DÜNYA BASINI

Orta Doğu’da ABD’nin beceriksizliği yerini Çin diplomasisine bırakırken…

Yayınlanma

Orta Doğu’daki normalleşme sürecinde “ABD’nin resmin dışında kalması Washington’un otuz yıllık beceriksizliği, kibri ve ikiyüzlülüğünü yansıtan büyük bir dönüşüm… Çin’in bir arabulucu olarak yeni önemi, Yemen ve Sudan’daki gibi çatışmalara kadar uzanabilir… Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni engelleyebilecek herhangi bir anlaşmazlığın olabildiğince barışçıl bir şekilde çözülmesini istiyor…”

Orta Doğu’da ABD politikalarının iflası ve bölgesel güçlerin inisiyatif alırken Çin ve Rusya’nın nüfuzunu artırdıkları artık malumun ilânı. Aşağıda tamamını okuyacağınız makalede, Amerikalı tarihçi Juan Cole, bu gerçeği Washington açısından değerlendiriyor. Michigan Üniversitesi’nde Tarih Profesörü olan Juan Cole makalesinde, Orta Doğu’da ABD’nin “istenmeyen kişi” olma ve Çin’in nüfuzunu genişletme sürecine mercek tutuluyor. Makale Washington yönetiminin İran’ı izole etme politikasının neden ve nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını açıklamaya çalışıyor. Gelinen noktada Pekin arabuluculuğunda imzalanan İran-Suudi Arabistan normalleşme anlaşmasına özel olarak eğilen yazar, bu anlaşmanın Çin için önemini açıklamanın yanı sıra bölgenin neden buna ihtiyacı olduğuna da değiniyor. Makale, Çin’in bu “diplomatik zaferini” Çin’in başarısından daha çok ABD’nin başarısızlığına fatura eden bakış açısına rağmen Orta Doğu’daki dönüşüm sürecini adım adım açıklaması dolayısıyla dikkate değer. 

Makalenin tamamı:

***

Çin’in Yükselişinin Temelindeki Diplomatik Zaferler

Orta Doğu’daki ilişkileri yeniden tesis etmedeki diplomatik başarısı, yükselen bir güç olarak konumundan çok Amerika’nın bölgesel güvenilirliğindeki şaşırtıcı düşüşü yansıtıyor.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 6 Mart’ta Pekin’de yayınlanan fotoğrafı Washington’da sismik bir şok etkisi yarattı. Wang Yi, İran Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani ve Suudi Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaad bin Muhammed el-Ayban’ın arasında duruyordu. Karşılıklı diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesine yönelik bir anlaşma üzerinde acemice el sıkışıyorlardı. Bu fotoğraf, Başkan Bill Clinton’ın 1993 yılında İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Oslo Anlaşması’nı kabul ettikleri sırada Beyaz Saray’ın bahçesinde ağırladığı fotoğrafı akla getirmiş olmalı. Uzun zaman önce yaşanan bu anın kendisi de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve 1991 Körfez Savaşı’ndaki ezici Amerikan zaferinin ardından ABD’nin kazandığı yenilmezlik halesinin bir sonucuydu.

Bu kez ABD resmin dışında kalmıştı; bu sadece Çin’in girişimlerini değil, Washington’un Orta Doğu’daki otuz yıllık beceriksizliğini, kibrini ve ikiyüzlülüğünü yansıtan büyük bir dönüşümdü. Mayıs ayı başında, binlerce Amerikan askerine ev sahipliği yapan ABD müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir Çin deniz üssünün gizlice inşa edilmesine ilişkin endişelerin Kongre’yi sarmasıyla artçı bir şok yaşandı. Abu Dabi’deki tesis, Afrika’nın doğu kıyısındaki Cibuti’de bulunan ve Halk Kurtuluş Ordusu-Donanması tarafından korsanlıkla mücadele, çatışma bölgelerinden sivillerin tahliyesi ve belki de bölgesel casusluk için kullanılan küçük üsse bir ek olacaktı.

