Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Hangi Ermenistan?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Şimdi Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, “AB ve ABD’nin Ermenistan’a yardım etmeye hazır olduğunu, böylece milyarlar kazanacaklarını ve dışarıdan kimin ne vereceğine bakmayacaklarını” söylüyor. Bugün Ermenistan’ın Batı ile ticaretinin gerçekte nasıl gittiğini gösteren istatistikler var.

ABD ile ticaretten bahsedecek olursak, Ermenistan’ın 2023 yılındaki ihracatı, ABD hükümetinin Ermenistan’dan alüminyum folyo alımına uyguladığı yüksek vergiler nedeniyle yüzde 40 oranında (78 milyon dolardan 48 milyon dolara) azaldı. Aynı zamanda, ABD’den yapılan ithalat yüzde 62 oranında (395 dolardan 638 milyon dolara) arttı.

AB’den yapılan ithalat da yüzde 29,4 oranında (1562 dolardan 2 bin 21 milyar dolara) arttı. Aynı zamanda, Ermenistan’ın AB ülkelerine ihracatı yüzde 8 oranında (772 milyon dolardan 710 milyon dolara) azaldı. Batı ülkelerinden yapılan ithalattaki artış, Rusya’ya (ve daha az oranda Belarus’a) yapılan yeniden ihracattan kaynaklanıyor. İhracattaki düşüş, Ermeni mallarının orada hoş karşılanmadığını gösteriyor.

Ermenistan, “dostlarının” vaatlerine boyun eğerse, karşılığında hiçbir şey almadan Rusya’ya yeniden ihraç ettiği mallardan elde ettiği geliri kaybedebilir.


Paşinyan’ın “gerçek” Ermenistan’ı “tarihsel” Ermenistan’dan ayırma niyetinin nesi yanlış?

Fyodor Lukyanov

Profile.ru

11 Nisan 2024

Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, parlamento hükümetin geçtiğimiz yılki faaliyetlerine ilişkin bir rapor sunarken ilginç açıklamalarda bulundu. Erivan ile Moskova arasında yaşananları “tarihsel Ermenistan-Rusya ilişkilerinden gerçek ilişkilere” geçiş olarak nitelendirdi. Ve bunun daha genel bir sürecin; “sadece uyumsuz değil, aynı zamanda birbirleri için ciddi tehditler oluşturan” “gerçek ve tarihsel Ermenistan arasındaki sınırın kaldırılması sürecinin parçası olduğunu söyledi.

Geçen yıldan bu yana hızla değişen Rus-Ermeni ilişkileri konusuna, Rusya ile Batı arasındaki ihtilafın prizmasından bakılıyor. Bunun nedenleri açık ve Ermeni liderliği de bu yorumu destekleyerek yeni öncelikler ortaya koymaya istekli. Fakat Paşinyan, jeopolitik yönelimler arasında değil, geçmiş ve gelecek arasında bir seçimden bahsederek değişikliklere daha geniş bir ölçek veriyor. Geçmiş derken, sadece son açıklamalarına değil, en azından geçen yılki eylemlerine bakılırsa, Rusya’ya yönelik bir yönelimi değil, milli bilince içkin kültürel ve tarihsel algılar bütününü kastediyor.

Gerçeklik tarihe karşı

Nikol Paşinyan, aynı konuşmasında “tarihsel Ermenistan” imajının muhafaza edilmesini, “Ermenistan üzerinde emelleri olan ülkelerin” saldırgan politikaları için her zaman bir nedene ve açıklamaya sahip olacaklarının teminatı olarak nitelendirdi. Ancak “gerçek Ermenistan’ın uluslararası alanda tanınan sınırı, iştahları için sınırlayıcı bir faktör”. Ve Rusya ile ilişkiler konusunu kapatırken, “Tarihsel Ermenistan vizyonumuz bizi her zaman soykırım tuzağına sürükleyecek, onsuz var olamayacağımız bir kurtarıcıya her zaman ihtiyaç duyacağız ve soykırım korkusu bizi her zaman bir ileri karakol statüsünde tutacak,” dedi.

