Soğuk Savaş’ta ABD’nin başını çektiği kamp, kendisini yalnızca komünizme karşı konumlandırmadı. Faşizme karşı savaştan zaferle çıkmış Sovyetler Birliği, dünyada yalnızca sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya isteyenlerin değil, sömürgelere karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin de baktığı yer haline gelmiş, özellikle faşizmin de kendisini yalnızca komünizme karşı değil, ‘1789 değerlerine’ karşı da konumlandırmasıyla Aydınlanma düşüncesinin taşıyıcısı haline gelmişti.
Soğuk Savaş’ta liberal isimlerin, SSCB’ye ve komünizme karşı savaşı ilerleme fikrine ve Aydınlanma’nın temel değerlerine doğru da uzatması, liberalizmin de başkalaşması anlamına geldi. Aydınlanma düşüncesinden ilham alan erken dönem liberal düşüncesi, kendi açtığı kapıdan girdiğini düşündüğü komünizme karşı savaşırken kendi tarihine karşı da bir dönüş yapıyor ve Aydınlanmacı-ilerlemeci ‘yüklerinden’ kurtuluyordu.
Tarihçi Samuel Moyn’un yayınlandığı andan itibaren tartışma yaratan kitabı Liberalism Against Itself [Liberalizm Kendine Karşı], Soğuk Savaş liberalizmini mercek altına alarak bu dönemin bazı meşhur liberallerinin liberalizmi nasıl yeniden icat ettiklerine işaret ediyor. Zaman zaman iki savaş arası döneme, hatta 19. yüzyıla dönse de Soğuk Savaş’ın bir dönüm noktası olduğunu ima ediyor. Daha ilginci, SSCB’nin varlığı 1991’de sona ermesine rağmen, Soğuk Savaş liberalizmi hâlâ baskın ‘varyant’ olmaya devam ediyor gibi görünüyor. Moyn, bu tür bir liberalizmin sürdürülebilir olup olmadığına ilişkin de şüphelerini dile getiriyor.
Kitabınız Liberalism Against Itself’e [Liberalizm Kendine Karşı] karşı özellikle liberal çevrelerden gelen son tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzun zamandır bir metnin bu kadar tartışıldığını görmemiştim, hatta bir Arendt uzmanı sizi ‘provokatif bir yazar’ olmakla suçladı. Soğuk Savaş liberalleri neden hâlâ bu kadar aktif?
Bazen hararetli tartışmalara yol açan kitaplar yazmaya çalışıyorum, dolayısıyla bu kitabın gördüğü ilgiden memnunum. Tartışmanın gerekli olduğunu düşünmemin bir nedeni de benim gençliğimde Soğuk Savaş liberal perspektifinin Amerikan entelektüel yaşamında ne kadar köklü bir yer edindiği ve 1989’dan sonra bunun bir tür varsayılan pozisyon haline gelmesidir. Kitap hakkındaki tartışmanın bu varsayılan durumu biraz zayıflatmasını umuyorum, fakat beklenen en fazla bu olabilir.
Soğuk Savaş liberalizminin tarih öncesini hafife alıyor olabilir misiniz? ‘Korku Liberalizmi’ ya da bir tür kötümser dünya görüşü, Spenglerci bir dünya görüşü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve Bolşevik Devrimi’ne karşı çok yaygındı. İtalya’da bile liberaller 1920’lerin başında faşistlerle bir anlaşma yapmış ve liberteryen guru Ludwig von Mises faşizmi ‘barbar-Asyatik’ komünizme karşı Batı medeniyeti için bir ‘acil durum freni’ olarak selamlamıştı. Dahası, 19. yüzyıl liberalizmi de 1848’den sonra Karşı-Aydınlanma anını yaşadı. Soğuk Savaş’la birlikte gerçekten ne değişti?
Evet, haklısınız: etki yaratmak için abartıyorum. Soğuk Savaş öncesi liberaller, uygulamalarını korku etrafında şekillendirmek de dahil olmak üzere, Soğuk Savaş liberalizminin yolunu açtılar. Örneğin, 1848 devrimine katılan ve birkaç yıl içinde ortaya çıkmasına yardımcı oldukları toplumsal düzensizlikten çok rahatsız olan liberalleri düşünün ki, muhafazakâr baskıyı desteklemeye geri döndüler.
