GÖRÜŞ

Çağdaş “çılgın adam” – 1: Teori

Yayınlanma

Yakın zamanda genç bir dostum savaşlarla dolu bir dünyada yaşadığı için ne kadar talihsiz olduğundan yakınmıştı. Hakikaten, şöyle bir düşününce hak vermemek mümkün değil gibi görünüyor: birinci Körfez savaşını milat kabul edersek eğer savaş sonrası emperyalizm tarihinin en kanlı dönemini yaşıyoruz hâlâ ve üstelik dökülen kan, amansız şiddet ve onu besleyen dehşet verici ideolojik saldırı her geçen gün daha da hız kazanıyor.

Ama tam da bu nedenle tam tersi de ileri sürülebilir: dünya korkunç felaketlerin eşiğinde öyle uzun zamandır düşmeden tepiniyor ki çok talihli olduğumuzu söylemek de mümkün. Sadece Ukrayna meselesinden söz etmiyorum. Liberal müdahaleciliğin başlangıcından bu yana yaşadığımız her “küçük” savaş, her yerel çatışma benzinlikte mangal çevirmeyi andırıyordu zaten; bugünse dinamit deposunda atış talimi yapmaya benziyor; nükleer savaş veya savaşlar ihtimali gitgide daha sık telaffuz ediliyor.

Bilinen dünyada caydırıcılık

ABD’nin nükleer caydırıcılık teorisinin kökleri Amerikan nükleer silah tehdidine karşı Sovyetler Birliği’nin ilk atom bombasını test ettiği 29 Ağustos 1949’a kadar dayanır. Ama bu teorinin en rafine biçimi Herman Kahn’ın 1962’de yayınlanan kitabında (Thinking of Unthinkable) bulunur. Kahn’ın ardından gelen benzerleri esasen sadece onu güncellemekle yetinmişlerdir.

Kahn şöyle demişti: “‘Karşılıklı sürpriz saldırı korkusunun’ (veya sürpriz ültimatomun) her zaman mevcut olduğu bir dünya, aynı zamanda çok az istikrarın olacağı bir dünyadır.” Dolayısıyla sürpriz ihtimalini ortadan kaldırmak gerekir; bunun da iki yolu vardır: ya tam bir nükleer silahsızlanmaya gideceksin (Sovyet siyasetidir  bu) ya da tam bir nükleer silahlanmaya gideceksin (bu da Amerikan siyasetidir). Kahn’ın teorisi, nükleer silahlanma tercihinin teorisidir ve tercihin ahlaki niteliği bir tarafa bu tercih çerçevesinde hiç de yanlış bir teori değildir. Daha sonraki dönemde nükleer silahların önlenmesi yerine serbest bırakılması yoluna gidilerek kimsenin düğmeye basmaya cesaret edemeyeceği bir dehşet dengesi oluşmasını bu teorinin sağlaması saymak gerekir.

Kahn teorisini şöyle geliştirir:

“… caydırıcılık sadece askeri yeteneklerle ilgili bir mesele değildir; inandırıcılık algılarıyla, yani karşı tarafın kişinin kararlılığı, cesareti ve ulusal hedeflerine ilişkin tahminleriyle de yakından ilgilidir. Eğer düşman sizin silahlarınızı kullanmayacağınıza (doğru bir şekilde) ikna olmuşsa, o zaman silahlarınızın ne kadar sofistike ya da güçlü olduğu önemli değildir. Birçok durumda, müttefiklerin ve diğerlerinin ne düşündüğü ya da ana rakiplerin ne düşündüğü vb. belirleyicidir.”

Zekice, davranış biliminin siyasetle ilişkisini kuruyor, ama elbette teorik bir devrim filan değil. Aslında Kahn da daha Truman döneminden beri uygulanmakta olan siyaseti teorize etmekle yetiniyordu. Yazdıkları, zaten yaptıkları şeylerdi.

Ama Kahn’ın önemi daha ziyade nükleerin avantajları yanında nükleer güçlerin artmasının dezavantajları üzerinde de durmasında yatar: yerel sorunlar silahlı çatışmalara daha büyük hızla evrilir, saldırganlık eğilimleri artar; daha fazla nükleer aktör olması kazara savaş ihtimalini artırır; taraflar savaş için  bahaneler üretebilir; devlet-dışı aktörlerin nükleer silaha sahip olma ihtimali artar. Dediğim gibi, Kahn’ın çalışması bildiğimiz dünyanın teorize edilmesinden ibarettir: mevcut nükleer güçler arasında nükleer dehşet dengesinin oluşturulması ve aynı zamanda nükleer tehdidin öngörülemez şekilde artacağı inancıyla yeni nükleer güçlere izin verilmemesi.