Bunu zarif bir şekilde ifade etti. Bu formüller mevcut duruma dayandırıldığında, azami pragmatizme —geriye kalanların dokunulmazlığına en büyük güveni duymak için ağırlaştırıcı koşulları (ihtilaflı bölgeler olarak okuyun) bir kenara bırakmak— dönük bir çağrı olarak anlaşılmalı. Ancak Paşinyan’ın kendisi, tavizlerin yeni taleplerin olmamasını garanti etmeyeceğini ama ısrarın muhakkak onları kışkırtacağını açıkça kabul ediyor.

Bu pek de inandırıcı gelmiyor. Paşinyan’ın dört ya da beş yıl önce tam tersi bir pozisyondan konuştuğu ve istediği etkiyi yaratmak için hem tarihe hem de milli travmalara atıfta bulunduğu hatırlanabilir. Fakat burada dışarıdan gelen tavsiye ve değerlendirmelerin bir önemi yok. Karabağ’ın kaybedilmesinden sonra Paşinyan ve ekibi, iktidarı kaybetme riskiyle ve hatta kitlesel bir öfkeyle karşı karşıya kalmadı. Toplumun çoğunluğu Başbakan’ın yeni keşfettiği minimalizmine ya sempati duyuyor ya da kayıtsız kalıyor. Bu da ona seçtiği çizgiyi sürdürmesi için zemin sunuyor. Dolayısıyla dışarıdan gözlemciler hadiseye Ermenistan’ın bu veya diğer aktörlerle ilişkileri açısından değil, modern uluslararası gelişmenin ayrı bir olgusu olarak bakmaya çalışmalı.

Dizlerinin üzerinde bir ulus

Öncelikle Paşinyan, Güney Kafkasya’da gelecek adına müdahale eden, geçmişi radikal bir şekilde kesip atmaya hazır olan ilk devlet adamı değil. Benzer bir görev, 2000’li yılların ortalarında etkili bir reformizm modeli olarak övülen Gürcistan’ın üçüncü cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili tarafından da üstlenilmişti. Kendisi de çeşitli zamanlarda kendisini Lee Kuan Yew ve Atatürk ile kıyaslamış ve onların yeni uluslar yaratmadaki rollerini vurgulamıştı.

Saakaşvili, eşsiz Gürcü sosyo-kültürel lezzetini oluşturan hiçbir şeyden hazzetmediğini gizlememişti, zira bu lezzet neoliberal dönüşümlerle iyi uyum sağlamıyordu. Yaklaşık on yıllık deneyin sonucu çift yönlü oldu. Bir yandan baskı etkisini gösterdi: Saakaşvili’nin düşmanları bile onun Gürcistan devlet aygıtını dönüştürmede kayda değer bir ilerleme kaydettiğini kabul ediyor. Öte yandan, Gürcülerin “hizmet ekonomisine” hizmet etmek için bir “hizmet ulusuna” dönüştürülmesinin, şimdi söyledikleri gibi, “sonu iyi olmadı”. Toplum, ilerici jandarma yöntemleriyle reformcuyu reddetti ve siyasi düşüşü sakin karşılandı. Ülkenin ve aktif sınıfının şerefine, “tarihsel Gürcistan”dan ayrılma teşebbüslerinden doğru dersler çıkarıldı; bu derslerin özü, ister sosyo-ekonomik ister (jeo)politik meseleler olsun, diz çökmenin iyi bir şey getirmeyeceğidir.

Saakaşvili’nin takip ettiği yolun unsurlarından biri, ülkenin etrafındaki gerçeklere bakmadan harekete geçebileceğini iddia etme teşebbüsüydü. O zamanki slogan esasında iktisadi reform sürecine liderlik etmek üzere Tiflis’e taşınan parlak ve yetenekli liberteryen girişimci Kaha Bendukidze’nin bir cümlesiydi. Bendukidze, evletlerarası çalkantılardan mustarip olan Rusya ile ilişkiler hakkında konuşurken, bu ülkeyi, pazarını ve fırsatlarını unutmaya çağırdı: “Orada bir deniz olduğunu hayal edin ve ekonomimizi diğerlerine odaklanarak inşa etmeliyiz, aynı zamanda rekabet gücümüzü de artırmalıyız”. Bu reçete ekonomide iyi sonuçlar vermedi ve siyasette (Saakaşvili bir noktada Rusya ile bu ruhla davranmaya karar verdi) savaşa ve ağır sonuçlara yol açtı.

