DİPLOMASİ

FP, Erdoğan’ın dış politikasını böyle anlattı: Varacağı yer belli, sadece en iyi yolu bulmaya çalışıyor

Yayınlanma

Foreign Policy, Erdoğan liderliğindeki Türk dış politikasının ana hatlarını analiz eden bir makaleye yer verdi. Türk dış politikasını dört aşamada ele alan analize göre Erdoğan’ın üç temel dış politika hedefi; stratejik bağımsızlık, güç ve refah. Analiz, Erdoğan’ın “Türkiye’yi nereye götürmek istediğini bildiği, sadece oraya ulaşmanın en iyi yolunu denediği”ni söylüyor. Dışarıdan bakıldığında tutarsız gibi görünmesine rağmen detaylarına inildiğinde atılan her adımın hedefle uyumlu olduğunu belirten analiz  NATO zirvesindeki “politika karmaşasına” rağmen Erdoğan’ın tam olarak istediği şeyi aldığı görüşünde.

Analizde imzası bulunan Steven Cook, Türkiye’de yakından tanınan bir isim. Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) Ortadoğu ve Türkiye politikaları uzmanı. CFR’nin yayın organı olan ve bu analizin yayınlandığı Foreign Policy’nin de köşe yazarı. Steven Cook, Erdoğan’ın iktidara geldiği ilk dönemde hatta ondan daha önce 1990’lardan beri Türkiye’nin batı ittifakı açısından önemine vurgu yapan bir isim. Ancak bu vurgusu, Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerinin çıkmaza girdiği dönemde değişmeye başladı. Hatta bir dönem Türkiye’nin NATO üyeliğini bile sorguladı. Bu dönüşümde bozulan ABD-Türkiye ilişkileri kadar kuşkusuz Erdoğan’a yakın isimlerin kendisine yönelik suçlayıcı ifadeleri de etkili oldu.  

Son analizini, Erdoğan’ın dış politikadaki tutarlılığı üzerine kurarak “hakkını teslim etmesi” Washington’daki Erdoğan karşıtı havanın, kısmen mecburiyetten yumuşamaya başladığının da habercisi. ABD Orta Doğu’dan yavaş yavaş silinirken Orta Doğu’ya açılan bu kapının önemi Washington’da yeniden keşfedilmiş gibi duruyor.

***

Türkiye Aslında Ne İstiyor?

Steven A. Cook

NATO zirvesindeki politika karmaşasına rağmen Erdoğan dış politika hedeflerinde oldukça tutarlı davrandı.

Bu ayın başlarında Litvanya’nın Vilnius kentinde düzenlenen NATO zirvesinin sona ermesinden kısa bir süre sonra, Washington, D.C. banliyölerinde bir arkadaşımın evinde düzenlenen bir toplantıya katıldım. Arkadaşlarımın bira içip yengeç buğulama yediği yemek odasına girdiğimde içlerinden biri “İşte buradasın!” diye bağırdı ve bana “Erdoğan’ın Vilnius’ta ne yaptığını bana açıklayabilir misin?” diye sordu. Hemen arkamı döndüm ve odadan çıktım. Pazar günüydü ve haftalardır Türkiye ve NATO zirvesi ile ilgili soruları yanıtlıyordum.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetinin ne istediği konusunda insanların neden afalladığını anlamak kolay. Zirve öncesinde Türk lider, ABD Başkanı Joe Biden’a Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecine ilişkin uzun süredir askıya alınmış olan başvurusuna destek bildirisi gerektiğini söyledi ve bu destek bildirisini almadan İsveç’in Atlantik ittifakına katılma çabasına onay verilmesinin mümkün olmadığını ifade etti. Bu talep, demokratik İsveç’in Erdoğan’ın desteğini almak için yasalarını demokratik olmayan Türkiye’nin istekleri doğrultusunda değiştirdiği bir yıllık müzakerelerin ardından geldi.

Ankara’nın talebi Biden dahil hemen herkes için sürpriz oldu ama Vilnius’a vardıktan kısa bir süre sonra Türkler İsveç’in NATO üyeliğini kabul ettiklerini bildirerek herkesi bir kez daha şaşırttı. Aynı zamanda Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, Erdoğan ile bir araya geldiklerini ve AB-Türkiye “iş birliğini yeniden ön plana çıkarmak ve ilişkilere yeniden enerji kazandırmak” için “fırsatları incelediklerini” tweetledi.

