülkesiydik

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Alman Deniz Kuvvetleri’nden emekli Koramiral Kay-Achim Heino Schönbach, Avrasya bölgesinin önde gelen askeri uzmanlarından biri olarak kabul ediliyor.

Rusya Devlet Başkanı hakkında Alman hükümeti tarafından kabul edilmeyen açıklamaları nedeniyle 22 Ocak 2022’de dönemin Savunma Bakanı Christine Lambrecht’in zoruyla görevden alınana kadar Alman Donanmasının müfettişiydi. Schönbach, Eurasien Gesellschaft (Avrasya Topluluğu) adlı düşünce kuruluşunun daveti üzerine 3 Temmuz’da Avrasya’daki mevcut güç dengeleri ve Almanya’nın bu jeopolitik bağlamdaki güvenlik ve iktisadi çıkarları üzerine bir konferans verdi.


Avrasya’da dönüm noktası ve Almanya’nın çıkarları

Amerikalılar geriye öfkeyle bakma derler. Sadece olaylara bakmanız gerektiğini düşünüyorum, biliyorsunuz, ben dindar bir Hıristiyan’ım ve İncil’den biliyorsunuz, Tanrı bir kapıyı kapatır, ötekini açar.

Yani bu açıdan o kadar da dramatik değil. Eğer şu anda buradan sesleniyorsam, bu özgürlüğümü koruyamadığım için değil.

Ancak kayıt altına alındığımı öğrendikten sonra, eminim gözleriniz parlayarak, kayıt altına alınan şeylerle ilgili deneyimimin her zaman biraz farklı olduğunu fark edeceksiniz, fakat bunun bir sorun olacağını sanmıyorum. Hanımefendiler ve beyefendiler, hoş geldiniz ve sizinle birlikte konuşma ve tartışma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Dediğim gibi, öndeki beyefendi birkaç hafta önce benimle temasa geçtiğinde ve diyelim ki bu akşamki katkımı kesinleştirdiğinde, küçük restoranda oturduk ve bu ve tabii ki diğer konulardaki kendi bakış açılarımız ve deneyimlerimiz hakkında konuştuk. Düşünceleriniz ve vardığınız sonuçlarda tamamen yalnız olmadığınızı fark etmek her zaman güven vericidir.

Bazen, aman Tanrım, yalnız değildik diye düşünürsünüz. Bilakis, diyebilirim ki, sözde geçici emekliliğe ayrılmamın ardından geçen iki yıl içinde, kesinlikle azınlık olmayan ikinci bir halkı tanıma fırsatı buldum.

Aslında bu iyi bir şey; şüphecilik, tedirginlik ve aynı zamanda entelektüel paternalizmin ve tek taraflı anlatıların her yerde mevcut çerçevesinden kurtulma arzusu o kadar güçlü ki, hepimiz açık uçlu söylemin, her şeyden önce, hatırlayacağınız gibi, tahakkümden arınmış Habermas’çı söylemin üstünlüğü yeniden ele geçireceğinden emin olabiliriz. Ve dürüst olmak gerekirse, bu elbette benim açımdan bir değerlendirmedir, demokrasinin gerçek besini, kamu yayıncılığındaki, eğitim televizyonundaki bu ebediyen tek taraflı paternalist açıklayıcı parçalar değil, üniversitelerde, okullarda, vakıflarda veya burada onlarla birlikte fikirlerin serbestçe değiş tokuş edilmesidir.

İster pek çok haber ajansındaki tartışma programlarında olsun, isterse de Almanya’nın popüler eğitim içerikli kamu spotlarında olsun, günlük olarak öngörülen bir fikirler karmaşasının servis edilmesi de giderek daha dayanılmaz hale geliyor. Diğer görüşleri dışlamak, insanları itibarsızlaştırmak ya da görevlerinden uzaklaştırmak hür bir topluma yakışmıyor.

Tek mesele, bu özgürlüğün sorumlular tarafından gerçekten istenip istenmediğidir.

Bir şey daha var ve bu elbette bir gerçek ya da önemsiz bir şey. Bugün bu kravatı takıyor olmam sadece sizin şerefinize değil, ben burada olduğumda doğal olarak kravat takıyorum, takmayanlar alınmasın.

Bu otuz dakika içerisinde, belki de birkaç dakika daha fazla bir süre içerisinde ele alınabilecek bir konu değil. Buna ek olarak, tamamen kapsamlı bir resim çizmek için burada ele alınması gereken politika alanları o kadar çeşitlidir ki, tahmini dört saatlik bir sunum alt sınır olacaktır.

Eğer istediğiniz buysa, bunu yapacağım. Bu nedenle her şeyden önce tartışmaya zemin hazırlamak, perspektifleri ve riskleri vurgulamak, ancak elbette fırsatları da vurgulamak, kendi bakış açımdan durumun birkaç sunumuna ek olarak, daha sonraki tartışma için makul derecede faydalı bir teaser sunmaya karar verdim.