2000’li yılların Gürcistan’ının deneyimini 2020’lerin Ermenistan’ıyla eş tutmak pek doğru değil, dünyadaki, bölgedeki ve ülkedeki durum oldukça farklı. Ve Ermenistan’da yıkıcı güç açısından Mihail Saakaşvili’ye denk bir figür yok gibi görünüyor. Ancak şu faydalı kanaate varmakta fayda var; sosyo-politik bir geleneği terk etmek sancılı ve riskli bir süreçtir. Bir kenara atılsa bile bumerang gibi geri dönme özelliğine sahiptir. Ve bu silahın beceriksizce kullanılması her şeyden önce sahibi için tehlikelidir.

Risk üstlenmek

Gürcistan deneyimine dönecek olursak, bir başka paralellik daha kurabiliriz. Saakaşvili’nin sosyal deneyleri, ABD ve AB’nin eski Sovyet coğrafyasındaki saldırgan politikalarının arka planında ve onların aktif desteğiyle ortaya çıktı. Fakat Tiflis, bu desteğin Rusya ile çatışma durumunda askeri garantiler anlamına geldiğini düşünerek ölümcül bir yanlış hesap yaptı. Aksi takdirde, Batı başkentleri tüm jeopolitik manzaranın kısa süre içerisinde Avrupa-Atlantik kurumları lehine yeniden tanımlanmasını ciddi bir şekilde bekliyordu. “Renkli devrimler” dönemi ve buna paralel olarak Orta Doğu’da “demokrasinin teşviki”, Batı’nın Atlantik bölgesinin güney ve doğusundaki toprakların doğrudan yeniden düzenlenmesine müdahil olmasının zirvesiydi. Bu anlamda, ülkenin dört bir yanına AB ve NATO bayrakları asan Mihail Saakaşvili’nin, “tarihi olmayan” Gürcistan’ın başka bir jeopolitik camiada hızlandırılmış bir yakınlaşma ve konsolidasyonunu beklemek için bazı nedenleri vardı. Ancak bu bahis iki nedenden ötürü —Tiflis’in patronunun dizginlenemeyen dürtüleri ve Batı politikasının bir bütün olarak karşılaşmaya başladığı sorunların sayısının artması— gerçekleşmedi.

Mevcut durum o zamanki duruma sadece Rusya ile Batı arasında keskinliği katlanarak artan çatışma açısından benziyor. Fakat o zaman Tiflis, sistematik (sınırsız olmasa da) desteğe güvenebiliyordu, şimdi ise kimse Erivan’a önemli bir şey vaat edemiyor. Tüm güçler başka bir yöne savrulmuş durumda. Ermenistan’ı Batı tarafına çekmek Rusya karşıtı koalisyonun göstermelik bir başarısı olsa da kimse sorumluluk üstlenmeyecek.

Yani, Ermenistan’a “kolektif Batı”ya doğru kendi riskini alarak ilerlemesi öneriliyor ve beraberinde sadece bir sorun getirmesine izin veriliyor, o da Rusya sorunu. Asıl sorun olan Azerbaycan ile barış anlaşması ve Türkiye’yle ilişkilerin düzeltilmesi konusunda ise Erivan’ın kendisine güvenmesi gerekecek. Rusya’nın hizmetleri terk edildi, AB ve ABD’ninkiler ise şevk veren çığlıklar eşliğinde boşlukta kayboldu.