Ancak Erdoğan’ın işi bitmemişti. Zirve sona erer ermez, Türkiye’nin iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) dış politika sözcüsü İsveç’in üyeliği konusunda geri adım atar gibi göründü ve Türkiye’nin aslında herkesin inandığı şeyi kabul etmediğini öne sürdü. Ne olursa olsun, İsveç’in üyeliği için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ekim ayında toplanmasını beklemek gerekecek.

Sıradan bir gözlemci için NATO zirvesi öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşanan tüm bu zikzaklar şaşırtıcı ve belki de değişken bir liderin ya da kaotik bir dış politikanın göstergesi gibi görünebilir. Ancak gerçek şu ki, Erdoğan dönemi boyunca Türkiye, peşinden gittiği üç temel dış politika hedefinde tutarlı olmuştur: stratejik bağımsızlık, güç ve refah.

Bu pek de dünyayı sarsacak bir durum değil, sonuçta bunlar hemen hemen tüm ülkelerin istediği özellikler. Ancak Erdoğan’ın iktidarda olduğu 20 yıl boyunca tasarladığı tüm değişikliklerle, tamamen iç politika güdümlü tutarsızlık gibi görünen bir stratejiyi ayırt etmek zor oldu. Yine de Erdoğan yönetimindeki Türk dış politikasının dört aşamasının detaylarına inildiğinde, liderin Türkiye’yi nereye götürmek istediğini bildiği, sadece oraya ulaşmanın en iyi yolunu denediği anlaşılıyor.

AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den bu yana Türk dış politikasında birbiriyle örtüşen dört aşama yaşandı ve bu aşamalar AB üyeliğine vurguyla başladı. Ankara daha sonra Avrupa’dan uzaklaşarak Türkiye’yi bir Orta Doğu gücü olarak konumlandırdı. Ancak cesurca bölgede liderlik arayışından sonra, Türkiye’nin stratejik konumu 2013’te radikal bir şekilde değişti. Sonuç olarak, Türkiye ve diğer Orta Doğu güçleri arasında neredeyse on yıl süren bir gerginlik dönemi yaşandı ve bu süre zarfında Erdoğan ve AKP Türkiye’yi bölgede demokrasi ve istikrar peşinde olan ilkesel bir aktör olarak temsil etti. Bu da bölge içinde yakınlaşmanın son aşamasına ve ABD ile Rusya arasında kasıtlı bir dengelemeye yol açtı.

Birinci aşamada Erdoğan ve AKP hedeflerine AB üyeliği yoluyla ulaşmaya çalıştı. Analistler arasında Erdoğan ve partisinin bloğa katılma konusunda ciddi olup olmadıkları konusunda şiddetli bir tartışma var, ancak üyeliğin Türkiye’nin refahını, gücünü ve bağımsızlığını nasıl artıracağını görmek zor değil.

Refah genellikle AB üyeliğiyle birlikte gelir; bu nedenle pek çok Türk, AKP’nin 2003 ve 2004 yıllarında gerçekleştirdiği ve Türkiye’yi AB standartlarıyla uyumlu hale getirmeyi amaçlayan anayasal ve yasal reformları daha bloğa katılmadan önce destekledi. AB’ye katılmanın ekonomik faydalarını anlamak için Ege’nin karşı kıyısındaki Yunanistan’a bakmaları yeterliydi. Elbette Yunanistan 2010’larda sarsıcı bir mali kriz yaşadı, ancak buna rağmen kişi başına düşen GSYİH’si Türkiye’nin iki katı. Türkiye’nin dünyanın en seçkin kulüplerinden birine üye olması, Ankara’nın küresel gücünü ve prestijini de artıracaktı.

Konu Türkiye’nin dış politikada bağımsızlığını geliştirmeye geldiğinde, AB üyeliği tartışması biraz çetrefilli bir hal alıyor. Ne de olsa bloğa üye olmak, devletlerin egemenliklerinin bir kısmını uluslar üstü kurumlara feda etmelerini gerektiriyor. Yine de AB üyeliği Türkiye’yi, genellikle bağımsız dış politikalar izleyen Birleşik Krallık (o zamanlar üyeydi), Fransa ve Almanya gibi Avrupa’daki büyük güçlerle aynı seviyeye getirecekti.

Türkiye’nin AB üyeliği, Avrupa’nın muhalefeti ve Türkiye’nin kararsızlığı nedeniyle hızlı bir şekilde sona erdi. Bu durum Ankara’nın bağımsızlık, güç ve refah arayışında bir değişime yol açtı.