Ancak Çin’in İranlı Ayetullahlar ile Suudi monarşisi arasındaki gerilimi yatıştırmaya yönelik ilgisi, bölgedeki herhangi bir askeri hırsından değil, her iki ülkeden de önemli miktarda petrol ithal etmesinden kaynaklanıyordu. Bir diğer itici güç ise hiç şüphesiz Başkan Xi’nin Avrasya’nın kara ve deniz ekonomik altyapısını genişleterek bölgesel ticareti artırmayı hedefleyen ve merkezinde elbette Çin’in yer aldığı iddialı Kuşak ve Yol Girişimi’ydi (BRI). Çin, halihazırda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’na ve Körfez petrolünün kuzeybatı vilayetlerine taşınmasını kolaylaştırmak için Pakistan’ın Gwadar limanının geliştirilmesine milyarlarca dolar yatırım yaptı.

İran ve Suudi Arabistan’ın savaş halinde olması Çin’in ekonomik çıkarlarını tehlikeye attı. Eylül 2019’da İran’ın bir vekilinin ya da bizzat İran’ın Abkayk’taki devasa rafineri kompleksine bir drone saldırısı düzenlediğini ve Suudi Arabistan’ın günde beş milyon varillik kapasitesini kısa süreliğine devre dışı bıraktığını hatırlayın. Bu ülke şu anda Çin’e günde 1,7 milyon varil petrol ihraç ediyor ve gelecekteki drone saldırıları veya benzer olaylar bu kaynakları tehdit ediyor. Çin’in ayrıca İran’dan günde 1,2 milyon varil kadar petrol aldığına inanılıyor, ancak bunu ABD yaptırımları nedeniyle gizlice yapıyor. Aralık 2022’de ülke çapındaki protestolar Xi’nin “Kovid’e hayır” karantina önlemlerini sona erdirmeye zorladığında bu ülkenin petrol iştahı bir kez daha açığa çıktı ve talep 2022’ye göre şimdiden yüzde 22 arttı.

Dolayısıyla Körfez’de daha fazla istikrarsızlık Çin Komünist Partisi’nin şu anda ihtiyaç duyduğu son şey. Elbette Çin aynı zamanda petrol yakıtlı araçlardan uzaklaşma konusunda da küresel bir lider ve bu da eninde sonunda Orta Doğu’nun Pekin için önemini azaltacak. Ancak o zamana daha 15 ila 30 yıl var.

Her şey farklı olabilirdi

Çin’in sürekli olarak daha da kızışma tehdidinde bulunan İran-Suudi soğuk savaşını sona erdirmekteki çıkarı yeterince açık, ancak bu iki ülke neden böyle bir diplomatik kanal seçti? Ne de olsa Amerika Birleşik Devletleri kendisini hâlâ “vazgeçilmez ülke” olarak tanımlıyor. Ancak bu ifadenin bir anlamı varsa bile, İsrailli sağcıların Oslo barış sürecini sonlandırmasına izin vermek, 2003’te Irak’ta yasadışı bir işgal ve savaş başlatmak ve Trump’ın İran’ı gülünç bir şekilde kötü idare etmesi gibi hatalar yüzünden Amerika’nın vazgeçilmezliğine olan inanç artık gözle görülür bir şekilde azalıyor. Avrupa’dan ne kadar uzak olursa olsun, Tahran yine de NATO’nun etki alanına sokulabilirdi ki Başkan Barack Obama bunu başarmak için muazzam bir siyasi sermaye harcadı. Bunun yerine dönemin Başkanı Donald Trump Tahran’ı doğrudan Vladimir Putin’in Rusya Federasyonu ve Xi’nin Çin’inin kucağına itti.

Her şey gerçekten de farklı olabilirdi. Obama yönetiminin aracılık ettiği 2015 tarihli Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşması ile İran’ın nükleer silah yapmasının önündeki tüm pratik yollar kapatılmıştı. İran’ın Ayetullahlarının uzun zamandır, kullanılması halinde potansiyel olarak çok sayıda sivili ayrım gözetmeksizin öldürecek, İslam hukuku etiğiyle bağdaşmayan bir kitle imha silahı istemedikleri konusunda ısrar ettikleri de doğru.