Duruma bu açıdan bakarsak, Paşinyan’ın alçakgönüllülüğü ve yumuşak başlılığı anlaşılabilir; Erivan’ın güvenebileceği kimse yok ve çizgilerini savunma konusunda kendi kaynakları sınırlı. Bu noktada ülkenin nasıl bu hale geldiği, savunma kabiliyetindeki düşüşten kimin sorumlu olduğu ve müttefiklerin eksiklikleri ne ölçüde telafi edebileceği (ya da edemeyeceği) konusunda hararetli bir tartışmaya girebiliriz (Ermeni liderliği elbette kritik bir anda yardım eksikliği nedeniyle onları, özellikle de Moskova’yı suçluyor ve buna karşılık olarak çok makul olandan reklam amaçlı olanlara kadar değişen itirazlar var). Her ne olursa olsun, mevcut gerçeklerden hareket etmek zorundayız. Ve bu gerçeklerin geri döndürülemezliğini gerekçelendirmek Nikol Paşinyan tarafından önerilen argümanlar —komşuları yatıştırmak uğruna hırslardan ve tarihsel yorumlardan vazgeçmek— dizisini gerektiriyor. Bu yardımcı olacak mı?

Akıntıya karşı

Ermenistan Başbakanı’nın açıklamalarının en ilginç yönü, dünya siyasetinin şu anda gelişmekte olduğu eğilime karşı cesurca hareket etmiş olması. Paşinyan, modern devletin ayaklarına ağırlık gibi asılı duran tarihi hayaletleri bir kenara atmayı ve modern devletin gelişimine katılmayı öneriyor. Gerçekte olduğu gibi.

Bu fikir yeni ve mantıklı değil. Avrupa’da ve yakın çevresinde, devletlerin büyük bir kısmı kendi tarihsel ya da ahlaki ve etik anlayışlarına uymayan sınırlar içinde yaşıyor. Bu, sayısız savaşın ve sömürgelerin yeniden dağıtımının ürünü. Birey tarihsel adaletin restorasyonunun derinliklerine inebilir ve orada yok olabilir. Ya da kendi halkının yararı için yeni bir yaşam alanı donatmak mümkündür. Aslında, bir ve aynı ulus farklı dönemlerde farklı eylemlerde bulunma eğilimindedir. Önemli olan genel eğilimlerle uyum içinde olmaktır.

Dolayısıyla bu eğilimler şu anda minimalist pragmatizmle pek uyumlu değil. Önceki on yıllarda, yurttaşların refah ve güvenliğine öncelik veren ılımlılık ve ihtiyatlılık, küçük ve orta ölçekli ülkeler nezdinde en yüksek erdem olarak görülüyordu. Büyük güçler, resmi ve gayri resmî kurumlar aracılığıyla statükoyu garanti altına almak için, işlerin bu şekilde yapılmasını teşvik etmek üzere zımni veya örtülü bir taahhütte bulundular. Bu, dekolonizasyon ile küresel liberalizmin krizi arasındaki uzlaşıydı. Neyin doğru olduğuna dair kendi fikirlerine dayanarak bölgesel statükoyu değiştirmek isteyen düpedüz sorun çıkaranlar geri püskürtüldü. Fakat Soğuk Savaş’tan sonra, bir dizi büyük devletin (SSCB, Yugoslavya, Afrika ülkeleri) parçalanmasıyla alakalı olarak aşırılıklar giderek daha sık görülmeye başlandı; burada fikir birliği, ne kadar yapay olurlarsa olsunlar, parçalanmanın idari hatlarını korumaktı.

Şimdi farklı bir aşamaya gelindi. Küresel evrensellik çökerken, milli-tarihsel duygular her yerde uyanıyor. Tarih, ilginç bir şekilde hem muhafazakârlar hem de ilericiler açısından önemli bir siyasi araç haline geliyor. Ve yakın zamana dek tabu olarak görülen şeyler hızla izin verilebilir kategorisine giriyor. Mümkün olan her yerde, toprak ve sınır sorunlarına dönük zorlayıcı çözümler giderek daha az kurumsal ve siyasi engelle karşılaşıyor. Ve ayırt edici milli duygular, iyi ya da kötü, giderek devletin yeniden yapılandırılmasının ayrılmaz bir unsuru haline geliyor.