Bu bakımdan, bu klasik bir teknik sunum değil, daha ziyade benim açımdan bir fikir yazısı olacak. Herhangi bir yanılsamaya mahal vermemek adına, Tanrı biliyor ki her şeyi ana rahminde öğrenmedim ve burada salonda toplanan hanımefendilerin ve beyefendilerin birçoğunun da sunum yapma, tartışma ve en önde durma konusunda aynı derecede kabiliyetli olduğuna inanıyorum.

Az önce de ifade edildiği üzere, askeri kariyerim boyunca, Tanrı’ya şükürler olsun ki, teorik ve pratik dış savunma ve güvenlik politikasının kesiştiği pek çok pozisyonda bulunma şansına nail oldum. Ayrıca 20 yılı aşkın bir süredir siyasi düşünce kuruluşları için analizler ve yorumlar yazıyorum.

Bu kuruluşlar Singapur’da, ABD’de ve ayrıca Hindistan’da bulunuyor. Çalışmalar, ama özellikle de oradaki ortak yazarlarla, özellikle de generaller, amiraller ve ilgili bakanlıklardan üst düzey yetkililerle yapılan fikir alışverişleri, Almanya’da sosyal nedenlerden ötürü var olmayan tarzda, gerçekten ufuk açıcı.

Ama benim niyetim, ki böyle istendi, ben böyle anladım, şöyle söyleyelim, Almanya’nın uluslararası takımyıldızlar içindeki konumuna ışık tutmak, konumunu özetlemek, ama aynı zamanda onu ana aktörlerden, ABD, Çin, Rusya, AB ve NATO’yu sayacağım elbette, ayırmak ve nihayetinde soruya bir yanıt sunmak. Bu soruyu bana siz sormadınız, ben sadece kendime sordum.

Transatlantik olarak mı kalacak? Yoksa Avrasyacı bir oluşum haline mi gelmeli? Ve Almanya bunun neresinde yer alabilir? Bu açıdan bu, yukarıdaki soruların cevaplarının bazen satır aralarında verildiği bir tür tour de raison.

Burada oturan herkesin, başlamak için ülkemizin iktisadi durumunu anlatmama ihtiyacı yok. Her ne kadar bu ülkenin her alanda toparlanması söz konusu olduğunda iflah olmaz bir iyimser olsam da bunu onlar da biliyor.

Konu suçu paylaştırmaya geldiğinde de dürüst olmalıyız. Ne de olsa bu kalkınmanın yükünü yalnızca mevcut hükümet ekibi çekmiyor.

Sol Yeşiller Partisi’nin Alman sanayisini ve ekonomisini pek çok alanda ideolojik temelde yeniden yapılandırma politikasının da bunda payı olduğu aşikâr. Elbette bu daha önce de yaşanmıştı. Bunu kendimize de itiraf etmeli ve yüksek sesle söyleme cesaretini göstermeliyiz. Bunu bu şekilde yapamayız.

Şimdi bunu teyit etmek için alkışlayabilirler. Ölçülerin elimde olmasına bayılıyorum. Ama dediğim gibi, neyi ima ettiğimi biliyorsunuz, elbette bu göçmenlerin ve barınmalarının tamamen idari olarak kayıt altına alınması anlamına gelmiyor.

Ve bu ülkede işe yaramayan ya da siyasi nedenlerle yaygın bir uygulama haline getirilemeyen pek çok şeye para akıtılması yeni bir şey değil. Soru şu: Biz kimiz, kim olmak istiyoruz? Ülkemizin ve toplumumuzun karakteri nedir? Ve bu, bunu neden söylüyorum?

Ve elbette bunun ülkemizin uluslararası toplumdaki konumu üzerinde de bir etkisi var. Avrupa Birliği’nde, NATO’da nasıl bir rol oynuyoruz?

Avrasya’da? Belki de pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğratan ve şu anda muhtemelen en büyük tehlike olarak görülen Rusya karşısında kendimizi nasıl konumlandıracağız?

Bunlar soru işaretleri, ünlem işaretleri değil. Her iki Batı ittifakında, NATO ve Avrupa Birliği’nde yaşanan vurgu kayması göz önünde bulundurulduğunda…

Doğuda, bir zamanlar böyle tanımlanan ülkemizin, Zschokke Prusya’sının tehlikeli merkezi konumu artık kurumsal olarak da kendini gösteriyor ve pekiştiriyor. Ağırlığımız azaldı.

Biz Almanya olarak hala AB’nin en büyük bağışçısıyız ve çoğu ülkede insanların Almanya ile ilgilendiği tek şey de bu. Fakat bunun dışında, Brüksel bürokrasisinin giderek artan merkeziyetçiliğine ek olarak, önemli kararlar artık Almanya’da alınmıyor.

Katkımın sonunda varacağım sonucu önceden belirtmeden, Almanya’nın, Avrupa Birliği’nde kalsa bile, özellikle Fransa ve Polonya’ya karşı ulusal çıkarlarını daha güçlü ve hırslı bir şekilde savunacak cesarete sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Bu büyük fikrin temeli AB’nin örgütlenmesi ve derinleşmesi değil, uluslar topluluğu ya da başkalarının da söylediği gibi Avrupa anavatanı. Bir yerden başlayalım.

