DÜNYA BASINI

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Yayınlanma

Hasan Nasrallah Filistin’in kurtuluşu yolunda öldü

Ali Abunimah, The Electronic Intifada
28 Eylül 2024
Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in geçtiğimiz cuma günü Beyrut’un güney banliyösünde düzenlediği bombalı saldırıda Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak gibi görünüyor.

Zaten yapılmak istenen de tam olarak buydu.

(Cumartesi günü Hizbullah tarafından da doğrulanan) Nasrallah suikastı, Tel Aviv’in Gazze’deki soykırımına eşdeğer bir barbarlığa dönüşebilecek olan geniş çaplı Lübnan saldırısının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından geldi.

Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımın ardından hazmedilmesi dahi zor düşünceler.

Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin ve şimdi de bizzat örgütün liderinin peş peşe öldürülmesi…

Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortada.

Nasrallah’ın taktiksel ve stratejik düşünce yeteneği ile direniş ekseninin en önde gelen, en güven veren ve en çıkışsız zamanlarda dahi destekçilerine sonsuz bir ilham ve güven veren bir lider olduğu [tespiti] abartı değil.

İsrail, Washington ve bazı Arap başkentlerinde yaşanan coşku, Nasrallah’ın sayıca çok daha fazla olan destekçilerinin kederiyle aşılacaktır elbette.

Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda bir şüphe yok, zira sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın topyekûn kaynak seferberliği ile karşı karşıyalar.

Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacaktır.

Yine bu saldırılar Tel Aviv’in Gazze’de bir yıllık askeri başarısızlığı ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da yardımcı olacaktır.

Her ne kadar Hizbullah tarihi Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi direniş ekseninin İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor- üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken…

İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da yine pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Gazze’de bir yıldır devam eden ve şimdi İsrail’in Lübnan’a da sıçrattığı soykırım saldırılarının ardından hızla değişen mevcut durumun ve duygu selinin ortasında uzun vadeli bir perspektif koymak zor. Ancak sağlıklı bir analiz için bunu yapmak gerekiyor.

Şunu hatırlamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, en güçlü taraf- işgalci ya da sömürgeci- saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.

Tam da bu yüzden “şok ve dehşet” (1990’larda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıkça duyurulan) bir Batı, özellikle de Amerikan askeri doktrininin adıdır.

“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, ezici ve göz alıcı şiddet nümayişiyle karşı tarafı moral olarak çökertmeyi ve felç etmeyi hedefler.

Bu doktrininin planlayıcılarına göre asıl erek, “düşmanın algılarını ve olayları kavrayış yetisini öyle aşırı derecede zorlamaktır ki taktik ve stratejik seviyelerde herhangi bir şekilde direniş gösteremesin.”

Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz işte budur.

Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül saldırılarından yalnızca haftalar sonra Afganistan’a saldırdı ve Usame bin Ladin’i barındırdığı gerekçesiyle Taliban hükümetini hızla devirdi.

Bu hızlı başarının ardından artan Amerikan özgüveni, Washington’u bir sonraki projesine geçmeye teşvik edecekti: Mart 2003’teki Irak işgali.

Saddam Hüseyin çabucak devrildi; Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına almasıyla Başkan George W. Bush o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Tamamlandı” konuşmasını yaptı- ABD hem Afganistan’da hem de Irak’ta direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözler peşini bırakmayacaktı.

Bu hızlı zaferler, ya da öyle gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.

“Afganistan Belgeleri” sayesinde artık eminiz ki, Washington’daki savaş çığırtkanları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına kazandıkları yalanını söylediler.

Ve Amerika’nın Afganistan’dan çekildiği Ağustos 2021’e gelindiğinde, Kabil Havalimanı’nda yaşanan o onur kırıcı geri çekilme, tıpkı mağlup Amerikalıların Vietnam Saygon’daki ABD büyükelçiliğinin çatısından helikopterlerle tahliye edildiği kaotik sahnelere benziyordu.