Bu ülkenin dini liderlerine inanılsın ya da inanılmasın, KOEP İran’ın çalıştırabileceği santrifüj sayısına, Buşehr’deki nükleer tesisi için uranyum zenginleştirme seviyesine, stoklayabileceği zenginleştirilmiş uranyum miktarına ve inşa edebileceği nükleer tesis türlerine ciddi kısıtlamalar getirdiği için bu soruyu tartışmalı hale getirdi. BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı müfettişlerine göre İran 2018’e kadar yükümlülüklerini sadakatle yerine getirdi ve – bunu Trump döneminin bir ironisi olarak kabul edin – bu tür bir uyum nedeniyle Washington tarafından cezalandırıldı.

İran’ın Ayetullahı Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleriyle bu utanç verici anlaşmayı imzalamasına ancak Washington’un yaptırımlarından kurtulma sözü karşılığında izin verdi ki bu söz hiçbir zaman yerine getirilmedi. 2016 yılının başlarında Güvenlik Konseyi gerçekten de İran’a yönelik 2006 yaptırımlarını kaldırdı. Ancak bunun anlamsız bir jestti çünkü o zamana kadar Kongre, Hazine Bakanlığı’nın Yabancı Varlıklar Kontrol Ofisi’ni görevlendirerek İran’a tek taraflı Amerikan yaptırımları uygulamıştı ve nükleer anlaşmanın ardından bile Kongre’deki Cumhuriyetçiler bu yaptırımları kaldırmayı reddetti. Hatta İran’ın Boeing’den sivil yolcu uçağı almasını sağlayacak 25 milyar dolarlık bir anlaşmayı bile iptal ettiler.

Daha da kötüsü, bu tür yaptırımlar, bunları ihlal eden üçüncü tarafları cezalandırmak için tasarlanmıştı. Renault ve Total Enerji gibi Fransız firmaları İran pazarına girmeye hevesliydi ama misillemeden korkuyorlardı. Ne de olsa ABD, Fransız bankası BNP’yi bu yaptırımları deldiği için 8.7 milyar dolar para cezasına çarptırmıştı ve hiçbir Avrupalı şirket bu tür bir acıyı yaşamak istemiyordu. İşin özü, Kongre’deki Cumhuriyetçiler ve Trump yönetimi İran’ı, pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmiş olmasına rağmen bu kadar ağır yaptırımlar altında tutarken İranlı girişimciler Avrupa ve ABD ile iş yapmak için sabırsızlanıyordu. Kısacası Tahran, Kuzey Atlantik ticaret anlaşmalarına artan bağımlılık yoluyla amansız bir şekilde Batı yörüngesine çekilebilirdi ama öyle olmadı.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun şimdi olduğu gibi o zaman da KOEP’ye karşı sıkı bir lobi faaliyeti yürüttüğünü, hatta Kongre’yi anlaşmayı iptal etmeye teşvik için eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Başkan Obama’nın üzerine gittiğini unutmayın. Bu oyun bozanlık çabası başarısızlıkla sonuçlandı; ta ki Mayıs 2018’de Başkan Trump anlaşmayı yırtıp atana kadar. Netanyahu, saf Trump’ı bu adımı atmaya ikna ettiği için övünürken kasete yakalandı. İsrail sağ kanadı en büyük endişesinin İran’ın nükleer başlık sahibi olması olduğunda ısrar etse de kesinlikle böyle davranmadı. 2015 anlaşmasını sabote etmek aslında bu ülkeyi tüm kısıtlamalardan kurtardı. Görünüşe göre Netanyahu ve onun gibi düşünen İsrailli siyasetçiler, KOEP’den sadece İran’ın sivil nükleer zenginleştirme programını ele almasından ve asıl tehdit olarak gördükleri Lübnan, Irak ve Suriye’deki İran nüfuzunun geriletilmesini zorunlu kılmamasından rahatsız olmuşlardı.

