Çevirmenin notu: Olaf Scholz hükümetinin, Almanya’nın savaş sonrası tarihinde sahip olduğu en başarısız hükümetlerden biri olduğu düşünülüyor. Uluslararası alanda sözlerinin dikkate alınma sıklığı azaldı; örneğin Scholz, Avrupa Parlamentosu’na açılış konuşması için geldiğinde salonun yarısı boş oluyor zira kimse ondan dikkat çekici açıklamalar beklemiyor. Merkel konusunda durum biraz daha farklıydı.
Scholz ve Dışişleri Bakanı Baerbock yönetimindeki Almanya, Washington’dan gelen her şeyi tekrarlayan, uluslararası sahnede önemsiz bir ülkeye dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya.
Ancak Scholz, Alman basının bile artık açıkça haber yaptığı koalisyonundaki kavgadan da anlaşılacağı üzere kontrolü kaybetti. Washington ve Brüksel’in öngördüğü ve Scholz hükümetinin öncü bir rol oynadığı Rusya karşıtı politikanın uygulanması göz ardı edilirse Scholz iç politika açısından da tek bir girişim başlatmadı. Ekonomi Bakanı Habeck’in Washington’a yaptığı ilk ziyareti sırasındaki “ABD’ye hizmette öncülük etmek” istediğine dair açıklaması hatırlatılmakta. Bu nedenle Almanların Scholz hakkındaki düşünceleri de net: ZDF televizyonunun Politbarometre’sine göre Almanların yüzde 71’i Scholz’un önemli siyasi konularda sözünü geçiremediğini düşünüyor. Yani Almanya’da kimsenin “patron” olarak görmediği —üstelik savaş sonrası dönemin en büyük ekonomik krizi yaşanırken— bir başbakan var.
Hükümetin sundukları ve bakanlarının Almanya’daki sıradan insanların sorunlarına karşı ne denli kibirle yaklaştıkları düşünüldüğünde, AfD’nin yükselişte olmasına şaşırmamak gerek. Bu durum en başta mülteciler söz konusu olduğunda daha da belirginleşiyor. Almanya’daki mültecilerin masrafları, barınma tahsis etmek zorunda olan kentler ve belediyeler tarafından karşılanıyor. Federal hükümet, kentlere ve belediyelere masrafların sadece bir kısmını geri öderken, aynı zamanda ülkeye giderek daha fazla mültecinin girmesine izin veriyor. 2023’ün ilk yarısında ülkede 2016’daki mülteci krizinin yaşandığı dönemdeki kadar mülteci vardı.
Ve 2015 yılında Almanya’da “Mülteciler hoş geldiniz” propagandası yapılırken, Politbarometre’ye göre Almanların yüzde 59’u artık mültecilerin sınır dışı edilmesine ilişkin daha katı kurallardan yana. Bu kesinlikle AfD’nin anketlerde yükselmesini sağlayan konulardan biri zira iktidar partileri tam tersini istiyor. Ve Almanya’da insanlar muhalefetteki CDU/CSU’ya da ürkek bir şekilde daha katı kuralları savunması halinde güvenmeyeceklerdir zira Merkel 2015’te sınırları açtığında CDU/CSU iktidardaydı. Alman ekonomisinin varoluşsal sorunları olduğu gerçeği artık o kadar bariz ki artık bu konuda soru soran bile yok.
Almanya’nın Avrupa kapitalizmi modeli tükendi
David Karas
Jacobin
8 Ağustos 2023
Angela Merkel’in iktidarı boyunca neoliberal Avrupa entegrasyonu Almanya’nın ihracata dayalı büyümesinin iskeletini oluşturmuştu. Ancak kıtadaki savaş ve bir dizi kriz bu modelin sınırlarını test etti ve Olaf Scholz hükümeti içinde ayrışmaları beraberinde getirdi.
Economist, Der Spiegel, Politico ya da Financial Times gibi liberal kalemler “kaçırdığınız fırsatlardan” yakınarak siyasi mirasınızı gömmek için çabalarken, bunu biraz kişisel algıladığınız için affedilebilirsiniz. Özellikle de adınız Angela Merkel ise ve hala Time’ın sizi “Hür Dünyanın Şansölyesi” olarak selamlayan o eski sayısına tutunuyorsanız durum daha da vahim.
Merkel’in Almanya’nın dümenindeki on altı yıllık görev süresi, Avrupa’nın neoliberal direncini gözler önüne serdi. Merkel’in uzun saltanatı, küresel mali çöküş, Avrupa borç krizi, Syriza referandumu, 2015 göç krizi, Brexit, Donald Trump ve Kovid-19’u kapsayan, sonsuz gibi görünen bir felaket döngüsünü halının altına süpürme sanatını mükemmelleştirdi.