Amerika’dan başlayalım. ABD hakkında ne düşünüyoruz? Ya da bunu nasıl yapmalıyız? Zira dediğim gibi bu, sınır çizmekle ilgili. Peki kendimizi nereye koyacağız? ABD bizim büyük dostumuz ve ortağımız.

Hayır, bu ifade, Şansölye Bismarck’a atıfta bulunarak devletlerin dostları olmadığını, sadece çıkarları olduğunu söylemenin gerekli olmadığı hakikatinden ayrı olarak, sadece kısmen doğru. Almanya’da her şeyi farklı görsek bile, içinde yaşayabileceğimiz en iyi Almanya’dır.

Savaş sonrası ülkemize dayatılan ve bir anlamda bizim de tercihimiz olan düzenden bu yana ABD, büyük ortağımız ve güvenlik garantörümüz olarak görülüyor. Ancak ABD, hepimizin her zaman akılda tutması gereken, her açıdan stratejik bir düzeye yerleştirilmesi gereken bir ülke.

Bu bakımdan prensipte dostumuz değil, aynı zamanda rakibimiz ve bazen de düşmanımız. Ve bu, ki burada bunu vurgulamak istiyorum, hiç de kötü bir şey değil.

Uğraşmaya değer olan şey, ki daha önce sorulan soru da buydu, ortaklarımıza karşı çıkarlarımızı savunabilmek ve bunu yapmak istemektir. Ne istediğimizi söylemek ve başkalarına bizden ne istediklerini sormamak örneğine bağlı kalmaktır.

Çoğu zaman, ki bu bazen medyamızda da görülebiliyor, neredeyse şirin bir şey, büyük Amerikan ulusu görünüşe bakılırsa bizi aşan stratejik kararlar aldığında şaşırıyor, öfkeleniyor ya da görmezden geliyoruz. Evet, elbette, başka ne olabilir ki?

Stratejik aktörler farklı bir oyun alanında oynarlar. Ya da en azından bazen bizim olabileceğimizden daha güçlü oldukları farklı bir dizi enstrümana sahipler.

Ve elbette bu durum bölgesel politikamızı da etkiliyor. Baltık Denizi’ndeki boru hatlarını kim havaya uçurmuş olursa olsun, şu soruyu sormaya izin verilmelidir.

Cui bono? Bazı yerlerde bu soru halihazırda itaatsizlik olarak görülüyor ama değil. Ben de bilmiyorum ve kanıtlanmamış suçlamalarda bulunmuyorum. Ama cui bono? Bundan kim fayda sağladı? Bu sorunun bu meşhur çevrede gerçek anlamda cevaplanması gerektiğini düşünmüyorum.

ABD Başkanı’nın Federal Şansölyemiz ile yaptığı meşhur basın toplantısındaki açıklamayı hatırlayan herkes Biden’ın bu konudaki net duruşunun farkında olacaktır. Bu arada hangi vekil ülkenin ya da ABD’nin kendisinin danışmanı olsaydım, Rusya’nın satışlarını kesmeyi, Almanya’nın rakibini zayıflatmayı ve kendi fracking petrolümüzü en yüksek fiyatlarla satmayı da tavsiye ederdim.

İkinci konuya gelelim. O dönemde Kiev Maydan’ındaki protestoları düşünün. En ön sırada sandviç servisi yapan ve Ukrayna’daki durumun yeniden düzenlenmesine, üstü kapalı bir şekilde söyleyelim, yardımcı olan kimdi? Victoria Nuland, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda eski müsteşar.

Bir zamanlar AB’nin “canı cehenneme” diyen kişi. Ve bu örnekler uzayıp gidiyor; işte bayanlar ve baylar, stratejik politika böyle yapılır. Ve bize bir kez daha hatırlatmak isteriz ki ahlak ve siyasetin birbiriyle hiçbir ilgisi yoktur. Ve bu sadece enerji politikası için değil, aynı zamanda jeopolitik, ekonomi, askeri vs. için de geçerlidir.

Bunun bizi korkutmasına hiç gerek yok. Ve büyük amcamız bize yine nazik davranmadığında şaşkınlıkla bakmamıza gerek yok. Sonunda dersimizi almamız gerek. Ulusal çıkarlarımızı tanımlamamız ve buna göre hareket etmemiz gerek..

Ve bunlar mevcut hükümet konstelasyonuna göre sürekli değişmemeli, ulusal politikamızın sabit bir unsuru olmalı. Çok basit.

Bu arada, bugün sıklıkla olumsuz çağrışımlar yapan küreselleşme terimi, insanların gemi ve trenle neredeyse köşedeki bir pazara yaklaşabileceklerine inandıkları on dokuzuncu yüzyılda ve bir dereceye kadar on sekizinci yüzyılda zaten vardı. O zamanlar bu bir sorun değildi.

Fakat burada da stratejik bir aktörle karşı karşıyayız ama bu aktör sadece kadife pençeleri üzerinde seyahat ediyor gibi görünüyor. Uzun yıllardır Şi Cinping yönetiminde bir kez daha ivme kazanan Halk Cumhuriyeti sadece iktisadi değil, askeri olarak da pek çok bölgeye giriyor ve buralarda kendine yer edinmeye çalışıyor.

