Türkiye’de hayal tacirleri tarafından onlarca yıl boyunca en çok satılan konu muhtemelen AB üyeliği idi. 1980’lerde başlatılan hayal satışları 1990’larda hız kazandı ve mevcut hükümetin aşağı yukarı ilk on yılında zirve yaptı. Şu düzenlemeleri yaparsak AB’ye bir adım daha yaklaşıyor veya Kıbrıs sorununu çözersek neredeyse girmiş gibi oluyoruz propagandaları ortalıkta dolaştı durdu. AB konusu öylesine kocaman bir çöp torbası haline getirildi ki, içine ne atılsa sığıyordu. PKK’nın Türkiye’den talepleri AB müktesebatı çerçevesinde önce insan hakları ve özgürlükler açısından yapmamız gerekenler olarak sunulurken, sonradan iş neredeyse açık açık Türkiye’yi demokratikleştirmek adına federasyon tartışmalarına kadar götürüldü. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları o süreçte ensemizde boza pişirirken sürekli olarak Kıbrıs’tan askerlerinizi ne zaman çekeceksiniz veya Ege’de Yunanistan’ın tezlerini ne zaman tam olarak kabul ettiğinizi resmen kayda geçireceksiniz demeyi ihmal etmediler. Ermeni diasporası ve Ermeni iftiralarına arka çıkan çevreler de kendi gündemleriyle tam kadro nöbetteydiler. Televizyonlar ve gazetelerdeki uzman terörü o derece can sıkıcıydı ki, aklı başında herkes Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonunda işgale uğrayan Almanya, Japonya veya İtalya haline dönüştürüldüğünü, herkese karşı her şeyden sorumlu tutulduğunu görerek hayıflanıyordu. Aradaki tek fark şuydu: diğer ülkeler büyük bir savaşa, korkunç kayıplara ve yıkımlara sebep olmuşlar ve üstelik savaşı da kaybetmişlerdi. Fakat Türkiye demokratikleşme adına adeta savaşı kaybeden ülke muamelesine tabi tutulmuştu.
Avrupa Birliği’ne sığmayacak kadar büyük nüfusu, stratejik açıdan oldukça zor görünen coğrafyası ve daha da önemlisi kültürel olarak bir türlü kendisinden göremediği Türkiye’ye açıkça hayır diyemeyen veya demek istemeyen AB, Ankara ile onlarca yıl süren bir oyun oynadı. Müzakere süreci denilen o dönemde AB tarafının hazırladığı belgeleri dikkatli gözlerle takip eden herkesin hemen fark ettiği gibi amaç, Türkiye’yi belirli bir hazırlık ve müzakere sürecinin sonunda üye yapmak değil; tam tersine önünü kesmek için bütün tedbirleri almaktı ve bunu da yaptı.
17 ARALIK 2004 KARARLARI ve MÜZAKERE ÇERÇEVE BELGESİ
Örneğin Türkiye’ye müzakere tarihinin verildiği 16-17 Aralık AB zirve sonuçlarının 23. maddesi Türkiye’nin nasıl ve kabaca ne kadar sürede üye olacağına dair bir yol haritası sunmaktan çok uzaktı. AB genişleme sürecine ilk defa dahil edilen bir sözle müzakereler açık uçlu yürütülecek ve sonuç baştan garanti edilmeyecekti. Dahası Türkiye günün birinde kazaen üye olsa dahi -ki, bu neredeyse imkansız hale getirilmişti – bu üyelik adeta kuşa çevrilmişti; çünkü daimi derogasyonlar devrede olacaktı. Yani AB’nin bir takım hak ve kolaylıklarından bir üye devlet nihai olarak faydalanamayacaktı. Mesela Türkiye daimi olarak tarım politikaları ile yapısal politikaların dışında tutulacaktı yani kişi başına milli geliri diğer üyelerin çoğuna göre düşük olan Türkiye bu politikaların sağladığı fonlardan pay alamayacaktı. Oysa tam üye olan bir ülkenin bunların dışında tutulması normalde beş veya on yıl gibi geçici sürelerle sınırlandırılmalıydı. Nitekim 2004 yılında üye olan on ülke ile ilgili olarak on yıllık bir geçiş dönemi öngörülmüş; buna karşılık Türkiye için ise bu derogasyonlar daimi hale getirilmişti. Dahası, serbest dolaşım için de daimi derogasyondan bahsedilmekteydi. AB’nin emredici belgelerinden birisi olan bu zirve kararlarının içeriği daha da sertleştirilerek 2005 yılında müzakerelere başlayan Türkiye’ye Müzakere Çerçeve Belgesi olarak kabul ettirildi.