Sanki bir işaretmiş gibi, 2021’in sonlarında sahneyi terk eder etmez siyasi dram patlak verdi: Vladimir Putin Ukrayna’yı işgal etti, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizmi duvara tosladı ve siyasi sistemi artık yönetilemez görünüyor. Daha geniş anlamda, bir zamanlar kıtanın neoliberal entegrasyonunun arkasında duran Avrupa siyasi konsensüsü bugün darmadağın olmuş durumda.
Merkel sonrası bir buçuk yılını geride bırakan Olaf Scholz liderliğindeki Alman hükümeti, o kadar derin bir ayrışma içinde ki bakanlar neredeyse her önemli politika girişiminde birbirleriyle çelişiyor. “Kırmızı” SPD (Sosyal Demokratlar), “sarı” şahin neoliberal FDP (Hür Demokratlar) ve Yeşiller’in renklerine atıfla “trafik lambası” koalisyonu olarak adlandırılan bu koalisyonda her parti Merkel’in mirasını yönetme konusunda farklı stratejileri destekliyor. Fosil yakıtların içten yanmalı motorlardan ya da ev ısıtma sistemlerinden aşamalı olarak çıkarılması, Avrupa’da kemer sıkma politikalarının canlandırılması ya da gömülmesi ya da tahmin edilebileceği üzere Ukrayna’daki çatışmanın nasıl ele alınacağı gibi konularda hükümet hiçbir konuda hemfikir görünmüyor.
Hür Demokratlar en azından tutarlı; mali kemer sıkma ve ordoliberal rekabet politikasına olan inatçı bağlılıkları, onları Almanya ve Avrupa’nın karbonsuzlaşma ajandasını desteklemek için kullanılan devlet teşviklerinin doğal düşmanı haline getiriyor. Hatta bu tür dogmalar, serbest piyasacı partiyi fosil yakıt lobileri ve karbonsuzlaştırmaya karşı popülist isyanlarla fiili bir ittifaka doğru itiyor.
Yeşillerin enerji lobisiyle uzlaşıları tabanlarının bir kısmını yabancılaştırmasıyla aynı şekilde dönüşümün işçi sınıfı Almanlar üzerindeki etkilerini göz ardı etmeleri de karbonsuzlaşmanın faturasını ödeyeceklerinden kaygı duyan daha geniş halk kesimlerini de yabancılaştırmayı başardı.
Sosyal Demokratlara gelince, Scholz’un kararsız liderliğinde parti, Merkel’den miras kalan statükoya yatırım yapmaya devam etti ve Alman ihracat sektörlerini rekabetçi tutmak adına yıkıcı yeşil sanayi politikası ihtiyacı ile mali titizlik ortodoksisine tavizler arasında şizofrenik bir şekilde gidip geldi. Bu üç partinin her birinin desteği bugün ulusal düzeyde yüzde 20 civarında oy alan aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ın gerisinde.
Bu ne sadece parti politikası ne de sadece Almanya’nın meselesi: Berlin’deki sıradan görünen demokratik çekişmelerin ardında ülkenin ihracata dayalı kapitalizmi ve uzun zamandır Almanya’nın makroekonomik tercihleri konusunda bir araç işlevi gören Avrupa Birliği için birbiriyle bağlantılı varoluşsal bir kriz yatıyor.
Tıpkı Almanya’nın Merkelci düzeni Scholzcu anarşiyle takas etmesi gibi, Avrupa Birliği de son kırk yıldır Avrupa entegrasyonunun neoliberal aşamasını sürdüren fikirlerin ve siyasi koalisyonların çöküşüyle karşı karşıya. Avrupa neoliberalizmini somutlaştıran siyasi dogmalar —“tüketici refahına” indirgenmiş rekabet politikası, mali kemer sıkma, enflasyon hedeflemesi, kuralsızlaşma ve daha da temelde kaynakların tahsisinde piyasaların etkinliğine duyulan dini inanç— son on yılda sorgulanmaya başlandı. İdeolojik çerçeveler parçalanırken, örgütlü sermaye, ulus devletler ve AB kurumları arasında uzun süredir gizlice depolitize edilmiş bir Avrupa entegrasyonu tarzını sürdüren siyasi koalisyon da yok oluyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin jeo-ekonomik sonuçları, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelinin krizi ve AB entegrasyonunun kendisi, neocon Robert Kagan ve Bungacast ekibinin “Tarihin Sonunun Sonu” (ABD hegemonyasına bağlı onlarca yıllık neoliberal uzlaşının ardından (jeo)politik ve ideolojik çatışmaların olağanüstü bir şekilde yeniden canlanması) olarak adlandırdığı şey konusunda birbirine bağlı bir Avrupa yayı oluşturuyor.
