Aşağıda bu sütunda genellikle karşılaştıklarınızdan daha kısa bir yazı bulacaksınız. Bu makale 25 Ekim’de İzvestiya’da yayınlandı; derhal Dışişleri Bakanlığı’nın telegram kanalında paylaşıldı. Her ne kadar “görüş” hashtag’ı düşülmüş olsa da, gerek yazarının işgal ettiği makam, gerek resmi olarak paylaşılmış olması, burada ifade edilen “görüşün” aslında doğrudan doğruya bakanlık yönetiminin görüşü olduğunu yeterince açıklıkla gösteriyor. Üstelik bu, son bir hafta içinde bakanlık resmi hesabı tarafından Karpoviç’e verilen ikinci referans.
Yazıda en çok dikkat çeken görüş, Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesinin Rusya açısından beklenmedik olmadığı değil. Dahası, belli ki, yazının yazılış, yayınlanış ve referans veriliş amacı da bu değil. Yazı, “Rusya’nın uzman çevrelerinde Erdoğan çizgisinin bazı gayretkeş hayranlarını” eleştirmek, hatta denebilir ki onlarla alay etmek için yazılmış. Altı çizilen basit mantık örgüsü şundan ibaret: Erdoğan ikili ilişkileri çatışmaya çevirmemek için son derece ihtiyatlı davranmakla birlikte Türkiye neticede NATO üyesi ve NATO, Rusya’ya düşman bir ittifaktır; dolayısıyla Türkiye’yle siyasi ilişkiler bu basit gerçek göz ardı edilerek tasarlanamaz veya tasarlanmasını istemek gibi bir naifliğe düşülemez.
* * *
Türk salıncağı
Oleg Karpoviç, Rusya Dışişleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi Rektör Yardımcısı
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç’in NATO’ya girmesine en nihayet resmi onay verme kararı beklenmedik değildi. Ankara daha yazın Stockholm’ün Kuzey Atlantik ittifakına katılmasını bloke etmekten vazgeçmeye hazır olduğunu açıklamıştı. Türk usulü bu “gemide isyan” daha en başından geçici bir tedbire benziyordu; bu tedbir bir yandan cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde ülke içindeki batı karşıtı seçmenleri seferber etmeyi, diğer yandan ise Türkiye’nin Brüksel ve Washington ile ilişkilerindeki pozisyonunu güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Erdoğan her iki soruna da çözüm bulmayı başardı: hem seçim sonuçlarında kesin bir zafer, hem de Avrupalı ve Amerikalı ortakların açıklamalarındaki eleştiri çapının daralması. Üstelik Ankara bölgedeki pozisyonlarını da güçlendirmeye devam ediyor: Karabağ krizinin sonucu aslında Türkiyeli müttefiklerinin Bakü’ye sundukları askeri-siyasi destekle pek çok açıdan önceden belirlenmişti.
Ama Filistin-İsrail çatışması kıvılcımının çakası geleneksel olarak Hamas hareketiyle (yönetiminin bir bölümü İstanbul’da yerleşik) iyi ilişkiler içinde bulunan ama son yıllarda yahudi devletiyle diyaloğu geliştirmeyi de başaran Erdoğan ekibi için epey zorlu bir sınav haline geldi. Gerilim tırmanırken Türkiye durumun çözümü için teklifler sunan ilk ülkelerden biri oldu; bu teklifler her iki tarafa da önde gelen küresel ve bölgesel güçlerden bir takım güvenlik garantileri sunulmasını kapsıyordu. Şu ana kadar bunlar ne İsrail’de ne Gazze’de kabul gördü; ama Ankara’nın kendisi için son derece hassas olan bu ortamdaki diplomatik aktivitesi büyük bir dikkati hak ediyor.
Öte yandan, kolektif batının uzun vadede Hamas’ı yok etmeye odaklanmış olması Türkiye’yi zorlu bir tercihle karşı karşıya bırakıyor: ya bu radikal harekete desteğini kısacak ve Müslüman dünyanın bir kısmının sempatisinden olacak (Erdoğan çoktandır ve ısrarla bu dünyanın liderliği iddiasında), ya da ABD ve bütün o “İsrail’e destek” grubuyla ilişkilerini gene zora sokacak. Türk hükümeti şimdilik her iki tarafa da çokyönlü sinyaller göndererek dengelemeye çalışıyor. “İsveç meselesini” gündemden nihai olarak çıkarma kararı da batılı ortaklarına gösterilmiş sembolik bir sinyal gibi görünüyor: Ankara, NATO’da huzursuzluk uyandırma rolünden gönüllü olarak vazgeçiyor, ama bunu yaparken özel muamele bekliyor. Bu kapsamda, Yakındoğu krizinde pozisyon alma meselesinde de.
Bu olan bitenler Rusya için ilkesel bir önem taşımıyor. İsveç, Avrupa’da Washington tarafından inşa edilen askeri-siyasi sisteme zaten çoktan entegre olmuştu, bu yüzden onun ittifaka girmesi bölgesel güvenliğin genel mimarisinde hiçbir etkide bulunmayacak. Sadece, vergileri sosyal meselelerin veya mesela son derece yakıcı bir mesele olan yasadışı göçün çözülmesine değil de Baltık’ın hayali bir “Rus tehdidiyle” mücadelede daha çok militarizasyonuna gidecek olan İsveç vatandaşlarına acıyabiliriz.
Türkiye’ye gelince, Erdoğan’ın yeni manevraları bizi hiç de şaşırtamıyor. Türkiye liderinin siyasetinde devamlı vektörel salınımlara alışkınız. Bununla birlikte Erdoğan ikili ilişkileri doğrudan bir çatışma durumuna çevirmemek için de yeterince ihtiyatlı.
Ancak şimdi açığa çıktığı gibi Türkiye ve İsveç’in bu eğlenceli karşı karşıya gelişiyle süslü hikâyenin basit bir özeti, Rusya’daki uzman çevrelerinde Erdoğan çizgisinin bazı gayretkeş hayranlarının (bunlar çoktandır Ankara’yla çok daha sıkı bir yakınlaşmanın zaruri olduğuna dair soyut hayaller peşinde koşuyorlar) ateşli kafalarını serinletmeye yardımcı olabilir.
Geçmişin hatalarından kaçınmamıza ve gereksiz naifliğe, değerlendirmelerde ifrata varan duygusallıklara düşmeden stratejik sorunları çözmemize yardımcı olabilecek şey, bu tür karmaşık ortaklarla karşılıklı ilişkiye dair ayık ve rasyonel bir yaklaşımdır ve sadece budur.
Türkiye, standart dışı, çok vektörlü diplomasisine beslenen onca sempatiye rağmen NATO’nun önemli bir üyesi olarak kalmaya devam edecek. Ve NATO, Rusya’ya düşman, bize karşı hibrit savaş yürüten bir ittifaktır. Bu basit olguyu unutmaya ahlaken hakkımız yok.