Trump İran’a mali ve ticari ambargoya varan uygulamaya devam etti. Bunun ardından, bu ülkeyle ticaret yapmak giderek daha riskli bir iş haline geldi. Mayıs 2019’a gelindiğinde Trump kendi standartlarına (ve Netanyahu’nun standartlarına) göre oldukça başarılı olmuştu. İran’ın petrol ihracatını günde 2,5 milyon varilden günde 200.000 varile kadar düşürmeyi başarmıştı. Bu ülkenin liderliği yine de 2019 ortasına kadar KOEP’nin gerekliliklerini yerine getirmeye devam etti, ancak bu tarihten sonra hükümleri çiğnemeye başladılar. İran şu anda yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum üretiyor ve nükleer silah yapma kapasitesine her zamankinden çok daha yakın, ancak hâlâ askeri bir nükleer programı yok ve Ayetullahlar böyle bir silah istediklerini inkar etmeye devam ediyor.

Gerçekte Trump’ın “maksimum baskı kampanyası” Tahran’ın bölgedeki etkisini yok etmek dışında her işe yaradı. Hatta Lübnan, Suriye ve Irak’ta Ayetullahların gücü daha da arttı.

Bir süre sonra İran da petrolünü Çin’e kaçırmanın yollarını buldu ve burada sadece iç pazar için çalışan küçük özel rafinerilere satıldı. Bu firmaların uluslararası bir mevcudiyeti ya da varlığı olmadığı ve dolar üzerinden işlem yapmadıkları için Hazine Bakanlığı’nın onlara karşı harekete geçme imkânı yoktu. Bu şekilde Başkan Trump ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler İran’ın ekonomik olarak ayakta kalabilmesi için Çin’e bağımlı hale gelmesine ve bu yükselen gücün Orta Doğu’daki öneminin artmasına yol açtılar.

Suudi dönüşü

Rusya Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde petrol fiyatları yükseldi ve İran hükümetinin işine yaradı. Bunun üzerine Biden yönetimi, Rusya Federasyonu’na Trump’ın İran’a karşı uyguladığı türden maksimum baskı yaptırımları uyguladı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, İran ve Rusya’nın ticaret ve silah anlaşmaları yaptığı ve İran’ın Ukrayna seferberliği için Moskova’ya insansız hava araçları sağladığı iddiasıyla yeni bir Yaptırım Ekseni oluştu.

Suudi Arabistan’a gelince, fiili lideri Veliaht Prens Muhammed bin Salman son zamanlarda daha iyi danışmanlar edinmiş görünüyor. Mart 2015’te komşu ülke Yemen’de, Şii Zeydi “Allah’ın Yardımcıları” ya da Husi isyancıların ülkenin kalabalık kuzey bölgesini ele geçirmesi yıkıcı ve tahrip edici bir savaş başlattı. Suudiler öncelikle bir gerilla gücüne karşı hava gücü kullandıkları için kampanyalarının başarısız olması kaçınılmazdı. Bunun üzerine Suudi yönetimi Husilerin yükselişini ve direncini İranlılara bağladı. İran gerçekten de Allah’ın Yardımcıları’na bir miktar para sağlamış ve silah kaçakçılığı yapmış olsa da Husiler Suudilere karşı uzun süredir şikayetleri olan yerel bir hareketti. Sekiz yıl sonra savaş yıkıcı bir çıkmaza girdi.

Suudiler ayrıca Arap dünyasının başka yerlerinde de İran’ın etkisine karşı koymaya çalışmış ve Suriye’deki iç savaşa, otokrat Beşar Esad hükümetine karşı köktendinci Selefi isyancıların yanında müdahale etmişti. 2013’te Lübnan’ın Şii Hizbullah milisleri Esad’ı desteklemek üzere savaşa katıldı ve 2015’te Rusya isyancıların yenilgisini sağlamak üzere hava gücü gönderdi. Çin de Esad’ı (askeri olarak olmasa da) desteklemiş ve ülkenin savaş sonrası yeniden inşasında sessiz bir rol oynamıştı. İran ve bölgesel müttefikleriyle gerilimi azaltmak için Çin’in aracılık ettiği son anlaşmanın bir parçası olarak Suudi Arabistan, Esad hükümetini Arap Birliği üyeliğine geri döndürme kararına öncülük etti (2011’de Arap Baharı isyanlarının zirvesinde ihraç edilmişti).