Bu çatışmaların neoliberalizmin kuğu gölü balesini mi yoksa onu sürdürmek adına gerekli olan artan şiddeti mi işaret ettiği bölücü bir sorun: yelpazenin her iki tarafında da neoliberal ölüme karşı süreklilik tartışması, Schrödinger’in kedisinden farklı olarak ya ölü ya da diri olan içsel olarak tutarlı bir sistem varsaydığında indirgeyicidir. Gerçek şu ki, kapitalizmde, neoliberal ya da başka türlü, çeşitli alt sistemler (kurumsal, siyasi, ideolojik) farklı değişim yörüngelerini takip edebilir ve ediyor, bu da çeşitli gerilim ve çelişkileri teşvik ediyor.
Fransız regülasyon teorisi (FRT), verili bir kapitalist birikim sistemi ile onu sürdüren düzenleme biçimi arasındaki sürtüşmelerden kaynaklanan kapitalist krizlerin bütün bir taksonomisini önermişti. Antonio Gramsci’nin “doğmak için mücadele eden yeni dünya” ile ilgili aynı, bağlayıcı olmayan alıntısını yeniden işleyen fikir yazılarının çiçek açan üslubuna ekleme dürtüsüne direnerek, Avrupa neoliberalizminin mevcut durumunu değerlendirmek adına daha verimli olacak egzersiz, ortaya çıkan bu krizleri tanımlar: Almanya’nın ihracata dayalı modelini uzun süredir Avrupa Birliği’nin kalbinde sabitleyen somut kurumlar, siyasi konfigürasyonlar ve ideolojiler düzeyinde değişim ve sürekliliği birbirinden ayırmak.
Kırılgan model
Almanya’nın ihracata dayalı birikim stratejisi uzun zamandır üç temel unsura dayanıyor: Birincisi, hâkim partiler, muhafazakâr küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ’ler) yanı sıra büyük, ihracata yönelik sanayi holdingleri ve imalat sektörlerindeki örgütlü emek kesimlerinin koalisyonu. İkinci olarak, Almanya’nın para, işgücü ve firmaları düzenleyen yerel kurumları AB seviyesine taşındı; Almanya’nın ücret baskısı modeli ve mali titizlik ve düşük enflasyona dönük ordoliberal taahhütler, AB’nin geri kalanına empoze edildi. Üçüncüsü, bölgesel ve küresel ticaret sistemleri Alman çokuluslu şirketlerine ucuz girdilere —Doğu Avrupalı işgücü, ucuz Rus enerjisi— ve Çin ve ABD’deki istikrarlı ihracat pazarlarına erişim sağladı. Bugün tüm bu sütunlar çatırdamış durumda.
Alman kapitalizmi, iç siyasi istikrarı için (Mittelstand olarak adlandırılan) KOBİ’lerle bağlantılı ordoliberal kanat ile küreselleşme ve Orta Avrupa’nın AB’ye entegrasyonundan istifade eden daha fırsatçı, büyük ihracatçı sanayi holdingleri arasında uzun süredir devam eden ideolojik ve siyasi bir uzlaşıya dayanıyordu.
Bu uzlaşı bozuldu: ihracata dönük sanayi kanadı, Alman sanayisinin ABD ve Çinli rakipleriyle rekabet edebilmesi için mali kısıtlamaların kaldırılması yönünde lobi faaliyetlerinde bulunsa da ordoliberal kanat kemer sıkma politikalarına bağlı kalmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dört yıl boyunca Ekonomi Bakanlığı, sanayi politikası teşebbüslerini, Mittelstand’ı stratejik açıdan marjinalleştirerek Almanya’nın sosyal blokunu yeniden dengeleme amaçlı bir araç olarak kullandı.
Liberal Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP) ile koalisyon ortakları arasında siyasi bir çatışma gibi görünen durum, aslında Alman sermayesinin devletin ve seçmenlerin farklı kesimleriyle alakalı farklı fraksiyonları arasındaki bir kırılma. Yakın zaman önce yapılan çalışmalar, Almanya’nın ihracat başarılarının paradoksal bir şekilde Alman finans ve sanayi sermayesi arasında boşanmaya yol açtığını göstermişti: Alman sanayi firmaları eskiden yerel bankalara güvenirken artık kendilerini uluslararası sermaye piyasalarında finanse ediyor, Alman bankaları da yurt dışına yatırım yapmayı tercih ediyor.
