Avrupa Parlamentosu seçimleri tam bir siyasal deprem etkisi yaratmışa benziyor. Göstere göstere gelmesine rağmen uzmanlar özellikle de Avrupa’daki kurulu düzenden beslenen liberaller yıkımın bu derece olacağını muhtemelen beklemediler. Şimdilerde abartmamak lazım savunmasına geçtilerse de mızrak çuvala girecek gibi görünmüyor. Peş peşe gelmesi beklenen genel parlamento seçimlerinde de benzeri sonuçlar ortaya çıkarsa başka bir Avrupa, başka bir AB ve hatta Trump’ın Vaşington’da iktidar olmasıyla da birleşirse başka bir Transatlantik düzeninden bahsetmek durumunda kalabiliriz.
Fransa’da Ulusal Cephe (Front National) olarak başlayan ve adını son yıllarda Ulusal Birlik (Rassemblement National) olarak değiştiren siyasal parti Macron’un partisinin iki mislinden fazla oy alırken, Almanya’da kurulu düzenin korkulu rüyası Almanya için Alternatif (Alternative für Deutchland – AfD) ikinci büyük parti haline geldi. Yine Almanya’da Yeşiller ve Sosyal Demokratlar gibi Amerikan tarzı ve savaş kışkırtıcısı sol partiler hezimete uğrarken ilk defa seçime giren Sahra Wagenknecht’in gerçek sol alternatifi yüzde altı civarında oy aldı. Hollanda ve İtalya’da benzer sonuçlar zaten önceden genel parlamento seçimlerinde ortaya çıkmıştı.
NEOLİBERAL AVRUPA’NIN SONU MU?
Batı’dan aldığı haber ve yorumları süzgeçten geçirme aşamasına (henüz) gelemeyen belki gelmek de istemeyen Türk medyasına göre bu partilerin hepsi aşırı sağ. Bu yaftalama aslında Amerika ve Avrupa’daki neoliberal düzenin sahiplerinin ve o düzenden beslenenlerin uydurduğu bir şey olsa gerek. Gelişmiş Batılı ülkelerin hemen hepsinde zengin kesimler daha da zenginleşirken milli gelirden aldığı pay sürekli azalan kesimlerin giderek fakirleştirmekte olduğu yönündeki eleştirilere/tespitlere rağmen çare olacak hiçbir sosyo-ekonomik politikaya başvurulmaması bugün yaşananların alt yapısını oluşturdu. Ukrayna savaşı ile birlikte Rusya’ya uygulanan yaptırımlar yaşlı kıtayı ucuz enerjiden mahrum bırakırken sanayi üretimini epeyce zora soktu. Halkın başta doğal gaz olmak üzere kullandığı enerji faturası da katlamalı arttı. Zaten kronik hale gelmiş bulunan işsizlik pahalı enerjiyle birleşince ortaya çıkan eksi büyüme sarmalının başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’yı şiddetle sarsmakta olduğu görülebiliyordu.
Birbirleriyle her konuda birebir uyum içerisinde olmadığı belirgin olan ve kolaycılıkla aşırı sağ diye tanımlanan bu partilerin hepsinin seçmen tabanları göreceli fakir kesimler. Uluslararası ilişkiler açısından ele alındığında, İtalya’da iktidarda olan Giorgiana Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri (Brothers of Italy) partisi hariç hemen hepsi Ukrayna savaşının sürdürülmesine karşı görünüyor; çünkü bu savaş Avrupa ekonomilerini kelimenin tam anlamıyla alt-üst etmiş durumda. Bir yandan Rusya’dan ucuz enerji alımını durdurmanın yarattığı girdi maliyetleri artışı sorunu ve bunun tabii sonucu olan işsizlik vs. bir yandan da Ukrayna’ya yapılan maddi yardımlar Avrupa halkları arasında infiale sebep oluyor. Amerika’da Trump’ın yükselişinde de benzeri eğilimlerini görebildiğimiz bu gidişat Kıta Avrupası’nda halkların tahammül kapasitesinin epeyce ötesine taşmış görünüyor. Dolayısıyla halklar ve destekledikleri aşırı sağ diye damgalanan partiler savaş istemiyorlar. Savaş kışkırtıcısı partilere liberal, demokrat gibi daha cazip isimlendirmeler bulunurken savaş istemeyen ve Ukrayna sorununun müzakerelerle çözülmesinden yana olan partilere aşırı sağ suçlaması yapılması siyaset bilimcilerin üzerinde uzun uzun durmalarını gerektirecek bir dönemden geçmekte olduğumuza işaret ediyor.