Federal Savunma Bakanlığı’na Hint Okyanusu boyunca Afrika’nın doğu kıyılarına kadar uzanan bu çok sayıda denizaşırı üssün kurulması konusunda Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tutumunun ne olduğunu sorduğumuzda —bugün halihazırda çok daha ilerlediler— Çin Halk Cumhuriyeti’nin artık uluslararası düzenin uygulanmasına da dahil olmasını memnuniyetle karşıladıklarını söylediler. Yani bayanlar ve baylar, böyle bir saflık sistematik olmalı.

Eminim bugün Berberi pazarındaki hiç kimse bunu söylemez. Çin sadece 2013 yılında başlatılan ve eski İpek Yolu fikrine dayanan Kuşak ve Yol Girişimi ile batıya doğru ilerlemiyor.

Bundan çok daha fazlası söz konusu ve bu da en azından bu projeyle bağlantılı askeri iş birliği ile vurgulanıyor. Cibuti’ye tekrar bakacak olursak, oraya giden herkes bazen buranın bir Çin kenti haline geldiği izlenimine kapılıyor. Bu sadece küçük bir örnek. Çin şu anda Afrika kıtasında eski sömürgeci güçlerin çoğundan daha kayda değer bir rol oynuyor.

Yalnızca ABD hala bir dereceye kadar ayak uydurabiliyor. Rusya da yetişmeye çalışıyor. Esasında, rakamlar gerçekten güncel mi bilmiyorum ama Çin yakın zamana kadar ve kesinlikle hala kıtadaki en büyük Afrika dışından gelen toprak sahibiydi. Burada yapılan suçlama, daha önce de tartıştığımız gibi, yardım edilen ülkelerin görünüşte cömert krediler ve yardımlarla sürekli olarak daha iyi bir geleceğe yönlendirildikleri, fakat bunu çok geç fark ettikleri ya da bu ülkelerin liderlerinin bunu kabul ettikleri ve içinden zorlukla çıkabilecekleri bir borç tuzağına düştükleri yönünde.

Bu şekilde Çin, kendi ekonomisi için acilen ihtiyaç duyduğu hammaddeleri, kârlı bir şekilde düşük fiyatlarla teminat altına alıyor ve bu anlaşmalarda belirleyici faktör, ilgili ülkelerin kendilerinden istenen sözleşmelerin verilmesi, adil ticaret, insan hakları, işçilerin korunması vb. konulardaki yüksek standartları karşılamak zorunda kalmaları. Bunları yerine getirmek zorundalar.

Pekin’in buna büyük ölçüde kayıtsız kaldığını söyleyebilirim. Avrupa, AB ya da ABD için durum böyle değil, zira demokrasi, kadın hakları, insan hakları ve bazı durumlarda güvenlik sektörü reformları açısından yatırımlarımız ve desteğimizden yüksek beklentilerimiz var ve lütfen beni yanlış anlamayın, bir Avrupalı ve demokrat olarak bu elbette benim için de önemli.

Fakat bu, konuşmamın başında Çin hakkında sözünü ettiğim tehlike. Çin’den gelen teklifleri bu kadar önemli kılan şey bu tür taleplerin, yani bu insan hakları vs. gibi taleplerin göz ardı edilmesi.

Ve Pekin’den gelen teklifleri bu ülkeler için bu kadar cazip kılan da beklentiler. Burada Çin gibi büyük bir güçle sunulan iş birliği modeli, en azından şimdilik, Çin’i uluslararası pazarda açık ara galip kılıyor.

Ancak o kadar uzağa bakmamıza bile gerek yok. Birkaç yıl önce Almanya’daki Media Group tarafından Çin’den satın alınan KUKA robot fabrikası, kilit teknolojileri satın alma ve nihayetinde bunları Çin’e götürme stratejisini uyguluyor.

Alman hükümetinin yerli şirketleri satın alarak ülkeye getirme yönündeki acınası teşebbüsleri hala hatırlanıyor. Bu da Çin merkezi hükümeti tarafından kontrol edilen şirket gruplarının temel sektörlerimize nasıl nüfuz ettiğinin pek çok örneğinden biridir.

Elbette, bayanlar ve baylar, bunların hepsi yasal, buna hiç şüphe yok. Fakat bu da sistemimizin stratejik bir aktörünün eylemlerine yönelik taşralı bakış açısını gösteriyor.

Ve tekrar söylüyorum, ABD’de gördüğünüz gibi, dehşete düşmek zorunda değiliz, endişelenmeliyiz, dikkat etmeliyiz ve kendimizi buna karşı savunmalıyız. Bu arada, yeni İpek Yolu çoktan yoluna devam etti ve dünyanın en büyük iç limanında sona erdi. Herkes görüyor, herkes katılıyor, kimse bir şey söylemiyor. Bu tam olarak doğru değil, bir şey söylüyorlar ama kimse bir şey yapmıyor.

İş dünyası küresel olarak çalışır. Ekonomimiz pek çok alanda stratejik düşünüyor ve hareket ediyor. Alman devleti burada geride kalıyor. Bu büyük bir hata.