Erdoğan ve AKP zaten Orta Doğu’da önemli bir rol oynamakla ilgileniyordu, ancak AB üyeliği ihtimalinin azaldığı 2005’ten sonra daha aktif hale geldiler. Ankara kendisini, özellikle İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki tutumu söz konusu olduğunda, bölgesel bir sorun giderici, problem çözücü ve hakikati söyleyen kişi olarak konumlandırdı. Türk dış politikasındaki bu aşama Nisan 2012’de dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun parlamenterlere verdiği demeçle doruğa ulaştı: “Yeni Orta Doğu’nun efendisi, lideri ve hizmetkârı olmaya devam edeceğiz… ve Türkiye’nin etrafında yeni bir barış, istikrar ve refah bölgesi oluşacak.”

Erdoğan bir süre için başarılı oldu. Türkiye ve Türk cumhurbaşkanının kendisi özellikle de Ankara Filistin davasıyla yakından ilişkili hale geldikçe, bölgede popülerdi. Washington’daki dış politika camiası, İslamcı siyasi güç birikiminin demokrasi ve ekonomik kalkınmayla uyumlu olabileceğini gösteren sözde Türk modeliyle ilgili konuşmalarla çalkalandı. Hatta yetkililerin ve analistlerin Arap dünyasında daha adil, açık ve demokratik toplumlar inşa etmek için kritik olduğuna inandıkları refahın teşvik edilmesine yardımcı olmak üzere Türkiye’nin kalkınma ajansı ile ABD arasında bir ortaklık kurulması bile tartışılıyordu. Bu ortaklık önemliydi çünkü bölge uzmanları Ankara’nın Orta Doğu’da Washington’un uzun zaman önce heba ettiği bir prestije sahip olduğuna inanıyordu.

Ancak Davutoğlu’nun TBMM’ye gelmesinden kısa bir süre sonra Türkiye bölgede bir dizi gerileme yaşadı. Türkler ABD’li muhataplarına, ortak din ve Osmanlı mirasının sağladığı kültürel yakınlık nedeniyle bölgeye dair özel bir kavrayışa sahip olduklarını söylemişlerdi, ancak ellerini fazla açık oynadılar ve bölgeyi yanlış okudular. Arap dünyasındaki pek çok kişi Erdoğan’a ve AKP’ye hayranlık duysa da Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’nun efendisi ya da lideri olmasını istemiyordu.

Ardından Temmuz 2013’ün başlarında Mısır ordusu, bir yıllık çalkantılı bir görev süresinin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirdi. Erdoğan ve AKP, Müslüman Kardeşler’e yakınlığıyla bilinen Mursi’ye büyük yatırımlar yapmıştı ve darbenin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından teşvik edilmesine ve ABD tarafından kabul edilmesine öfkelendiler.

Sonuç, Türk dış politikasında bir başka değişim oldu. Türkiye artık daha önce liderlik etmeye çalıştığı bölgeden ayrılarak stratejik bağımsızlık, güç ve refah arayışında olacaktı.

Türkiye, Müslüman Kardeşler liderlerine ve diğer Mısırlı muhaliflere sığınma ve iş kurma hakkı vererek Mısır’ın diktatörü ve darbe lideri Abdülfettah Es-Sisi’nin altını oydu. Ankara aynı zamanda Suudiler, Mısırlılar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin karşı çıktığı Libya’daki uluslararası tanınırlığa sahip hükümetin de hamisi oldu. Erdoğan Filistinlileri ve özellikle de Türk yetkililerin Türkiye’deki ofislerinden İsrail’e karşı operasyonlar yürütmesine izin verdiği Hamas’ı desteklemeye devam etti. Ve elbette Ankara, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Washington Post köşe yazarı Cemal Kaşıkçı cinayetindeki suçluluğunun ortaya çıkarılmasında önemli bir rol oynadı.

Tüm bunlarla birlikte Erdoğan ve AKP, dış politikalarının ilkeli bir politika olduğunu iddia edebilirler ki bu da bölgedeki hükümetlerin düşmanlığını kazanmalarına neden olsa da halkları nezdindeki prestijlerini artırdı. Erdoğan bunu yaparken Türkiye’nin, bölgedeki çatışma ve tartışmaların diğer tarafında olan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail’in en önemli üyeleri olduğu ABD liderliğindeki stratejik düzenden bağımsızlığının altını çizdi. Orta Doğu’nun bazı önemli ülkeleriyle Ankara’nın ilişkileri bozulmasına rağmen, özellikle başta İsrail ve Mısır ile ticari ilişkileri güçlü kalmaya devam etti.