YÜKSELEN PARTİLERİN ORTAK PAYDALARINDAN BİRİSİ: AVRUPA BİRLİĞİ KARŞITLIĞI
Yükselen siyasal partilerin ortak özelliklerinden birisi de göç ve göçmen karşıtlığı. Hatta özellikle Fransa, Almanya ve Hollanda’da söz konusu siyasal hareketlerin başlangıcı ve yükselişinde göç ve göçmen karşıtlığının çok önemli bir payı olduğuna hiç şüphe yok. Bu partilerin iktidar olmaları halinde sınırlarını göçe daha sıkı kapatmak isteyeceklerini söylemek mümkün; ancak bunu tam olarak nasıl yapacaklarını bilemiyoruz. Örneğin yeni gelenlere sınırlarını kapatma konusunda ilave tedbirler almak isteyecekleri yeterince açık; fakat bu ülkelerde yerleşik, onlarca yıldır yaşayan; ancak buna rağmen hala yabancı kabul edilen topluluklara ne yapacaklarını bilmiyoruz. Bazı liderler bunları da geldikleri ülkelere geri gönderecekmiş gibi konuşurken bazıları bu konuda kendilerini bağlayacak açıklamalar yapmaktan geri duruyorlar.
Öte yandan, bu partilerin iktidar olsalar bile göç ve göçmen politikalarını Avrupa Birliği bürokrasisine rağmen nasıl hayata geçirebilecekleri önemli bir soru işareti. Lüksemburg’daki Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın geçen hafta, yeni gelen göçmen dalgalarına sınırlarını tam olarak kapatan Macaristan’a yüz milyonlarca avro ceza verdiğini unutmamak gerekiyor. Kararları içtihat niteliğinde olan ve üye ülkelerin iç hukukunun üzerinde yer alan Avrupa Birliği Adalet Divanı acaba önümüzdeki günlerde benzeri politikalara yönelen bütün üye ülkelere de cezalar yağdıracak mıdır?
Bu soru ve cevabı söz konusu yaşlı kıtada yükselen yeni partilerin bir başka ortak yönünü de ortaya çıkarıyor, ki, bu da hepsinin Avrupa Birliği konusunda tamamen, büyük ölçüde veya kısmen karşıt bir tutum içinde olmaları. Avrupa bütünleşmesinin başlangıcındaki Altılar Avrupası (Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg)’nda yükselen AB karşıtlığının bu partiler iktidara geldiğinde hangi politikalara dönüşeceğini tümüyle tahmin edemeyebiliriz; ancak mevcut gidişattan, AB siyasal bütünleşmesinin bu projeyi halklara rağmen başlatan ve aksadığı her zaman kararlılıkla sürdüren Avrupa elitlerinin kafalarında kalacak bir idealin ötesine geçemeyeceğini söylemek mümkün. Altılar Avrupası içinde politikaya dönüşecek AB karşıtlığının çok önemli sonuçları olacağına hiç şüphe olamaz. Hatta Avrupa bütünleşmesinin dinamosu olan Almanya veya Fransa’da tek başına böyle bir hareketin iktidara gelmesi siyasal bütünleşmeyi ciddi bir şekilde aksatabilirdi. Oysa şimdi özellikle Fransa ve Almanya’da yükselen partilerin – Almanya’da Sahra (muhtemelen İran asıllı babasının verdiği Zehra ismi) Wagenknecht’in kurduğu sol parti de dahil – hepsinde AB karşıtlığı olabildiğince kuvvetli dozlarda gözlemlenebiliyor.
