GÖRÜŞ

Napoléon Efsanesi

Yayınlanma

Amerikalı yönetmen Ridley Scott’un son filmi Napoléon, vizyona girmeden tüm dünyada tartışma konusu oldu. Yönetmenin Napoléon’a diktatör diyerek Stalin ve Hitler ile kıyaslaması bu tartışmayı ateşledi.

Soğuk Savaş’ın kültürel atmosferinde yetişmiş ortalama eğitimli bir Amerikalının her şeyi banalleştiren pragmatizminin sıradan bir örneği. Milyon dolar bütçeli film çektiği tarihi şahsiyet için, en azından daha incelikli, titiz bir değerlendirme yapması beklenirdi.

Ölümü üzerinden iki yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Napoléon’un hala hararetli tartışmaların merkezinde yer alması  bugünün insanına tuhaf gelebilir.

Ne var ki hiçbir tarihsel kişilik, içinde yaşadığımız modern dünyanın olumlu ve olumsuz yönleriyle şekillenmesinde bu denli etkili olmamıştır. Napoléon, modern zamanın yarattığı en büyük efsane, en büyük mittir.

Napoléon, iktidarı ele geçirdiği 1799 tarihinden Waterloo’daki yenilgisine kadar, inşa ettiği kurumlarla modern dünyanın çerçevesini çizmiştir. XIV. Louis’den itibaren devam eden Fransız devletinin hem anayasal hem kurumsal merkezîleşmesi, onun reformlarıyla mümkün olmuştur.

Napoléon, Fransız Devrimi’ne ve cumhuriyet idealine ihanet etmişti, ancak ‘Code de Civil’ ile medeni kanunu getirerek bireyin devlet karşısındaki yasal haklarını güvenceye almıştı. Bugün lise olarak bildiğimiz ‘Lycée’ sistemini getirerek eğitimi dini kurumların elinden alıp devlete vermişti.

Napoléon, bir yönüyle Robespierre’in düşüşü sonrası başlayan iç savaşı sonlandırarak devrimin temel kazanımlarını içeride korumak amacıyla hem devrimin radikal toplumsal hedeflerini törpüleyip hem de kralcı gericiliğin saldırganlığını dizginleyecek politikalar izlemişti. Şüphesiz bu politikalar otoriter, baskıcı, sert biçimde uygulanmıştı.

Böylece Napoléon, sadece Fransa’ya değil, Fransız Devrimi etkisiyle ulus devlet kurma sürecine giren birçok topluma modern kurumları miras bırakmıştı.

Şüphesiz efsanesi, Napoléon’un sadece modern devletin kurumsallaşmasındaki rolüyle açıklanamaz. Onun dünyayı çılgınca fethetme arzusuyla Sezar ya da İskender gibi dünya tarihinin seyrini değiştiren askeri zaferleri ve trajik sonu bu efsaneyi yaratmıştı.

Borodino Tepelerinde Napolyon Bonapart, 1897

Eylemin Yüceliği

Her şeyden önce Napoléon’un, Büyük Fransız Devrimi’nin bir askeri olduğunu hatırlamak gerekir. Korsikalı bir askerin devrimin tüm aşamalarında yer alması, askeri başarıları ve yetenekleriyle Fransız İmparatorluğu’na kadar ‘yükselişi’ hatta kendi hanedanlığını kurması, modern çağın en ihtişamlı hikayesidir.

Büyük bedellerin ödendiği, hayranlık uyandıran yükseliş öyküsü, Napoléon çağdaşı sıradan insanlar kadar büyük düşünürlerin de hayal dünyasını fethetmişti.

Bu anlamda Napoléon sadece inşa ettiği kurumlarla değil, kişiliğinde sergilediği tutum ve değerlerle de modern kültürün oluşmasını doğrudan etkilemiştir.

Modern felsefe ve edebiyatın klasik örneklerini ihtişamlı, büyük ve aşılamaz kılan tam da Napoléon ile boy ölçüşebilme mücadelesiydi. Çağdaşı dehalar için Napoléon, eylemin ve tutkuların cisimleşmiş haliydi.

Hegel, “Dünyada hiçbir yüce şey yoktur ki, tutku olmaksızın meydana getirilmiş olsun” derken Napoléon’u işaret etmekteydi.

Yüzyıllardır atalet içinde yüzlerce kontluk, baronluğa bölünmüş Almanya’da, feodal çürümenin küfü her yere sinmişken, Napoléon’un ordusu tsunami dalgaları gibi bütün çürümüş yapıları ortadan kaldırmıştı.

Napoléon, 1806 yılında Jena’ya girdiğinde aynı şehirde bulunan Hegel, felsefenin başyapıtı Tinin Fenomenolojisi’ni yazmaktaydı. Hegel, bir yıl sonra kitabını yayımladığında ‘bilinç- tutku-eylem’ arasında kurduğu felsefi ilişkide Napoléon’un izlerini takip etmekteydi.

Alman filozof Fichte, ‘praxis’ kavramını merkeze alarak inşa ettiği felsefi sistemini, Fransız Devrimi kadar Napoléon’un eylemlerine de borçluydu.