Ancak 2021 yılına gelindiğinde, ülkenin prestijini ve Ankara’nın haklı olarak bir Akdeniz, Orta Doğu ve Müslüman gücü olduğu hissini artırmış olsa bile, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yaklaşımının sınırları netleşti.

Mısır, Yunanistan, Kıbrıs, İsrail, Fransa, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir koalisyon, Türkiye’nin güç kullanmasına karşı çıkmak için bir araya geldi. Bu dengeleme çabasının bir parçası da çekirdeğini Mısır, Yunanistan, (Güney) Kıbrıs ve İsrail’in oluşturduğu Doğu Akdeniz Gaz Forumu oldu. Forum pek çok açıdan ekonomik iş birliği maskesi altında geçici bir çok taraflı güvenlik koordinasyonuydu. Elbette bölgede çıkarılacak çok fazla gaz ve bu gazın pazara ulaştırılmasında bölgesel iş birliği için teşvikler var ancak Fransız donanması Kıbrıs yakınlarındaki sularda devriye gezerken Suudi, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve Yunan hava kuvvetlerinin Akdeniz semalarında birlikte tatbikat yaptığını fark etmemek zordu.

İzole edilmiş ve kendi yarattığı bir döviz kriziyle kuşatılmış olan Erdoğan, Türk dış politikasında bir başka değişiklik daha yaptı. Orta Doğu ile kavga etmenin artık maliyetine değmeyeceğine ve Suudiler, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrailliler ve Mısırlılarla yakınlaşmanın Basra Körfezi’nden yatırım ve Washington ile daha iyi ilişkiler getirebileceğine karar verdi.

Erdoğan Orta Doğu konusunda rota değiştirmiş olabilir ama Rusya’ya yaklaşımında tutarlı kaldı ve bu da Türkiye’nin bağımsızlığını tesis etme ve prestijini artırma arzusundan kaynaklanıyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Şubat 2022’nin sonlarında birliklerini Ukrayna’ya sokmasının ardından Erdoğan Ukrayna’nın egemenliğini destekleme konusunda doğru şeyler söyledi ve Kiev’e önemli askeri teçhizat sattı, ancak Ankara Rusya’nın saldırısının Moskova ile ikili ilişkileri bozmasına izin vermedi.

Bu da Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna arasındaki Karadeniz Tahıl Anlaşması’nı müzakere etmesine ve Ankara’nın Erdoğan’ın alışılmışın dışındaki ekonomik sorunlarının yol açtığı ekonomik hasarı tersine çevirme çabasına yardımcı oldu. Ankara, Batı’nın Moskova’ya yönelik yaptırımlarını hiçbir zaman benimsemedi, bunun yerine Türk firmalarının devreye girerek ayrılan Batılı firmaların yerini almasına ve Rus oligarkların Türkiye’de ikamet etmelerine ve ülkeye yatırım yapmalarına izin verdi.

Tüm bunlar bizi Vilnius’a geri götürüyor. Ciddi Türkiye gözlemcileri NATO zirvesine girerken Türkiye ile ilgili pek çok olay yaşanacağını biliyordu. Çünkü zirve Erdoğan’ın uzun vadeli projesi olan Türkiye’nin bağımsızlığını ve gücünü tesis etmesi için büyük bir fırsat sunuyordu.

Erdoğan (ve muhalefeti) Türkiye’nin sadece Avrupa’nın güneydoğu kanadında bir güvenlik unsuru olarak görülmesini istemiyor. Eğer Erdoğan NATO’nun genişlemesini, Biden’dan Türkiye’ye yeni F-16’lar sağlama taahhüdü alacak ve AB liderlerini Türkiye ile potansiyel olarak gelişmiş bir gümrük birliği anlaşmasına yol açabilecek iş birliğini yenilemeye ikna edecek kadar geciktirebilirse ve İsveç’in NATO üyeliğini kabul ettikten sonra bir devlet adamı olarak selamlanırsa, Türk lider adil bir şekilde “görev tamamlandı” diyebilirdi. Ve yaptığı da tam olarak bu oldu.

Çok Okunanlar

Exit mobile version