AMERİKA KARŞITLIĞI
Söz konusu partilerin neredeyse hepsinde – İtalya’da Meloni’nin partisi biraz istisna gibi; çünkü hükümet olan bu partinin göç ve göçmen karşıtlığı dışında verdiği mesajlar net değil – Amerika karşıtlığı dikkat çekiyor. Özellikle Ukrayna savaşı ile birlikte Avrupalı devletlerin kendi ulusal çıkarlarına tümüyle aykırı bir şekilde Amerika’nın yanında yer alarak mevcut savaşı demokrasilerle otokrasilerin/diktatörlüklerin mücadelesi gibi göstermeye çalışmaları halklarda yeterince karşılık bulamamış görünüyor. Amerika’nın kendisi bir dizi demokrasi dışı yönetimler ve rejimlerle gayet sıkı fıkı ilişkiler kurarken Ukrayna savaşını Avrupa hükümetlerine iyilerle kötüler arasındaki bir ölüm-kalım mücadelesi gibi sunması, öte yandan Rusya’dan alınmayan ucuz doğal gaz yerine kendi kaya gazını birkaç misli fiyatla satması bu iddiaların inandırıcılığını ortadan kaldırmış veya azaltmış durumda. Fransa ve Almanya’da yükselen partilerin Ukrayna savaşı konusunda bunları dile getirirken aynı zamanda Rusya ile iyi ilişkiler kurulmasını önermeleri ve Rusya’yı düşmanlaştıran politikaların Amerika-İngiltere ekseninde kotarıldığını ifade etmeleri hitap ettikleri halklarda epeyce alıcı bulmuş gibi.
Bu gidişatın genel parlamento ve başkanlık seçimlerinde de (özellikle Fransa) devamlılık göstermesi ihtimalinden ve çok kutuplu dünya düzeninin yerleştiği gerçeğinden hareketle Avrupa’daki bu hareketliliğin önce Ukrayna savaşı ve ardından da AB bütünleşmesi ve o bütünleşmenin oluşturduğu liberal demokrasiler üzerinde belirleyici etkiler yapacağına hiç şüphe olamaz. Amerika’da Trump’ın kazanması ve Ukrayna savaşına ilişkin olarak söylediklerini politikaya dönüştürmesi halinde savaşın kısa sürede sona ereceğini ve varılacak nihai uzlaşmanın Moskova’nın isteklerine epeyce yakın bir şekilde olacağını tahmin edebiliriz.
Böyle bir gelişmenin NATO üzerinde ve NATO içinde nasıl etkiler yaratacağına da ayrıca kafa yormak gerekir. Siyasal bütünleşme çizgisinden uzaklaşan, göç ve göçmen politikaları tamamen değişen bir Avrupa Birliği’nin ortak güvenlik ve dış politika oluşturmasının da pek kolay ol(a)mayacağı açıktır. Rusya ile iyi ilişkiler kuracak Almanya ve Fransa gibi ülkelerin kendi ulusal güvenlik politikalarını oluşturmaya başlaması dünya jeopolitiği üzerinde ciddi kırılmalar anlamına gelecektir; ama on yıl öncesinden bugünkü çok kutupluluğun adeta kıtalararası bir deprem şeklinde dünya jeopolitiğini şekillendireceğini söyleyen pek fazla kimse yok gibiydi. En azından Batı’da pek yoktu.
Durum böyleyken Türk liderlerin sakız çiğner gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinden dönmeyeceğini, sapmayacağını söylemeye devam etmesinin stratejik gelecek planlaması açısından hemen hemen hiçbir ciddiyeti olmadığı ortada. Bunun yerine gelişmeleri yakından takip ederek seçenekler üretmeye çalışmak lazım gelebilir. Örneğin kısa vadede kaçak göçmenlere dair AB ile imzaladığımız geri dönüş anlaşması veya orta vadede üye olmadığımız halde AB ile oluşturduğumuz gümrük birliği gibi konularda ne yapacağımıza, AB ile veya AB üyesi ülkelerle ekonomik/ticari ilişkilerimizi önceleyen nelere yoğunlaşmamız gerektiği konularına kafa yormak çok daha anlamlı ve faydalı olabilir.