İzin verilmemelidir, çünkü (Kahn’a göre) nükleer kullanma eşiği zaten kendiliğinden düşüktür ve bu tehdidi önlemek için eşiği düşük tutmaya devam etmek gerekir. Başkalarının da  kulübe katılması kulübün yazılmamış kurallarında aşınmaya neden olabilir. Öte yandan, eğer taraflar yeterince kararlılık göstermezlerse de hasımlarını cesaretlendirebilir. Demek ki kulübün bir üyesi, o eşik aşıldığında bu silahları kullanma kararlılığına sahip olmalıdır: “Eğer düşman, sizin silahlarınızı kullanmayacağınızdan (haklı olarak) eminse, ne kadar sofistike ve güçlü silahlarınızın olduğunun önemi kalmaz.”

Eşiğin yükselmesinin avantajları

Peki ama, ya nükleer eşiğin yüksek olduğu kabulüne dayanırsak ne olur?

Tam da buna dayanan bir çalışma var. Adıyla da Kahn’ın kitabına gönderme yapıyor: “Thinking about the Unthinkable in a Highly Profilerated World”. Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS) tarafından 2016’da yayınlanmış. (Ben bu yazıyı yazarken CSIS Rusya’da Adalet Bakanlığı tarafından “istenmeyen örgüt” ilan edildi.)

CSIS’in raporu “yüksek seviyede nükleer silahlanmış bir dünya” tasarımı (mevcut 9 nükleer güce ek olarak Suudi Arabistan, İran, Türkiye, Güney Kore, Japonya ve Polonya) sunar ve bunu da bölgesel dinamiklere dayandırır. ABD’nin nükleer caydırıcılıkta yetersizliğinin artmasını bir olgu olarak alır ve bu durumda “güvenlik boşluklarının” ortaya çıkacağı sonucuna varır. Bu nedenle yerküredeki üç ana çatışma bölgesinde yeni nükleer güçler ortaya çıkacaktır. Ortadoğu ve Kuzeydoğu Asya için öngördüğü bölgesel dinamikler bizi şimdilik ilgilendirmiyor; ama Avrupa üzerine söylediklerini aktarmaya değer:

“Rusya, NATO diğer komşularına yönelik saldırgan ve provokatif tutumunu sürdürmeye devam ederken Avrupa devletlerinin karşı karşıya olduğu güvenlik riski soğuk savaşın ilk günlerindekine benziyor, ama kilit yapısal farklılıklar da var: ABD (bu 2030 sonrası varsayılan gelecekte) stratejik olarak angajmana girmiyor, Almanya ise kuvvet kullanmak söz konusu olduğunda hâlâ güçlüklerle karşı karşıya. Avrupa’nın ‘cephe hattı’ devletlerinin lideri olarak Polonya, daha erken dönemdeki Britanya ve Fransa gibi, nükleer bir kendine yeterlilik yoluna girebilir ve ABD bu kararı görmezden gelebilir, karşı çıkabilir veya gizlice destekleyebilir. Ortadoğu çıkışlı nükleer silahlanma baskısı altında bulunan Türkiye’nin Rusya ile tarihi ve giderek şiddetlenen rekabeti bu ülkeyi nükleer kapasite mülahazalarına yöneltebilir. Diğer bir başlıca aday da Almanya. … Daha tehditkâr bir Rusya Almanya’nın da böyle yapmasına neden olabilir.”

Bu ilginç çalışmanın aslında, ABD’nin nükleer caydırıcılığının zayıflamakta olduğundan hareketle yeni nükleer güçlerin ortaya çıkmasını fiili durum saydığı belli. Yani rapor, bu kaçınılmaz durumun önüne geçmek için fikir cimnastiği yapmıyor, tersine, yeni durumun ABD açısından olası avantajlarını (yaratacağı risk faktörlerini de; ama en çok avantajlarını ve onlara erişme yollarını) sıralıyor.

En önemlisi, daha fazla nükleer güçle sistemin daha istikrarsız, daha anarşik ve daha riskli hale geleceğini ve hatta “sınırlı nükleer savaşların” daha olası olduğunu kabul etmekle birlikte riski bütün tarafların göreceğini varsayıp nükleer eşiğinin aşılmasına yol açacak rekabet seviyesinin düşeceğini varsayıyor. Rapordaki formülasyonla: “daha düşük çatışma seviyelerinde daha büyük istikrarsızlık”.

Şöyle diyor:

“Kahn nükleer silah kullanımı için çok daha düşük bir eşik öngörürken, bu çalışma nükleer eşiğin daha belirgin kalacağını ve devletlerin nükleer cephaneliklerinin tırmanmayı caydıracağına (belki de boşuna) inanarak nükleer eşiğin altında çatışmaya girme eğiliminin daha yüksek olacağını ortaya koymuştur.”

Çok Okunanlar

Exit mobile version