Bu değişmek zorunda. Yoksa Avrupa Birliği içinde bile sadece marjinal bir rol oynayacağız.

Çin Silahlı Kuvvetlerinin Güney Çin Denizi’nde yaptıkları, ki bu başlı başına büyük bir konu, ama aynı zamanda komşu ülkeleri nasıl taciz ve tehdit ettikleri ve Pekin’in hedeflerini nasıl acımasızca uyguladıkları da eşi benzeri görülmemiş bir durum.

Bunun Batı dünyası için gerçekten bir tehdit olup olmadığı sorusunun yanıtlanmasına pek gerek yok. Eğer özgürlüksüzlüğün başlangıcına ve Çin’in düzensiz iddialarının her an reddedilmesine yer yoksa, eğer özgürlük, demokrasi ve insan hakları bizim için bir anlam ifade ediyorsa, o zaman Pekin bir ortak değil, sistemik bir rakiptir.

Birkaç yıl öncesine kadar, birbirinizi sevmek zorunda olmadığınızı ama birbirinize saygı duymanız, ticaret yapmanız ve bir denge aramanız gerektiğini söylerdiniz. Şimdi bunların kulağa çok az karmaşık geldiğini biliyorum, ama özetle böyleydi. Doğu Ukrayna’da savaşın patlak vermesiyle birlikte bu durum değişti. Ve bunu en başta açıklığa kavuşturmak istiyorum, zira bu yüzden eve gönderildim, savaş, bu silahlı çatışma Moskova tarafından başlatıldı.

Basitçe söylemek gerekirse, her ne kadar bu kadar basit olmadığını bilsem de onlar da bunu biliyor. Bu zamanlarda kılıçla çözülebilecek hiçbir şey yoktur. Ve Rusya da bu silahlı çatışmayla ilgili olarak kuşkusuz hatalıdır. Kimse bunu inkâr edemez.

Çatışmanın bir bütün olarak çok daha fazla nedeni olduğu ve kesinlikle sadece Rusya’da bulunmayan daha eskilere dayandığı hakikati tartışma götürmez. Ve bu çok cesaret ister ve biliyorum ki burada, bu çevrede, mevcut durumda bunu sorgulamaya cesaret eden binlercesi bile var.

Fakat savaşa çok fazla odaklanmamalıyız. Bu, Almanya’nın Rusya’ya ilişkin stratejik değerlendirmesiyle, Almanya’nın Rusya ile temelde nasıl bir ilişki kurması gerektiğine dair bir cevap arayışıyla ilgili.

Bir noktada bu savaş sona erecek ama o zaman Rusya hala orada olacak. Bu iyi bir şey.

Ve dünya, özellikle de Batı, ipleri yeniden nasıl eline alacağını kendine sormak zorunda kalacak. Zira bunun olması kaçınılmazdır. Rusya olmadan ve hatta Rusya’ya rağmen barış olmaz. Hoşumuza gitse de gitmese de Rusya’nın kaynakları Almanya için büyük önem taşıyor.

Bir noktada Berlin’deki sorumlular Rusya ile ticareti yeniden başlatmamız gerektiğini anlayacaktır. Ve bu iyi bir şey.

Bu, Rusya’nın savaşı için ödüllendirilmesi gerektiği ya da bunun yatıştırmayla bir ilgisi olduğu anlamına gelmiyor. Ancak bu ülkedeki bazı politikacıların Rusya’nın yıllarca ayağa kalkamayacak ya da bir daha asla ayağa kalkmasına izin verilmeyecek şekilde zarar görmesi gerektiği yönündeki açıklamaları safdil bir politik yaklaşımdır.

“Almanya’nın Rusya’dan hammadde satın alması sadece saçmalık değil, aynı zamanda tehlikelidir”. Siyasetle hiçbir alakası olmayan ilk duygusal dürtüyle belki bunu anlamak mümkün olabilir ama stratejik öngörü farklıdır. Savaşın kendisi haklı gösterilemez, ancak hala hammaddelere, insanlara, son kullanım ürünlere, fikirlere, her şeyden önce beyin göçüne ve çok daha fazlasına ihtiyacımız var.

Fakat Avrupa olarak, Çin Halk Cumhuriyeti ile artan bir iş birliği içinde olan Rusya’ya da ihtiyacımız var. Çok güzel.

Bunu iki ya da iki buçuk yıl önce söylediğimde bana bunun kaba bir dünya politikası olduğu söylendi. Bugün herkes bunu mu söylüyor?

Ama burada böyle konuşmak iyi bir şey mi? Daha güçlü bir ittifak, bunu her zaman yakından takip etmelisiniz, Moskova ile Pekin arasında daha güçlü bir ittifak hayal edilemez, düşünülemez, gerçekleşmeyecek, söz konusu bile olamaz.