Fakat liberal pratiğin aksine liberal teoriye daha dikkatli bir şekilde odaklanırsak, belirttiğiniz sürekliliklerle bir arada var olan bazı farklılıkları fark edebiliriz. Örneğin, Alexis de Tocqueville ‘faydalı korku’dan bahseder, fakat Soğuk Savaş liberallerinin yaptığı gibi özgürlüğe yönelik tehditleri takıntı haline getirme önerisini reddeder. Ona göre asıl görev, özgürlüğün kullanılmasına elverişli hükümet ve hükümet dışı kurumların doğru karışımını bulmaktır.
Gördüğüm kadarıyla Soğuk Savaş liberal teorisi bu sorgulamayı tamamen terk etti. Ve kitabımdaki Lionel Trilling gibi pek çok Soğuk Savaş liberali de daha önceki liberalizmin yanlış beklentilerinden kurtulduklarında ısrar ediyordu.
Her şey göz önünde bulundurulduğunda, vurgudaki bir değişiklik duruşta oldukça radikal bir değişikliğe yol açabilir ve bence Soğuk Savaş liberallerinin süregelen liberal geleneğe yaptıkları da bu oldu.
Kitabınızda yaptığınız en ilginç gözlemlerden biri, Soğuk Savaş liberalizminin dekolonizasyon mücadelesi için en iyi ihtimalle kılını bile kıpırdatmamasına, en kötü ihtimalle de sömürgeleştirilmiş/ezilen halkların kurtuluşuna karşı çıkmasına rağmen gururla Siyonizm yanlısı bir tutum sergilemesidir. Bu bir çelişki mi, ikiyüzlülük mü, yoksa Siyonizmin hiç de ‘özgürleştirici’ ya da ‘Aydınlanmacı’ bir proje olmadığının bir göstergesi mi?
Bence bu ikiyüzlülükten çok bir çelişki. Çünkü Soğuk Savaş liberalleri, Siyonizmleri aracılığıyla, devlet gücünü inşa etmek adına aktivizme, milliyetçiliğe ve hatta şiddete yer olduğunu gösterdiler. Dolayısıyla, görüşlerini dünyadaki diğer halklara yaymakta başarısız oldukları da doğru olsa bile, resmi görüşleriyle çelişen düşüncelerinin umut verici bir özelliğidir.
Kitap boyunca sadece Soğuk Savaş liberallerine saldırmıyorum, aynı zamanda kendi düşüncelerinin daha önce hakim olan liberalizmin umut verici özelliklerine nasıl bir geri dönüş yolu sunduğunu göstermeye çalışıyorum. Bu nedenle belki de Soğuk Savaş liberallerinin ‘fazla Siyonist değil, yeterince Siyonist olmadıklarını’ belirtiyorum: hataları milliyetçilik miydi, yoksa milliyetçiliğin baskıcı olduğu kadar özgürleştirici yönlerini de tanımakta eşit davranmamak mıydı?
Komünizm ya da ulusal kurtuluş gibi başka bir gelecek vizyonu Soğuk Savaş liberalleri tarafından geçersiz ilan edilmişse, bazı ‘muhalif’ liberaller şimdi liberalizmin kaderini nasıl değiştirebilir? Kimse refah devletine geri dönmek istemiyor, kimse Batı dünyasında kapitalist ya da liberal olmayan yollardan gelen meydan okumayı kabul etmiyor. Görünen o ki liberalizm kendini temizlemek için dışarıdan bir meydan okumaya ihtiyaç duyuyor, fakat başka bir projeye de asla izin vermiyor.
Bilmiyorum ama dış meydan okumaların Soğuk Savaş liberalizminin devamından başka bir şeye yol açacağı konusunda şüpheliyim. Sonuçta, sizin de söylediğiniz gibi, liberaller genellikle dış meydan okumalarla açık yüreklilikle yüzleşmemiş, çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan etmişlerdir. Eğer Soğuk Savaş liberalleri kendilerini yola getirecek kadar güçlü bir dış düşmanla karşılaşmış olsalardı –Sovyetler Birliği bile böyle bir güce sahip değildi– yeniden yapılanma hayal edilebilirdi.
Fakat benim amacım Soğuk Savaş liberalizminin, çoğu üstün modeller sunmayan düşmanları tarafından devrilmesini teşvik etmek değil. Bunun yerine, son birkaç on yılın Soğuk Savaş liberalizmiyle yetinmeyi reddeden genç kuşakların, liberallerin görmezden gelemeyeceği bir iç meydan okuma başlattıklarını umuyorum. Umarım kitabım bu süreçte az da olsa yardımcı olur.