Suriye’deki gelişmeleri anlamak için 7 Ekim’e, sonun başlangıcına dönmek gerekiyor. Ortadoğu, sınıf mücadeleleri ve ‘mukaddes adalet’ fikri üzerinde yeniden düşünme zamanı.
Geçen yıl tam bu günlerde, yani Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim saldırısının hemen ardından, “Filistin’in geleceği” başlığıyla dört bölümlük yazı dizim Harici’de yayınlandı. Yazdıklarım, çok sevdiğim, görüşlerinden her zaman çok yararlandığım pek az dostlarımdan (ve hep dostum olarak kalacaklar) birkaçının, küskünlük değilse bile kırgınlığına yol açtı.
Yazı dizisinde, bütünüyle klasik savaş felsefesine dayanarak şu soruları sordum ve cevaplar bulmaya çalıştım: 1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir? 2) Saldırının arkasından Hamas (Filistin) cephesi hasmını objektif analiz edebilmiş midir? 3) Filistin içindeki siyasi mücadele 7 Ekim’de ne rol oynamıştır? 4) Bu savaşın siyasi stratejisi nedir?
Yahya Sinvar’ın “Gazze ablukasını kaldırmak” diye formüle ettiği siyasi hedefin tamamen yanlış olduğu daha ikinci bölümün yayınlandığı 29 Kasım günü olanca açık seçikliğiyle ortaya çıkmıştı. Hasmını objektif analiz etmeye gelince, Hamas’tan bunu yapması zaten beklenemezdi; zira Hamasçılık (o gün yazdığım ifadeyi kullanıyorum) bir “dipsiz pragmatizm, omurgasızlık, yani ihvancılık” demekti. Kaldı ki, daha sonra çokça tekrarlandığı gibi Hamas askeri liderliği gerçekten de kendi siyasi liderliğine rağmen bu saldırıyı örgütlemiş idiyse: “Bu iddia bütün savaşların temel niteliğine aykırıdır; savaş, siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır. Siyasi yönetimi olmayan bir savaş olamaz; dahası, siyasi yönetimi reddeden bir savaş yenilgiye mahkûmdur.”
Aynı yerde Çin’de savaş ağalığı dönemini (1920’ler ve 1930’lar) hatırlattım; bu dönemde Mao’nun son derece önemli bir yazısında başlıca nedenler arasında paralı asker zihniyeti de sayılır.
Bunun üzerinde bugün durmak gerek. Gazze birçok açıdan 1920’lerin savaş ağalığı döneminin son derece kompakt bir modelini andırır. Bu halkın ne sanayisi ne tarımı var; ne işçi sınıfı ne üretken burjuvazisi var. Gazze sosyal yapısı sayısız sıralı felaketlerin ardından yozlaşmış bir feodalizmden farksız kılınmıştır. Halk yaşamak için dış yardımlara muhtaçtır, öyle olunca bütün iktidar ilişkileri yardımların yeniden dağıtılması üzerine kuruludur. İktidar ilişkilerini bu yardımların kime ne kadar dağıtılacağı tayin eder. Bu bir çeşit senyör-serf bağını doğurur: kendi egemenlik alanları içinde senyör gücü oranında merkezi yağmadan (dış yardımlar) pay alır, buna karşılık kralın (Hamas) asker (savaşçı) ihtiyacını karşılar. Bunun senyöre dışarıdan bir görev olarak yüklenmiş olması gerekmez, feodal düzen başka türlü işleyemeyeceği için böyle işler. Yani senyör görevini zoraki yerine getiriyor değildir, sosyal ilişkileri üreten toplum böyle olduğu için böyle davranır.
“Konjonktür”, “uluslararası toplum”, “hukuk” gibi boş, anlamsız ve kullanmaktan nefret ettiğim kategorilerden geçtim. Karşısında hiçbir ciddi güç olmasa bile bu sosyal şartlara dayanan bir siyasi mücadelenin başarı şansı yoktur. Bu sosyal şartlar değiştirilmeden siyasi mücadele kazanılamaz.
Marksist olmayan, dünyaya sadece mukaddes bir adalet penceresinden bakan inananların tutumu anlaşılabilir; onlar için Filistin meselesi sadece mağdur ve mazlum bir halkın topraklarından edilmesi meselesidir, dolayısıyla meselenin çözümü ancak bu mukaddes adaletin sağlanmasıyla mümkündür.
Oysa hiç değilse bu dünyada mukaddes adalet diye bir şey yoktur. Dünya tarihi adaletsizlikler tarihidir, çünkü uygarlık tarihi baştan sona sınıf mücadeleleri tarihidir.
“Her şey sınıfsaldır” budalalığı bu şartlarda ortaya çıkıyor. Kuşkusuz, her şey son tahlilde sınıfsaldır — feodalizm siyasi olarak ekonominin doğrudan belirleyiciliğinden uzaktır, ama son tahlilde üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çatışma belirleyicidir; bütün otokratik yönetimlerde sınıf ilişkileri son tahlilde tayin edici rol oynar ama oraya gelene kadar otokratın iradesi olayların akışına yön verir; ekonomik ilişkilerin doğrudan tayin edici olduğu normal bir kapitalist toplumda bile siyaset alanının geniş bir özerkliği vardır. Eğer öyle olmasaydı devlet diye, siyasi partiler diye bir şey olmazdı. Bu yüzden, her şeyin son tahlilde sınıfsal olması, her şeyin sınıfsal olduğu kaba postülasıyla çelişir.