Bu bizim konumumuzu tehlikeye atar, zira aptalcadır. Rusya Devlet Başkanı’nın seyahatlerine bakan, Uzak Doğu’daki iki donanmanın manevralarını analiz eden ve BRICS çerçevesinde önemsiz olmayan ülkelerle ortak eylemleri yakından gözlemleyen herkes, neredeyse tükenmez kaynaklara sahip dünyanın en büyük ülkesinin Batı’ya ve Almanya’ya karşı her zaman cephe almamasını sağlamaya nasıl katkıda bulunduğumuz konusunda endişelenmelidir.

Bunun olmasını engellemeliyiz. 2001’den sonra Batı olarak Rusya’nın uzattığı eli pervasızca geri çevirdik.

NATO’nun kontrolsüz bir şekilde doğuya doğru genişlemesi ve kısmen de Rusya’nın batı sınırındaki güvenlik mimarisine ilişkin fikirlerine saygı duyma konusundaki meşru menfaatlerine yönelik cahilce tutumlarımız sayesinde bugün içinde bulunduğumuz duruma katkıda bulunduk. Saygı duymaktan kastım, o dönemde Hindistan’da da söylediğim gibi, bu tür fikirlerin var olduğu, hepsini bire bir benimsemek zorunda olmadığınız, onların da kendi çıkarları olduğu.

Fakat sadece kendi görüşümüzü kabul edip diğerlerini inkâr etmek her zaman bizim zararımıza olacaktır. Burada da yatıştırma bir çözüm değil, Almanların da zamanında tecrübe ettiği gibi, belirli bir gelecekte yardım eli uzatmaktır.

Bir diğer büyük soru da Avrupa Birliği hakkında ne düşündüğümüz. Evet, belli bir ölçüde başarılı bir model. Ben her zaman biraz kararsız kaldım. Baba ülkeler arasında iş birliği mi? Evet. Gümrük engelleri olmayan ortak bir ekonomik bölge mi? Evet, evet. Standardizasyon? Evet. Barış bölgesi mi? Evet, ama yavaş yavaş sona eriyor. Ortak bir anayasa? Hayır. Avrupa ordusu gerçek bir yanılsamadır. Peki ya sosyal bir birlik? Mümkün değil. Bunun için kim para ödemek ister?

Aslında, temelde bu kadar başarılı olan bir modelin, kültürel eşitleme kurallarıyla aşırı yüklenerek ve başarılı ülkeleri cezalandırarak yurttaşlar arasında neden itibarsızlaştırıldığını kendinize sormanız gerekir. Tüm borçları performansa düşman bir şekilde eşitleyerek ve en yüksek katkıyı yapan Almanya, ebedi örnek öğrenci olma dürtüsüyle, neredeyse tüm diğer ülkelerin yaptığı gibi ketum bir şekilde çıkarlarının peşinden gitmek yerine, başta Fransa ve Polonya olmak üzere diğerlerinin taleplerine teslim oluyor.

Bu da pervasızlık değil, doğal bir şey. Tabii ki bazen pansuman yapıyoruz ama genel olarak bunu yeterli ölçüde yapıp yapmadığımız sorulabilir. Washington ve Pekin’in iki kutbu arasında, ki bu BRICS+ ülkelerinin artan gücünü hesaba katmıyor bile, Avrupa Birliği’nin önemi azalıyor. Bunun pek çok nedeni var.

Bunların hepsine burada ışık tutmak tamamen imkânsız. Üyelerden oluşan bir konfederasyon olarak, Roma Antlaşmasını imzaladığımız zamanki iddiamız olan temel yetkinliklerimize yeniden odaklanmamız gerekiyor.

Ne pahasına olursa olsun genişleme, özellikle de Avrupa Birliği’nin AB’yi güçlendirme iddiasını yerine getirmeyen ülkeler için belirleyici faktör değil. Nihayetinde kabul görmenin ön koşulu budur, ancak içeride konsolidasyon, demokrasinin teşviki ve üretkenlik ile ekonomik gücün artırılması bir kez daha ön plana çıkmalıdır.

Ve son olarak, kontrolsüz göçe karşı savunma, bir silah ve diğer kültürel geçmişlerden gelen insanların buraya nasıl yerleştirilebileceği, ama her şeyden önce Avrupa Birliği sürecine nasıl entegre edilebilecekleri konusunda ortak fikirlerin geliştirilmesi dikkate alınmalıdır. Eğer ahlakın hiper-ahlaka dönüşmesine izin verirsek ve Avrupa’ya katılmak istemeyen ancak kendilerine hizmet edilmesini isteyen milyonlarca ve milyonlarca insanın girmesine izin verirsek, Avrupa yerli nüfusun iç çelişkileri ve direnci nedeniyle başarısız olacaktır.

Ancak Avrupa’yı içeride, dışarıda ve insanların zihninde güvence altına alırsak, bu projenin uzun vadeli bir şansı olacaktır. NATO hakkında birkaç yorum daha…

Kendi kafamda, Atlantik tarihsel deneyiminin kafasında olduğum gerçeğini saklamayacağım ve siz de bunu bana karşı kullanmayacaksınız. İttifakın iktisadi gücü, nükleer koruma, demokrasilerin ittifakı ve son olarak NATO’nun Beşinci Maddesi kapsamında verilen koruma sözü, burada talep edilmese de tartışıldığı üzere, en güçlü ve en büyük askeri ittifaktan ayrılmanın siyasi ve stratejik açıdan akıllıca olmadığını gösteriyor.