Bu da Ermenistan’ın makul ılımlılık ilkesi tarafından yönlendirilme arzusunun Azerbaycan gibi diğerlerinin niyetleriyle uyuşmayacağı anlamına geliyor. Aynısı Türkiye ve İran açısından olası olmayan ama imkânsız da olmayan bir şekilde geçerli. Mesele birilerinin doymak bilmez bir şekilde bir başkasının topraklarını ele geçirmesi değil (böyle olması da gerekmiyor), daha ziyade bir ilişkiler hiyerarşisi inşa etmek. Ermenistan’ın, yukarıda da belirtildiği gibi, bu çatışmada güvenebileceği kimse yok ve “kolektif Batı”nın ona en yakın temsilcisi Türkiye. Paşinyan’ın önerdiği gerçek ve tarihsel Ermenistan arasındaki sınırın çizilmesi senaryosunun, Ermeni özbilinci için en mahrem şey olan soykırım anısını gerçeklikten “ayırmaya” zorlayacağı da göz ardı edilemez. Aynı zamanda, böylelikle en önemli komşuyla ilişkiler radikal bir şekilde geliştirilecektir.

Bu düşünceler, konuyu bilen insanlara kesinlikle yüzeysel ve spekülatif gelecektir ve yazar da buna içtenlikle katılıyor. Yalnızca bir çekince ile; yüzeysellik ve spekülasyon düzeyi açısından Ermenistan lideri tarafından öne sürülen argümanları es geçmiyorlar. Küresel değişimler çağında kendinden menkul planlar inşa etme girişimleri başarısızlığa mahkumdur. Nikol Paşinyan’ın da söylediği üzere, “gerçek ve tarihsel Ermenistan arasındaki gerekli sınır çizme süreci çok daha acı vericidir, zira bu sınır çizme her birimizin içinde gerçekleşmektedir”. Bu imge üzerinde düşünürsek, tablo biraz uğursuz bir şekilde fizyolojiktir; herkes, acıya rağmen, tarihsel olanı kendinden atmaya davet edilmektedir. Böyle bir ameliyattan sonra geriye ne kalacağını henüz tahayyül edemiyoruz.

Not: Ermenistan-Rusya ilişkilerinin “tarihselden” “gerçeğe” geçişi, hafızanın parçalara ayrılmasından daha kolaydır. “Tarihsel” ilişkiler olmayacak, büyük ihtimalle “gerçek” ilişkiler çökecek. Aslında kimsenin buna ihtiyacı yok, zira her iki taraf da bundan istifade ediyor. Ama burada Ermenistan’ın sınır koyma baltası tarihsel Rus taşına çarpacaktır; biz hiçbir şeye sınır koymuyoruz…

DÜNYA BASINI

Et, süt ve yumurta reklamlarının sattığı fanteziler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Carol J. Adams’ın kavramsal çerçevesi ve Jo-Anne McArthur’un saha deneyimlerinden hareketle et, süt ve yumurta endüstrisinin pazarlama stratejilerinin tüketici algısını nasıl manipüle ettiğini gözler önüne seriyor. Endüstriyel tarım ve hayvancılık mevzubahis olduğunda, pastoral çiftlik imajları, mutlu hayvan illüstrasyonları ve yemyeşil meralar bu yoğun gıda üretim modellerinin sert gerçeklerini örtbas eden birer fanteziden ibaret. Reklamların sunduğu bu sahte anlatı, hayvanların maruz kaldığı sömürüyü görünmez kılmakla kalmayıp, aynı zamanda etik kaygılarımızı körelterek tüketim alışkanlıklarını sorgulamamızı engelleyen bir ideolojik aygıt işlevi de görüyor.

Oysa kapitalist gıda üretimi, yalnızca hayvanları değil, doğayı ve insanları da aynı sistematik sömürü düzeninin içine hapsediyor. Fabrikalaşmış tarım ve hayvancılığın ardında, sadece hayvanların çektiği acılar değil, ekolojik yıkım, güvencesiz işçilik ve gıda emperyalizmi gibi geniş çaplı sömürü biçimleri de yatıyor. Bu bağlamda, endüstriyel tarım ve hayvancılığı eleştirel bir perspektiften ele alan hemen her çalışma, kapitalizmin farklı boyutlarda ürettiği yanılsamaları teşhir etmek ve hem insanın hem de hayvanın sömürüsüne dayalı üretim ilişkilerine karşı kolektif bir duruşu güçlendirmesi bakımından büyük bir değer taşıyor.