Bu belgede AB kurumlarının tavsiye kararları – örneğin AB Parlamentosu kararları vs. – da Türkiye için emredici hükümler haine getirildi ve başka şartlarla da takviye edildi. Türkiye 2004 yılında AB ile imzalamak zorunda kaldığı Uyum Protokolü’nü TBMM’den geçirerek uygulamaya koymak zorundaydı. Bunu yaptığı takdirde Kıbrıs adası ile ticaret Kıbrıs Cumhuriyeti adını kullanan korsan Rum devletinin gümrükleri üzerinden yapılmak durumunda olunacak ve KKTC bir tabela devleti haline gelecekti/getirilecekti. Ayrıca bu korsan devletin gemileri ve uçakları Türkiye’nin liman ve havaalanlarını da kullanabilecekti. Öte yandan zaten Müzakere Çerçeve Belgesi’ne göre AB üyesi olmuş olan bu korsan devleti Türkiye’nin tanıması ve büyükelçilik teati etmesi de emirler arasındaydı. Ermeni soykırımı iftiralarının tanınmasından, Ermenistan ile kapalı olan sınırların açılmasına kadar kabul edilemez ne varsa bu belgelere yedirilmişti. Amaç Türkiye’yi bir süre bu oyunda tutup elinden özellikle Kıbrıs ve Ege konuları başta olmak üzere önemli somut tavizler almak ve bu tür taleplerle bezdirdikten sonra Ankara’nın ‘alın birliğinizi başınıza çalın’ diyerek masadan kalmasını sağlamaktı. Bu amaca ulaşmak için bir de hazmetme kapasitesi eklenmişti belgelere. Buna göre Türkiye emredilen her şeyi yerine getirse bile, AB hazmetme kapasitesi yetersizliği dolayısıyla üyeliğe izin vermeyebilecekti.
Sonraki yıllarda ortaya saçılan Wikileaks belgeleri bu tezgahı gayet güzel ortaya koyan pek çok örnekle doluydu. Amerika, Avrupalı müttefiklerine Türkiye’nin bu aldatmacayla meşgul edilmesinin ne kadar önemli olduğunu belirtirken, AB sürecinden çıkan veya çıkarılan bir Türkiye’nin Amerika’nın başta Kürdistan inşası olmak üzere Orta Doğu’da yapmak istediği pek çok şeye karşı çıkacağını; ama AB’ye uyum sürecinde tutulan bir Türkiye’nin beklentilerle oyalanmasının bu tür riskleri azaltacağından söz ediyordu. Doğrusu sonuçta da aynen böyle oldu. Bu büyük oyunu yeterince anlamayan korsan Kıbrıs Rum devleti Uyum Protokolü’nü yürürlüğe koymamasından hareketle Türkiye’nin müzakere fasıllarından Gümrük Birliği ile alakalı olanları bloke ediverdi. İki yıl sonra patlak veren finansal kriz AB içerisinde başta Yunanistan olmak üzere önce güney ülkelerini sonra da AB’nin büyük bir bölümünü silkeleyince Türkiye açısından AB’nin yaldızları dökülmeye ve Ankara’nın üyelik şevk ve hevesi azalmaya başladı. Ardından mevcut iktidar partisi içinde başlayan hesaplaşmalar ve AB prangalarından kurtulan hükümetin Amerika’nın Orta Doğu’da kurmaya çalıştığı Kürdistan projesine itirazları başladı. Ve Türkiye-AB müzakereleri giderek sürdürülemez hale geldi ve durdu/durduruldu.