Öyle de olabilir. Ancak kabul etmek gerekir ki NATO saf bir savunma ittifakı olmaktan çoktan çıktı ve belki de ilk 2000’li yıllarda bile hiçbir zaman böyle olmadı.

NATO, dünyanın dört bir yanındaki misyonların, güç projeksiyonu yapmak ve jeopolitik çıkarları savunmak için askeri araçların bir araya getirilebileceği bir devletler havuzudur. Bir kez daha güç projeksiyonu, yani gücün geliştirilmesi, güç projeksiyonu, küresel askeri harekatlar ve çıkarların savunulması ile ilgili sorunları olanlardan NATO’nun bir kez daha stratejik bir aktör olduğunu kabul etmelerini rica ediyorum.

Ve itiraf etmeliyiz ki Almanya olarak biz de bundan faydalanıyoruz, her ne kadar bazen ülkemizdeki iki bin bir kişi ittifakın dünya çapında faaliyet gösterdiği araçları reddetse de. Bununla birlikte, büyük bir örgütün onlarca yıllık varlığının ardından her zaman sahip olduğu tüm reform ihtiyacına rağmen bu tartışılmazdır.

Federal Almanya Cumhuriyeti, pek çok kişinin Rheinland ayrılıkçısı olarak adlandırdığı Konrad Adenauer yönetimindeki ilk federal hükümetin kasıtlı batı yönelimi sayesinde bu konuda oldukça başarılı olmuştu.

Varşova Paktı içinde bir Almanya alternatifinin kesinlikle bir felaket olacağı konusunda hemfikiriz. Stalin’in eşzamanlı tarafsızlıkla birlikte yeniden birleşme teklifinin ne derece ciddi olduğu ise tarihsel bir tartışma konusu. Bu bağlamda, katkımın son bölümünde şu soru cevaplanmalıdır quo vadis, Almaya?

Ya da daha doğrusu quid des optima via? Yani Almanya için ileriye dönük en iyi yol nedir? Dolayısıyla son soru: Transatlantik mi Avrasya mı? Zihniyet olarak bir Atlantikçi olduğumu halihazırda söylemiştim.

Bunun sosyalleşmemle çok ilgisi var. Özellikle savaştan sonra ABD’yi bir dost ve ortak olarak gören bir subay ailesinden geliyorum. Ben de muvazzaf bir subay olarak sık sık ortak donanmalarla birlikte tatbikatlara ve görevlere giderdim. Varşova Paktı düşmandı, Kızıl Filo daha az düşmandı.

Doğu Almanya ilan edilmiş bir düşmandı, özellikle de acil durumlarda avlanması gereken Sovyet denizaltıları. Bunların hepsi tarih, kelimenin tam anlamıyla savaş tarihi.

O halde sunabileceklerini bir araya getireyim. Transatlantik, ABD esasen lider bir güç, büyük bir demokrasi, bir süper güç, hala en büyük ekonomi, bir yorum gücü, küresel bir kalp pili, nükleer bir güç, konuşlandırmalar, rutinler ve deneyim sayesinde dünyanın en güçlü ordusu, tüm zamanların en güçlü askeri ittifakının ilk ülkesi, ama aynı zamanda, yukarıda da belirtildiği gibi, kendi çıkarlarının sert bir uygulayıcısı.

Fransa, ABD ve Büyük Britanya ile birlikte gevşek bir şekilde oturuyor, bize daha çok benziyorlar. Uzun zamandır iktisadi ve askerî açıdan hasım, şimdi ise güvenilir bir müttefik.

Her iki ülke de ama daha ziyade Birleşik Krallık. Ve bu, yüzyıllar boyunca, daha doğrusu son bir buçuk yüzyıldır, neden bu şekilde konumlandığımızı anlamamız açısından çok önemli.

Her iki ulus da Anglosaksonlar, Almanya ve Rusya arasında asla derin bir ittifak olmaması gerektiği konusunda her zaman uyarıda bulundular. Rusya’nın kaynakları ve insan gücü, Alman ustalığı ve mühendisliğiyle birleştiğinde, on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki dokuya zarar vermekten başka bir işe yaramayacaktı.

Ama dürüst olalım, bunu ciddi bir şekilde tehlikeye atmasa bile, Anglosaksonların dünyanın paylaşımı anlayışına ve dönemin küresel siyasi becerisinin kontrol gücüne kalıcı bir zarar verirdi. Dolayısıyla Rusya ile Almanya arasındaki böyle bir ittifak her zaman bozulacaktı.

Dışişleri bakanlarının ve diğer pek çok kişinin, özellikle Londra’da, ama aynı zamanda Londra’nın daha önemli olduğu ABD’de, zira o zamanlar hala dünyanın polisiydi, gerçekten ilginç ve önemli, Rusya ve Almanya’nın nasıl asla olamayacağını ifade eden harika belgeler var. Kim bilir neler olurdu.