Et, Süt ve Yumurta Reklamları Size Fantezi Satıyor

Jessica Scott-Reid
Sentient Food
27 Ocak 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Görsel imgeler, gıda pazarlamasının temel taşlarından biri. Peynirin üzerindeki gülen ineği düşünün, böylesi hamleler tüketicilerin satın alma tercihlerinde büyük rol oynar. Ancak söz konusu et, süt ürünleri ve yumurta pazarlaması olduğunda, markaların kullandıkları imajlar gerçeği çoğunlukla ve pek tabii kasti olarak ıskalar. Beynin duygusal kısmına hitap eden bu görseller, sepetinizdeki et veya süt hakkında şeffaf veriler sağlamak için değil, anlattığı hikâye vasıtasıyla tüketicilerle “bağ kurmak” için vardır.

Yazar, akademisyen ve aktivist Carol J. Adams’ın¹ Sentient’e verdiği demeçte söylediği gibi, “İmaj temelli bir dünyadayız” ve “imajlar, mantığı baypas ederek doğrudan duygulara hitap ediyor”. Nihayetinde de tüketicilerin zihninde, çiftlik hayvanlarının nasıl yetiştirildiğine dair sahtelik barındıran bu imajlar kalıyor.

Gerçekten de kırmızı ahırlar, yemyeşil meralar, parlak güneş ışığı ve mutlu hayvanlar gibi semboller et ve süt ürünleri etiketlerinde sıklıkla karşımıza çıkar. Peki, bu yaygın görsel temsiller gerçeği ne kadar yansıtıyor? Sentient, Etin Cinsel Politikası ve The Pornography of Meat² [Etin Pornografisi] gibi kitapların yazarı Adams ile [insan-hayvan ilişkilerini belgeleyen bir fotoğraf projesi olan] We Animals kurucusu foto muhabir Jo-Anne McArthur’a danışarak, reklamlarda kullanılan yaygın imgeleri günümüz endüstriyel hayvancılık gerçekliğiyle karşılaştırdı.

Yanıltıcı reklam varan #1: Geleneksel kırmızı ahırlar

Kırmızı veya geleneksel ahır görseli, et, süt ve yumurta pazarlamasında yaygın olarak kullanılan önemli bir semboldür. Kökleri çocukluk tekerlemelerine, masallara ve filmlere dayanan ahır imajı, çiftçiliğin sağlıklı ve pastoral bir faaliyet olarak resmedilmesine yardımcı olur. “Yaşlı MacDonald’ın Çiftliği”nden Charlotte’un Sevgi Ağı’na ve Babe’e kadar çeşitli eserler aracılığıyla, çiftliklerin hayvanların özgürce dolaştığı huzurlu yerler olduğunu henüz küçük yaşlarda öğreniriz.

Yetişkin olduğumuzda ise, benzer ahır imgelerini bu kez et, süt ürünleri ve yumurta etiketlerinde buluruz. Adams, bu imgelerin rahatlık, aşinalık ve güven duyguları uyandırmak için yerleştirildiğini ve güçlü bir pazarlama aracı olduğunun altını çiziyor. Ayrıca, “Ahır kavramını bu [modern] kurumlara uygulamak için gerçekten esnetmek gerekir” diye de ekliyor.

Tarımsal tesisleri belgelemek için 60’tan fazla ülke gezen fotoğrafçı McArthur, bu ülkelerin tamamında gördüğü ahırların aslında çok büyük depolardan başka bir şey olmadığını söylüyor: “Küçük kırmızı ahırların olduğu o günler mazide kaldı.”