SÜREÇ ZEHİRLİ MADDELERLE DOLU
Şimdi bu süreci yeniden başlatmak isteniyormuş gibi açıklamalar yapılmasının amacı ne olabilir? Bu soruyu sormak zorundayız; çünkü AB tarafı yanılıp da bu süreci yeniden başlatmaya karar verse bile Rumların blokajı altındaki önemli fasılların açılması KKTC’yi Rumlara vermeye kalkışsak bile mümkün olmayabilir. Böyle bir dönem Annan Planı yıllarında ve sonrasında defalarca denendi. Bugünkü hükümet o zaman izlediği politikalarla KKTC’yi çoktan gözden çıkarmış ama elden çıkaramamıştı. Rum-Yunan tarafı Türkiye’yi taviz verecek gibi gördüklerinde taleplerini ve beklentilerini o kadar yükseltirler ki, sonuçta Ankara taviz veremez hale gelir. Rahmetli Denktaş’ın özlü sözüyle ifade ettiği gibi, Rum-Yunan fanatizmi sayesinde bugüne kadar büyük hatalar yapamadık.
Özetle söylemek gerekirse, bugünkü müktesebat ile AB’ye üyelik yukarıda sayılan yapısal sebeplerden dolayı mümkün değildir. Kaldı ki, bu müktesebatın öngördüğü/tasarladığı bir üyelik ise diğer üye devletlerin üyeliğiyle mukayese edilemeyecek kadar yamuk yumuk bir üyelik olur. Tarım ve Yapısal politikalardan daimi olarak uzak tutulan, serbest dolaşım hakkı olmayan ve hatta söz konusu belgelerde ifade edildiği gibi AB kurumlarında nüfusuna oranla oy ve yetki sahibi edilmeyen bir Türkiye… O yıllarda bu gidişatı sürekli eleştirilebilen bir akademisyen olarak hep söyleyegeldiğim gibi, AB’nin o müktesebat ile Türkiye’yi üye yapması mevcut ilişkilerimizin AB üyeliği gibi satılmasından başka bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla bu sürecin dışına çıkılmış olması Türkiye’nin çıkarınadır ve yapılması gereken, uygun bir ortamda AB ile gümrük birliğini serbest ticaret anlaşmasına dönüştürerek AB’nin gümrük tarifelerini uygulama mecburiyetimizden kurtulmak olmalıdır.
Bazı aklı evveller AB konusunu dile getirirsek bunun Türkiye’ye Batı’dan sermaye ve doğrudan yatırım akışı sağlayacağını telkin ediyorlarsa, bunun doğru olmadığını da iyi bilmek gerekir. Türk tarafının bu yöndeki her açıklamasına AB tarafı olumsuz karşılık verdikçe Türkiye’nin uluslararası imajı olumsuz etkilenmektedir. Öte yandan AB ile müzakere sürecine yani AB’nin yumruk menziline yeniden giren bir Türkiye’nin bağımsız ve çıkarlarına uygun dış politika izleyebilmesinin mümkün olmadığını da biliyor olmalıyız. Hem AB’den bahsedip hem Kıbrıs’ta iki devletli çözümden söz etmek veya hem AB sürecine girip hem de ülke içinde PKK ve Suriye’deki PYD/YPG ile mücadele edebileceğimizi sanıyorsak büyük bir yanılgı içindeyiz demektir. Yok eğer çok kutupluluğu fırsata çevirerek AB’ye hızlı bir üyelik hayali peşindeysek, bunu o şekilde ifade etmek gereklidir; çünkü mevcut Türkiye-AB müktesebatı çöpe atılmadan böyle bir şey yapılamaz. Buradan bir üyelik beklemek de AB içerisindeki mevcut siyasi, kültürel atmosfer dikkate alındığında görünebilir bir gelecekte sadece bir hayalden ibarettir. Eğer zaten böyle bir zehirli sürece girme niyetimiz yok ve böyle bir hayal dünyasında değilsek o zaman da stratejik iletişim sorunları yaşıyor olabiliriz.