Almanya ile Rusya arasındaki pek çok bağ, her ikisinin de yararına olacak şekilde kalıcı bir ittifaka dönüşebilirdi. Fakat hepinizin bildiği gibi, tarih yazımında eğer olsaydı ne olurdu sorusu yasaklanmıştır.

Çok kısaca bahsettiğim Fransa ile, yarı Atlantik bir güç olarak, önce Stresemann ve Briand, daha sonra da Adenauer ve de Gaulle ile üstesinden gelinebilecek sürekli bir düşmanlık içindeydik. İnsanların bundan alıntı yapmasını her zaman güzel bulmuşumdur.

Frank Walter-Steinmeier bir keresinde iki ülke arasında garip bir ilişki ve hoşnutsuzluk olduğunu, Almanya’nın her zaman Fransızların Almanları sevmesini istediğini ama Almanların onlara sadece saygı duyduğunu söylemişti. Öte yandan Fransızlar da Almanların kendilerine saygı duymasını istiyor.

Ancak tüm çalkantılara ve kıskançlıklara rağmen uzlaşma sağlandı ve bu şimdi diğer ülkelerle de sağlandı, bazen daha fazla, bazen daha az Avrasyalı. Son konuya geliyorum, bu da eğer varsa, hangi yöne gitmemiz gerektiği sorusuna ışık tutmalıdır. Zira bu sadece bir yeniden yönlendirme meselesi olabilir.

Dediğim gibi, Almanya 20. yüzyılın başında ya da iki savaş arası dönemde Doğu’ya yönelmiş olsaydı ne olurdu sorusu cevapsız kalmalıdır.

Ve yine itiraf etmeliyim ki kalbim bazen Rusya için çarpıyor, sadece ağlamak için değil, aslında çok fazla. O dönemde benim görevden alınmamı isteyen ve bu doğrultuda yazıp çizenlerin söylediklerimin sadece bir kısmını tekrar aktaracaklarını bildiğim için, son yıllarda Rusya’nın izlediği politikadaki canavarlıklara elbette hala göz yumamayacağımı söylemeye devam edeceğim.

Fakat bu temel bir şeyle ilgili. Kuşkusuz bir filozof olmayan sevgili büyükbabam da benzer bir söz söylemişti: Rusya bize mi yakın yoksa Batı’ya mı?

Rusya’nın karanlık ormanlarının, uçsuz bucaksız ovalarının ve derin ruhunun kendisine gürültücü Amerikalılardan, arsız Fransızlardan ya da hain Albion’dan çok daha yakın olduğunu söylerdi. Elbette hepiniz bu tür sözlerin ve düşüncelerin iki dünya savaşının ve onun zamanındaki okullarda bugünkünden çok daha farklı bir müfredatın etkisi altında anlaşılması gerektiğini tahmin edebilirsiniz.

Dolayısıyla, Avrasya elbette Rusya Federasyonu’ndan daha büyük olsa da soruyu yanıtlamak için doğal olarak Moskova’nın imparatorluğunu odak noktası olarak görüyorum. Ve şimdi elbette Rusya toplumu için zor olacak, Rusya ruhu önünde derin bir şekilde eğilmeme rağmen ve bunu ciddiyetle söylüyorum, anlatılamayacak kadar büyük bir tarih, ama aynı zamanda Alman birliklerinin Rusya’da neden olduğu anlatılamaz acılar ve iki ülke arasında sadece hanedan değil, pek çok bağ olduğunun bilincinde olarak, demokratik gelenek, İsa’nın yönetimindeki bireyin özgürlüğü fikri ve bundan kendini gösteren liberal bir anayasa benim seçimimdir.

Yüzyıllar boyunca ya da en azından on yıllar boyunca kolektif olanı tercih etmiş ve hala da tercih etmekte olan ve otokrasinin önünü açan Rusya sınırlarının ötesindeki uzak ülkeler benim tercihim değildir. Bugün yeniden bir yönelim, ki asıl mesele de budur, tarihsel olarak çok geç olacaktır; bizi daha ziyade yeni bir Sırbistan yapacak, tarifsiz bir şekilde tecrit edecek, muhtemelen iktisadi yıkımın eşiğine getirecek ve bir bütün olarak devlete önemli ölçüde zarar verecektir.

Bununla birlikte, ki belirleyici olan da budur, tüm bunların farkında olan sorumlu bir Alman politikası, doğru zamanda bir kez daha elini uzatmalı ve Ruslara Batı’nın yolunu göstermelidir. Savaştan sonra, bu politikayı, bu merkezi konumu hisseden mükemmel kadın ve erkeklere sahip büyük bir diplomatik güçtük.

Bunu gözden kaçırdık. Bunun nedenleri son derece bariz. Biz salıncak siyasetinin değil, köprü kurmanın ülkesiydik. Yine öyle olabiliriz ve olacağız da.

Bunun için içgörü, öngörü, başkalarını hissetme, öfkenin üstesinden gelme, kültürlerarası yetkinlik ve karşı tarafın, yani Rusya’nın kendi tarih ve bugün görüşüne sahip olduğu gerçeğine saygı duyma cesareti gerekir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version