İkincisi, AB uzun süre Almanya’nın ihracat-büyüme gücüne dışsal bir iskele sağlamış olsa da Avrupa entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerindeki neoliberal uzlaşı bugün tükendi. AB, kapitalizmin yirmi yedi farklı ulusal modelinden oluşan bir birlik olabilir ama Almanya, sadece büyüklüğü nedeniyle eşitler arasında birinci değil, yerel kurumları tüm birliğin düzenleyici çerçevesini büyük ölçüde şekillendiren bir kapitalist devlet.
1986 Avrupa Tek Senedi* ile 2007 küresel mali krizi arasında, AB entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerinde neoliberal bir uzlaşı hâkim oldu ve organize sermayenin, çekirdek AB üye ülkelerinin ve Komisyon’un çıkarlarını uzlaştırdı. 1980’lerin ortalarında bu ittifak, özelleştirme, kuralsızlaşma ve ulusötesi birleşmelerin Avrupa’daki durgun büyüme ve rekabetçiliği canlandırmaya dair en iyi umutlar olduğu ortak fikri etrafında şekillendi.
Organize sermayenin yanı sıra iki aktör de önemli ölçüde fayda sağladı: Bunlardan ilki, para, ücretler ve firmaların yönetimine ilişkin iç politika tercihleri mali kemer sıkma, anti-enflasyonist para politikası, ücretlerin bastırılması ve ordoliberal rekabet politikası yoluyla AB düzeyine taşınan Almanya’ydı. Bu da Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelini etkin bir şekilde Avrupalılaştırdı. İkinci faydalanıcı ise Komisyon oldu; ekabetin önündeki kısıtlamaları belirleyip kaldırarak AB entegrasyonunu yönlendirme yetkisi, Komisyon’un göreli özerkliğini kayda değer ölçüde artırdı.
Buna karşın bugün, mali kemer sıkma konusundaki uzlaşının yerini AB’nin kamu harcamaları üzerindeki Avusturyacı frenlerine karşı halk isyanları ile mali titizliği yeniden empoze etmeye ve “acil durum Keynesçiliği” sayfasını kapatmaya çalışan bir ortodoksi arasındaki savaş alanı aldı. Bir zamanlar Avrupa’nın neoliberal uzlaşısının kalbi olan AB rekabet politikası, şimdi onu Avrupa’nın rekabetçiliğine giydirilmiş bir deli gömleği olarak nitelendiren Fransız ve Alman hükümetleri tarafından olağanüstü bir şekilde reddedildi. Daha da temelde, Komisyon’un yetkilerini genişleten “gizli” federalizme şimdi çekirdek üye ülkeler şiddetle karşı çıkıyor: Berlin, Paris ve Brüksel, Avrupa’nın egemenliğinden ve “stratejik özerklikten” söz etse de Avrupa’da meşru egemenin kim olduğunu ve kimin özerkliğinin artırılması gerektiğini tanımlama konusunda (Komisyon’un mu, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi’nin mi yoksa üye ülkelerin mi?) bariz bir çekişme yaşanıyor.
Uzun zamandır hâkim olan görüş, krizlerin egemen ulus devletleri kolektif eylem sorunlarının üstesinden gelmeye çalışırken yetkilerini ve kaynaklarını bir araya getirmeye zorlayarak AB’yi mekanik bir şekilde federalist bir yola iteceğini varsayıyordu. Fakat federal bir geleceğe doğru “ilerleyemeyen” Avrupa Birliği fikri Brexit, Kovid-19 ve kıtadaki mevcut savaşla ciddi bir teste tabi oldu. Son on beş yılın sürekli kriz yönetimi, bilakis Komisyon’u marjinalleştirdi ve Avrupa Konseyi’ni —ve dolayısıyla ulusal liderleri—AB’nin etkin idarecileri olarak güçlendirdi (Merkel fiili başkandı). 1980’lerde Komisyon’a emanet edilen teknokratik düzenleyici yakınsama yoluyla Avrupa entegrasyonunu öngören konsensüs büyük ölçüde tükendi. Ancak bugün AB’nin mevcut güçlüklerle başa çıkabilmek için yetkilerini derinleştirme çağrısı, Avrupa başkentlerinde Komisyon’a ekstra yetkiler verilmesine karşı güçlü bir muhalefetle birleşmiş durumda.