İsrail söz konusu olduğunda da bu durum açıkça görülmekte. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal ettiğinde – bu saldırıya “Celile Barış Harekatı” adını vermişti- güçleri hızla kuzeye, Beyrut’a kadar ilerledi ve Siyonist yerleşimci devletin tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatarak işgal etti.

İsrail on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletmiş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ise sürgüne zorlamıştı. Ancak Tel Aviv’in gözünde, bu başarı kısa sürede başarısızlığa dönüştü.

Uzun süren işgal sırasında İsrail’e karşı direniş büyüdü, özellikle de İsrail işgali sırasında var olmayan bir örgüt olan Hizbullah’tan.

Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, İsrail Mayıs 2000’de işgal altındaki Güney Lübnan’dan yenilgiyle çekilene kadar, yirmi yıl boyunca İsrail işgal güçlerine yıpratıcı bir savaş yaşattı.

İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tamamen kontrol altına alındığına dair süreklileşen iddiaları hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.

Şimdiye kadar İsrail ve Amerika’nın kafa kafaya vererek kurduğu, yenilmiş bir Hamas’ın yerini Arap destekli Filistinli işbirlikçi bir başka gücün alacağı “ertesi gün” planlarının hepsi birden çöktü.

Tükenmiş bir İsrail’in Gazze’de devam eden başarısızlığını görmezden gelmek, kim bilir belki de İsrail’i Lübnan’da olağanüstü bir “başarı” aramaya iten faktörlerden biridir.

Dönüm noktası

Bu tokat etkisi yaratan içinde bulunduğumuz an, Batı destekli ırkçı, yerleşimci-sömürgeci Siyonizm’den kurtuluş için verilen uzun bölgesel savaşta bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırlık yağma ve dehşetine rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.

Aksine, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.

Nasrallah’ın Amerikan bombaları, Amerikan savaş uçakları ve muhtemelen Washington’un başkaca yardımlarıyla öldürülmesi, İsrail’in hayatta kalmak için dayandığı güç olan ABD’nin küresel gücünün aşağı doğru düşüşte olan seyrini değiştirmeyecektir.

Bir de tabii Siyonistlerin suikastı her zaman birincil taktik olarak kullandıklarını da hatırlamak gerek. Ancak onların savaşı yalnızca bireysel liderlere dönük değil, kararlılıkları kolayca söndürülemeyecek olan halkların tümünedir.

Nasrallah, selefi Abbas el Musavi’nin 1992 yılında İsrail tarafından öldürülmesinin ardından Hizbullah liderliğini üstlenmişti ve geçen yıllar boyunca örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce ulaştırdı.

Elbette bu güç tek bir kişinin iradesine değil, davaya derinden bağlı ve – Nasrallah’ın kendisinin de belirtmekten asla geri durmadığı gibi- kurtuluş yolunda büyük fedakarlıklar yapmaya istekli dirençli bir sosyal tabana dayanıyor.

Şayet İsrail ordusu “Hamas bir fikir, Hamas bir partidir” diyerek Hamas’ın yok edilemeyeceğini ima ediyorsa, o halde Hizbullah’ı ne yapacağız?

Belki de en ağır gerçek şu ki, Filistin’i ve bölgeyi Siyonizm’den kurtarma savaşı bölge halkları için Cezayir, Vietnam, Güney Afrika ve Avrupa-Amerikan imparatorluğu tarafından hedef alınan diğer özgürlük savaşlarından daha az acımasız olmayacak.

En nihayetinde işgalciler ve sömürgeciler olarak andıklarımız aynı ülkeler ve bu işgalci egemen sınıfların topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı besledikleri soykırım nefreti biraz olsun azalmadı.

Nasrallah’a gelince, o tıpkı kendisinden öncekiler gibi Filistin’i özgürleştirme yolunda canını verdi ve mücadele sürüyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version