ABD Tarım Bakanlığı verilerine göre, ABD’deki 56,265 çiftlikte yaklaşık 74,5 milyon domuz ve yaban domuzu yetiştiriliyor. Bu da ortalama bir binada çiftlik başına 1.300’den fazla hayvan bulunduğu anlamına geliyor. Herhalde ortada küçük kırmızı bir ahır falan olmadığı görülüyordur. Nitekim çoğu çiftlik hayvanı, konsantre hayvancılık tesisleri olan “Konsantre Hayvan Besleme Operasyonları” ve “Hayvan Besleme Operasyonları” sistemlerinde yetiştirilmekte olup bu tesisler tarımsal alanlardan ziyade fabrika tesislerini andırmaktadır.

Yanıltıcı reklam varan #2: Yeşil meralar

Et, süt ürünleri ve yumurtanın pazarlamasında yaygın olarak kullanılan bir diğer imaj ise yeşil meralar ve çimenli tepeler olarak karşımıza çıkar. Bazen parlak güneş ışığı, mavi gökyüzü ve berrak suların da eşlik ettiği bu semboller, zihinlerde çiftçiliğin doğal bir faaliyet olduğu izlenimini uyandırır.

Oysa tarım, nasıl tasvir edilirse edilsin, doğanın bir ürünü değil, insanlığın kendisini daha verimli şekilde beslemek için geliştirdiği bir insan icadıdır – hem de bütünüyle. Günümüzde çoğu çiftlik hayvanı, geleneksel otlaklarda değil, fabrika tipi çiftliklerde yetiştirilir. Bilhassa da tavukların bu tesislerdeki yaşam alanları oldukça sıkışıktır.

McArthur, “Yumurta bırakmak üzere yetiştirilen tavuklar güneşi hiç görmezler” diyor. Penceresiz depolarda tutulurlar ve yumurtlama döngülerini manipüle etmek için yapay aydınlatma kullanılır. ABD yumurta endüstrisindeki tavukların yaklaşık yüzde 60’ı, yasaların izin verdiği en küçük boyuttaki kapatma alanları olan pil kafeslere hapsedilir. Kanada’da ise bu oran yüzde 80’in üzerinde seyreder.

“Etlik piliçler” olarak da bilinen kümes hayvanlarına gelince, etiketlerde “organik” veya “gezen” ifadesi yer almadığı sürece, USDA standartlarına göre dış mekâna erişim sağlanması zorunluluğu bulunmuyor. Ancak ve ancak bu ifadeler yer aldığında, USDA yönergeleri gereği dış mekâna erişim zorunlu. Ulusal Tavuk Konseyi’nin asgari yönergelerine göre ise, sanayi çiftliklerinde – ki bu çiftlikler 50.000’e kadar piliç barındırabiliyor – her bir tavuk için yalnızca 100 inç kare kadarlık bir alan sağlanabiliyor.

Sertifikalı Hayvan Refahı Onaylı ve USDA Organik gibi tavukların açık havaya “erişimini” gerektiren bazı programlar var, ancak bunun pratikte ne anlama geldiği değişiklik gösterebiliyor. Örneğin Sertifikalı İnsancıl Standartları (Certified Humane), “gezen” veya “merada yetiştirilen” olarak belirtilmediği sürece tavukların açık havaya erişmesini gerektirmez.

Kısacası, yeşil alanlara ve güneş ışığına bu sınırlı erişim ne yumurtlayan tavuklar ne de ABD’de yetiştirilen etlik piliçlerin çoğunluğu için yaygın bir uygulamadır.

Ve yanıltıcı reklamcılığın bir sonraki örneğinde göreceğimiz gibi, meralarda otlama yalnızca sığırlar için yaygın olup, bu durum çiftliğe bağlı olarak artıp azalır; ortalama olarak ise dört ila altı ay sürer.

Yanıltıcı reklam varan #3: Neden kahverengi değil de yeşil?

Bir etikette yeşil renk bulunması, tüketicilerin zihninde genellikle sağlıklı olmaya ve doğallığa dair bir çağrışım yapar. “Yeşil, olumlu bir renktir ve yeşil tarlalar pastoral bir ortamı ima eder” diyor Adams. Ancak, et etiketlerinde kullanılan yeşil mera görüntüleri çoğu kez gerçeği yansıtmaz. Nitekim gerçek daha çok kahverengidir.