Son olarak, Almanya’nın ucuz girdilere ve istikrarlı ihracat pazarlarına erişimi maddi olarak kısıtlandı. Alman sanayi tedarik zincirleri, dikkate değer bir Orta Avrupa kümelenmesi ile ulusötesi ağları: 1990’lar ve 2000’ler boyunca Almanya, Doğu Asya sanayisinin rekabetçi baskısına, ücret ve enerji maliyetlerini sıkıştırmak için düşük katma değerli üretim segmentlerini sosyalizm sonrası Orta Avrupa ülkelerine dış kaynak kullanarak adapte oldu. Alman çokuluslu şirketleri için Orta Avrupa sadece ucuz işgücü değil, aynı zamanda Rus fosil yakıtlarına dayanan düşük maliyetli bir enerji altyapısı da sağlıyordu.
Bugün, 2022 enerji fiyat şokunun etkileri apaçık ortada: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından enerji fiyatları Avrupa’da ABD veya Çin’den çok daha fazla arttı ve en başta enerji yoğun imalat ihracat sektörlerinin fiyat rekabetçiliğini vurgu.
İkinci bir konu da Almanya ve Orta Avrupa’da ciddi boyutlara ulaşan işgücü açığı. Son tahminlere göre Almanya’nın kendi ülkesindeki işgücü açığını kapatabilmesi için yılda dört yüz bin kişilik istikrarlı bir net göç dengesine (yani gelenlerin gidenlerden daha fazla olması) ihtiyacı var. Nüfus azalması, yaşlanan demografik yapı ve düşük ücret, bugün Alman sanayisinin hinterlandı olarak işlev gören Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tipik profilini oluşturuyor.
Dikkat çekici bir şekilde, Orta Avrupa’daki nüfus azalmasının bir sonucu olarak ücretlerde seküler bir artış yaşandı ve bu da bölgenin önemli bir karşılaştırmalı avantajını zayıflattı. Teoride bu, örgütlü emek için daha iyi bir kaldıraç anlamına gelmeli ama pratikte Orta Avrupa, emek ve doğal kaynakların sömürüsünü —radikalleşmiş emek karşıtı mevzuat, kurumlar vergisi oranlarında dibe doğru yarış ve AB dışından uysal ve düşük ücretli işgücü ithal etmeye yönelik ikili anlaşmaların çoğalması— iki katına çıkararak Alman sermayesine kenetlemeye dönük umutsuz tedbirlerin laboratuvarı haline geldi.
Değişen rota
Şu an yükselen sesler, Almanya’nın ihracata dayalı birikim sisteminin mevcut haliyle sürdürülebilir olmayabileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Sonuçta hem ülke içinde hem de daha geniş anlamda Avrupa’da bu sistemi destekleyen kurumlar, siyasi ittifaklar, ideolojiler ve altyapılar derin krizlerle karşı karşıya. Önümüzde iki ana senaryo var: ya Almanya ve AB düzeyinde yeni kurumsal, siyasi ve ideolojik yapılandırmalar ihracata dayalı büyümeyi ayakta tutmanın bir yolunu bulacak ya da bu birikim sistemi çökecek.
İlk senaryoda, neoliberal restorasyon mevcut zorlukların üstesinden gelmek için yeterli olmayacaktır; mevcut durumda Budapeşte’den Berlin’e veya Roma’ya, Küresel Güney’den düşük ücretlerle, asgari çalışma haklarıyla ve yurttaşlık haklarından açıkça dışlanarak kısa süreli, sendikasızlaştırılmış geçici işçi kitlelerini ithal etmeye dönük yeni yasal çerçevelerin normalleşmesi, Avrupa-Alman ihracat liderliğindeki modeli yeniden canlandırmak için gerekli olacak distopik yeniliklerin sadece bir örneği.
İkinci senaryo ise bu birikim sisteminin çökmesi; işgücü, yabancı teknoloji, enerji ve doğal kaynaklar gibi girdilere erişim, küresel ABD-Çin rekabetine yakalanan Avrupalı firmalar açısından önemli ölçüde kısıtlanabilir. Avrupa’nın Çin ve Amerikan ihracat pazarlarına erişimi de ciddi şekilde kısıtlanabilir; ya da tersine, bu pazarlar çok cazipse ve bir değiş tokuş söz konusuysa, AB firmaları Avrupa’daki dayanaklarını feda etmeyi tercih edebilir. Siyasi açıdan Avrupa’da sağ, ilk senaryo için gerekli koşulları yaratmaya çoktan başlamış durumda: buna karşı koymak ve bir alternatif önermek ise sola düşüyor.
(*) Avrupa Birliği tek pazarını ve Avrupa Politik İş Birliğini resmen başlatan Roma Antlaşmasında köklü değişiklikler yapan antlaşma. Senet, 17 Şubat 1986 tarihinde Lüksemburg’da, 28 Şubat 1986 yılında da Lahey’de imzalandı. (ç.n.)