2019’un sonlarına doğru, Abkayk rafinerilerine yapılan insansız hava aracı saldırısının ardından, Bin Selman’ın İran’la olan bölgesel mücadelesini kaybettiği belli olmuştu ve Suudi Arabistan bir çıkış yolu aramaya başladı. Diğer şeylerin yanı sıra Suudiler, dönemin Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’ye ulaşarak İranlılarla (iletişim için) arabulucu olmasını istedi. O da İran Devrim Muhafızları Kudüs Tugayı Komutanı General Kasım Süleymani’yi Suud Hanedanı ile yeni bir ilişkiyi değerlendirmek üzere Bağdat’a davet etti.

Çok az kişinin unutacağı üzere, 3 Ocak 2020’de Süleymani sivil bir uçakla Irak’a geldi ve Amerikalıları öldürmeye geldiğini iddia eden Başkan Trump’ın emriyle Bağdat Uluslararası Havalimanı’nda bir Amerikan insansız hava aracı saldırısıyla öldürüldü. Trump, Suudilerle yakınlaşmayı engellemek mi istiyordu? Ne de olsa bu ülkeyi ve diğer Körfez ülkelerini İsrail ile birlikte, İran karşıtı bir ittifaka çekmek damadı Jared Kushner’in “İbrahim Anlaşmaları”nın merkezinde yer alıyordu.

Çin’in yükselişi, Amerika’nın çöküşü

Washington artık istenmeyen kişi. İranlılar arabulucu olarak Amerikalılara asla güvenmeyeceklerdi. Suudiler, başka bir Hellfire füzesine eşdeğer bir füzenin ateşlenmesi korkusuyla onlara müzakerelerini anlatmaktan çekinmiş olmalı. 2022 sona ererken Başkan Xi, İran’la ilişkilerin açıkça bir konuşma konusu olduğu Suudi başkenti Riyad’ı fiilen ziyaret etti. Çin Dışişleri Bakanlığına göre, Başkan Xi’nin Körfez’deki iki rakip arasında arabuluculuk yapma konusunda kişisel taahhüt geliştirirken İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi Şubat ayında Pekin’e gitti. Şimdi, yükselen bir Çin, “bölge dışındaki bazı büyük ülkelerin” “kişisel çıkar” nedeniyle “Orta Doğu’da uzun vadeli istikrarsızlığa” neden olduğundan şikâyet ederken, diğer Orta Doğu ülkeleri arasında arabuluculuk teklif ediyor.

Çin’in bir arabulucu olarak yeni önemi, yakında Yemen ve Sudan’daki gibi çatışmalara kadar uzanabilir. Gözü Avrasya, Orta Doğu ve Afrika’ya diken ve dünyadaki yükselen güç olan Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni engelleyebilecek herhangi bir anlaşmazlığın olabildiğince barışçıl bir şekilde çözülmesi için açıkça istekli.

Çin, üç uçak gemisi saldırı grubuna sahip olmanın eşiğinde olmasına rağmen, bunlar evlerinin yakınında faaliyet göstermeye devam ediyor ve Amerika’nın Orta Doğu’da Çin askeri varlığına ilişkin korkuları şu ana kadar temelsiz.

Suudi Arabistan ve İran’da olduğu gibi iki tarafın da çatışmadan bıktığı bir yerde, Pekin artık açıkça dürüst arabulucu rolünü oynamaya hazır. Bununla birlikte, bu ülkeler arasındaki ilişkileri yeniden tesis etme konusundaki olağanüstü diplomatik başarısı, yükselen bir Orta Doğu gücü olarak konumundan ziyade, otuz yıllık sahte vaatler (Oslo), fiyaskolar (Irak) ve geriye dönüp bakıldığında artık çoktan vadesi dolmuş bir dizi alaycı emperyal böl-yönet taktiğinden daha önemli bir şeye dayanmadığı görülen kaprisli politikalardan sonra Amerika’nın bölgesel güvenilirliğindeki şaşırtıcı düşüşü yansıtıyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version