Birincisi son tahlile varana kadar bir sürü ara aşamalar vardır, dolayısıyla sınıfsallık iddiası çoğu zaman olayların akışı hakkında gerçek anlamda bir fikri olmayan ukalaca cehaleti yansıtır.
İkincisi, dünyanın başka yerlerinde, ama en çok Ortadoğu’da sınıfsallığa gelinceye kadar binlerce farklı faktör vardır: onlarca mezhep (hepsi birbirine şu veya bu ölçüde düşman), kültür (etnik kökenlerinden başka feodalizmle harmanlanmış çarpık kapitalist ilişkilerin sonucu), kanaat (geleneksel olarak yarı-anarşik bir sosyal iklim), münferit aktör, etnik grup (hepsi de geçmişte birbirini boğazlamış ve ilk fırsatta boğazlamaya hazır) — bütün bunlar “her şey sınıfsaldır” postülasının peşinde koşanların bilmediği, anlam veremediği, önemsemediği, ezberleriyle uyuşmayan şeylerdir.
Üçüncüsü, sınıfsallık sadece ezenlerle ezilenler arasındaki mücadele anlamına gelmez; bundan çok önce ve çok daha önemlisi, ezilenler örgütsüz (“kendinde sınıf”) oldukları için, onlar iradelerini ortaya koyana kadar egemen sınıfların kendi aralarındaki ilişki ve çatışmalar anlamına gelir. Siyasi gelişmelere sadece halkla (ezilenler) burjuvazi vb. (ezenler) arasındaki antagonizma olarak bakmak marksizmde olabilecek en saçma ve vulgar yaklaşımdır; oysa gerçekte gelişmelere yön veren, halkın çoğu zaman figüran rolü bile oynamadığı, sadece o taraftan bu tarafa güz yaprağı gibi savrulduğu, egemen sınıflar arasındaki bir dizi farklı siyasi mücadelelerdir.
1920’li yıllarda küresel antiemperyalist kabarış sırasında Sultan-Galiyev’in proleter milletler tanımının belli bir zemini vardı, ama gene de yanlıştı bu. Bu kavramın 1950’li ve 1960’lı yıllarda yükselen devrimci dalgayla birlikte yeni baştan popülerlik kazanmasının da zemini vardı, ama gene yanlıştı. Sola gülücük göstermeye çalışan Kürt milliyetçilerinin Kürtleri toptan proleter diye etiketlemeye kalkışması sadece gülünç değil tehlikelidir de; aynı şekilde, menfaatleri tamamen antagonistik olan sınıf ve kesimleri “aynı gemiye” doldurmak da gülünç ve tehlikelidir. Ama en yüksek perdeden, Filistin halkının neredeyse toptan proleter ve İsrail halkının neredeyse toptan burjuva ilan edildiğini gördük — ve bu devam ediyor. Vulgarlığa alıştık artık, ancak gene de, bütün bu süreçte bana en şaşırtıcı gelen, çatışan toplumların kendi içindeki sınıf mücadelelerinin ve bu mücadelenin olayların akışında oynadığı tayin edici rolün görmezden gelinmesi, mesela Filistin’in bütün halkıyla toptan emekçi, İsrail’in de toptan sömürücü ilan edilmesi oldu.
Kahramanlıklar tarihin akışında rol oynayabilir ve oynar, ama bütün kahramanlıklar değil ve her zaman olumlu anlamda değil. Siyasi hareketler kahramanlığın ahlaki yüküyle karar alamazlar, eylemlerine bu moral yük yön veremez. Yahya Sinvar’ın kahramanca öldüğüne hiç şüphe yoktur, düşmanları da kabul ederler bunu; ama sırf öyle diye bu Hamas’ı haklı kılmaz. Siyasi hareketler objektif şartları objektif değerlendirmek ve kararlarını ona göre almak zorundadırlar. Bir siyasi hareketin rakiplerinin tekil kahramanlıkları karşısında kendi iddialarını revize etmesi kadar saçma bir şey olamaz.
“Mukaddes adalete” geri dönelim. Sosyalistlerin görevi tarihteki bütün haksızlıkları ortadan kaldırmak değildir. Bu durumda haksızlığın ne zaman nerede başladığının sınırını tespit etmek de mümkün değildir. 1945’te SBKP bünyesindeki Gürcü milliyetçiliği Türkiye’den toprak talebini “Gürcü halkının antik çağların derinlerinden beri… bu bölgede yaşamış, çalışmış ve savaşmış” olmasıyla ilişkilendirmişti; dolayısıyla “hiçbir zaman vazgeçmediği ve vazgeçmeyeceği topraklarını geri almak” zorundaydı. Oysa şu dünyada tek bir devlet yoktur ki tamamen mukaddes adalet ilkelerine göre kurulmuş olsun. Tek bir toprak parçası yoktur ki sürgünler, imhalar, kolonizasyonlar yaşamamış olsun. Siyasi mücadele tarihteki bu haksızlıklara cevap arayamaz; mücadelenin amacı mevcut duruma halktan, halklardan yana çözümler bulmak olmalıdır. Filistin mücadelesi İsrail toplumu içinde müttefikler bulmadığında, onlarla ortak mücadele yürütmedikçe başarıya ulaşması mümkün değildir veya ancak, tıpkı İsrail’in zamanında başardığı gibi, (eğer dünya bugün olduğu gibi kalırsa — ve olmayacak bir şeydir bu da), 30-50 senelik bir lobi faaliyetiyle, diasporanın emperyalist sistemde oluşacak vakumlardaki faaliyetiyle ulaşabilir.