Goethe de ilk kısmını 1808 yılında yayımladığı Faust eserinde “başlangıçta eylem vardı” diyerek yeniyi yaratmak için yıkmanın kaçınılmaz trajedisinin şiirini yazar.

Şüphesiz Faust, edebiyat tarihindeki ilk Napoléon tarzı karakterdi. Tutkulu eylemin son noktasındaki yıkımın kaçınılmazlığı, sadece Napoléon’u değil bir anlamda modernizmin özgün diyalektiğini de dile getirmekteydi.

Hegel ve Goethe, Fransız Devrimi’ni coşkuyla karşılamış, devrimin insanlık tarihindeki müjdesini derinden anlamıştı. Her ikisi de devrimin radikal dönemindeki teröre karşıydı.

Hegel’in, Tinin Fenomenolojisi’ndeki “mutlak özgürlük, terörle biter” çıkarımı, onu imparatorluk pelerini giymiş Napoléon’u selamlamasına götürmüştü. Hegel felsefesinin başat kavramı ‘Geist’, Napoléon ile vücut bulmuştu, Napoléon tarihin arabasını ilerleten tarihi şahsiyetti.

Hegel’in muhafazakar politik eğilimlerini paylaşmayan cumhuriyetçi Goethe ise, Beethoven ile birlikte Napoléon’u ilk ciddi eleştirenlerin arasında yer alır.

Faust eyleme geçebilmek için Mephisto ile işbirliği yapar, masum Greta ve başka insanlar yok olur. Dizginlenemeyen eylem şeytani kötülüğü doğurur. Napoléon’un arabası insanlığı uçuruma doğru sürüklemekteydi Goethe’ye göre. Faust karakteriyle, Napoléon’un ikiye bölünmüş kişiliğini, Prometheus ve Deccal yönlerini tasvir edilmişti.

İhtişamlı Yükselişin Cazibesi 

Napoléon’un Waterloo Savaşı’ndaki kahramanca yenilgisi ve St. Hélena adasında sürgünde ölümü, Restorasyon dönemi insanlarının üzerindeki romantik etkisini sürdürmeye devam etti.

Restorasyon döneminde tarihsel olarak ölmüş monarşi ve kilisenin yeniden canlanması Fransa ve tüm Avrupa’nın üzerine ölü toprağı sererken, hızla ilerleyen sanayi devriminin gri, kasvetli havası nefes almayı imkânsız hale getiriyordu.

Burjuvazi artık mülkiyeti ve sermaye birikimi için istikrar istiyordu. Napoléon tarzı, askeri ve ticari maceracı seferler, burjuvazi için riskli heveslerdi.

Coşkusuz burjuva toplumuna karşı yeniden insanın tutkularını harekete geçirecek 1830 Devrimi gerçekleşti. Bu tarihten itibaren Fransız Devrimi’nin ve Napoléon’un tarihsel ağırlığı yeniden belleklere hücum etti.

Balzac ve Stendhal farklı politik konumlarına rağmen bu mirasın baskısı altında eserlerini kaleme alarak, burjuva toplumunun altını oymaya başladı.

Balzac’ın, toplumu baştan aşağı ele alacağı, toplamda yüzü aşan eser olarak planladığı İnsanlık Komedyası, Napoléon projeleriyle ölçüşecek derecede iddialıydı.

“Napoléon’un kılıcıyla yarıda bıraktığını, kalemimle tamamlayacağım” diyen Balzac’ın bütün eserlerinde Napoléon’un ağırlığı hissedilir.

Goriot Baba eserindeki yükselme hırsıyla yanıp tutuşan genç avukat Rastignac ile toplumdaki tüm yasa ve ahlakı hiçe sayarak yükselebileceğini söyleyen mahkum Vautrin de Napoléon tarzı karakterlerdir.

Birbirlerinden çok farklı ahlaki değerleri olsa da Rastignac ve Vautrin birbirlerini tamamlar. Biri diğerinin ötekisidir, tıpkı iki kişiliğe bölünmüş Faust gibi.

Modern insanın bölünmüş, çelişkili psikolojisinin keşif serüveninin merkezinde her daim Napoléon bulunacaktı.

Napoléon’un ordusuyla İtalya seferine katılmış Stendhal, Kırmızı ve Siyah eserinde, aşağıdan gelen yetenekli bir çocuğun burjuva toplumunda yükselme arzusunun felaketini anlatır. Julien Sorel de tutkuları, hırsı ve kararlı eylemleriyle Napoléon tarzı karakterdir.

Stendhal, daha sonra edebiyat tarihinde hem fikir hem de biçim olarak bir yeniliğe imza atar. Parma Manastırı eserinde, İtalya’daki seferi sırasında Napoléon uzaktan siluet biçiminde tasvir edilir, tıpkı mitolojik bir kahraman gibi.

Zola, “Napoléon’un kaderinin çağdaşları üzerinde kafalarına balyozla vurulmuş gibi etki yaptığı inkar edilemez … Bütün hırslar büyüdü, bütün girişimler dev boyutlar kazandı ve diğer alanlarda olduğu gibi, edebiyatta da dünyanın hakimi olma düşleri kurulmaya başlandı” sözleriyle bu gerçeği dile getirmişti.

Moskova’da Yıkılan Efsane  

İronik olan şu ki, Zola bu satırları yazdığında, artık Avrupa’da Napoléon hayalinin coşkusunu yenileyecek ne toplumsal hareketler ne de savaşlar söz konusuydu. Avrupa burjuvazisi, Bismarck ve dolandırıcı yeğen 3. Napoléon’un uzun iktidarları boyunca toplumsal hayata nefes aldırmamıştı.

Bayağı, kahramanlıktan yoksun burjuva toplumunun sınırları içinde hapsolan sanatçılar ise, haşmetli tutkulardan uzak kendi ürkek monologlarını yazabilmekteydi.

Lord Byron, Don Juan eserinde “Bir kahraman istiyorum, az rastlanır bir istek” sözleriyle Avrupa’daki kahramanlık çağının sonuna işaret etmişti.

Napoléon efsanesi, tam da Moskova önünde büyük askeri hezimete uğradığı Rusya’da yeniden ortaya çıkacaktı, bambaşka anlamda ve içerikte şüphesiz.

1854 Kırım Savaşı’yla yeniden Batı ile karşı karşıya gelen Rusya’da savaş sonrası yaşanan politik kırılmalar, Batılılaşma düşüncesinin temelden sorgulanmasına neden olmuştu.

Bunun sonucunda, Rus edebiyatında Batı’yla mücadele ve Batılılaşmayla hesaplaşma, Napoléon imgesi üzerinden gerçekleşmişti.

Napoléon imgesi, Rusya’nın en büyük iki yazarı Tolstoy ve Dostoyevski’nin de eserlerinin merkezindeydi. 1866 yılında Messager Russe dergisinde Savaş ve Barış’ın ikinci bölümüyle, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı birlikte yayımlanır.

Napoléon düşü, Dostoyevski’nin büyük eserlerinin hepsinde kendisini gösterir. Raskolnikov, Rogojin, Stavrogin, Ivan Karamazov gibi en yıkıcı, var olan yasaları ve ahlaki değerleri aşıp kendi büyük eylemlerini gerçekleştirmek isteyen karakterlerin tümü Napoléon’dan ilham alır.

Raskolnikov işlediği cinayeti “Bir Napoléon olmak istedim, onun için öldürdüm” diyerek açıklar.

Dostoyevski’ye göre Rusya’nın en büyük sorunu Batılılaşma sonrası kendi köklerinden kopmuş, tüm insani ilkeleri çiğnemeye hakkı olduğunu düşünen nihilist gençlerdi. Dostoyevski de bu gençlerin politik açmazlarına, onları bekleyen trajik sona dikkat çekmek için Napoléon tarzı karakterler yaratmıştı.

Dostoyevski, Napoléon efsanesini psikolojik gerilimler bağlamında, insanın kötücül, şeytani karanlık yanlarını açığa çıkarmak için kullanmıştı.

Tolstoy ise, Napoléon’u tarihsel gerçek bir kişilik olarak karşısına alıp, Deccal diyerek yargılamıştı.

Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında Napoléon önce Austerlitz’de uzaktan betimlenir tıpkı Stendhal’ın yaptığı gibi dolaylı anlatımla.

Moskova’ya doğru ilerledikçe Napoléon’un yüzü doğrudan okura çevrilir. Napoléon’un savaş sırasındaki sıradanlıkları, yetersizlikleri, ahlaki tutarsızlıkları detaylı biçimde tasvir edilir. Böylece Napoléon’un savaş dehası, kahramanlıkları ve cesaretine dair mitler tek tek yıkılır.

Nihayetinde Tolstoy, romanın kurgusal akışını durdurup Napoléon’a karşı kişisel görüşlerini sıralayıp kendi tarih felsefesini dile getirir.

Bugün Homeros’un İlyada eseri sonrası en büyük epik eser kabul edilen Savaş ve Barış’ta Tolstoy, sadece Napoléon efsanesini değil kahramanlık kültürünü de yerle bir eder. Tek bir bireyi yücelten kahramanlık kültü, yerini kitlelerin epik anlatısına bırakır.

Savaşta Napoléon’un kararları, tercihleri kaçınılmaz sonu değiştiremez çünkü, karşısında kararları, iradeleri, tercihleri savaşı Napoléon kadar etkileyen binlerce Rus köylüsü bulunmaktadır.

Tolstoy’un tarih felsefesi içinde Napoléon’un kahramanlık apoletleri sökülüp kitlelere verilir. Tolstoy, Napoléon mitiyle birlikte Batı kanonunun yerleşik kalıplarını da yıkar.

Birkaç yıl sonra, 1871 Paris Komünü sırasında ressam Courbet ve Parisli devrimciler, Napoléon’in Vendôme sütunundaki imparatorluk heykelini yıkar. Böylece Napoléon efsanesi doğduğu Paris’te, devrimci dalgaların içinde kaybolmaya başlar.

Çok Okunanlar

Exit mobile version