“Peki ya gübreler nerede?” diye soruyor Adams.  “Ya bu devasa gübre tarlalarından akan kirli sular?” Günümüz tarım işletmeleri her yıl yaklaşık 1,4 milyar ton gibi muazzam bir oranda gübre üretiyor. Bu gübre atıklarının ekinlerin büyümesine yardımcı olmak için tarlalara yayılması gerekse de atık miktarının büyüklüğü, kazalar veya değişen iklim koşulları nedeniyle oluşan sızıntılar, birçok istisnaya yol açıyor.

Tarım işletmelerinin sebep olduğu gübre, yüzey ve yeraltı sularındaki fosfor ve azot kirliliğinin başlıca nedeni olup, Iowa ve Kuzey Carolina gibi eyaletlerdeki büyük ölçekli çiftliklerin yakınında yaşayan topluluklar için su kaynaklarının içilemezliği gibi bir sonuç doğuruyor.

ABD’deki ineklerin yaşamlarının en azından ilk kısmını merada geçirdikleri kısmen doğru. Ancak bunların yarısından fazlası, kesime gönderilmeden önce kilo almaları için besi çiftliklerine yerleştiriliyor. Ocak 2024 itibarıyla ABD’de 14,4 milyon inek ve buzağı besi çiftliklerinde bulunuyordu.

McArthur, ABD ve Kanada da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki endüstriyel besi çiftliklerine gittiğini ve buraların hayvanlara “hareket etmeleri, keşfetmeleri ya da doğal davranışlar sergilemeleri için pek fazla alan tanınmayan dar ve kirli alanlar” olduğunu söylüyor. Yine, aşırı miktardaki hayvan atıkları nedeniyle buraların oldukça kaygan zeminli olduğunu belirtiyor: “Burası hayvanların üzerinde özgürce koşup oynayabileceği yerler değil.”

Yanıltıcı reklam varan #4: Mutlu inekler ve diğer çizgi karakterler

Markalarında hayvanlara yer veren et, süt ve yumurta şirketleri genellikle hayvanların gerçek görüntüleri yerine çizgi tasvirlerini ya da basit siluetlerini kullanmayı tercih ederler.

Bu kulağa zararsız gelebilir, ancak vegan-feminist eleştirel teorinin öncülerinden olan Adams’a göre, bu taktiğin arkasında daha kasıtlı bir niyet var. Et pazarlamacıları gerçek görüntülerden uzak durma eğilimindeler çünkü “gerçek hayvan fotoğrafları kullanmak, hayvanların bizim yiyeceğimiz olmak istediği yalanını sürdürmek demek olacaktır. Bu yüzden de farklı kültürel mecazlara ihtiyaçları var. İşte çizgi tasvirler de bunlardan biri. Daha büyük bir yalanın içinde hapsetse de çizgi tercihi onları özgürleştiriyor.”

McArthur, çiftlik hayvanlarını fotoğraflama deneyiminden yola çıkarak, “(pazarlama amacıyla) güzel görünecek bir hayvanın fotoğrafını çekmek neredeyse imkânsızdır,” diyor ve ekliyor: “Çünkü bulundukları koşullar nedeniyle çok ama çok kirliler ve aynı koşullar sebebiyle kendilerini temizleme becerisi geliştiremezler”; “Böyle bir tesise girip de, bu hayvanları yemeyi istememize sebep olacak güzellikte bir fotoğraf çekmek pek mümkün değil.”

“Gülen inek” türünden çizgi tasvirlerin kullanılması, çiftlik hayvanlarının mutlu ve temiz olduğu algısını güçlendirmeye yardımcı oluyor. Refah standartlarıyla övünen çiftçilerin sıklıkla dile getirdiği gibi, bu hayvanların yaşadığı sadece “tek bir kötü gün” [kesildikleri gün] vardır, bu tasvirler de bu düşünceyi pekiştirmek için tercih edilir. Fakat, artık hepimiz biliyoruz ki, hayvanların büyük çoğunluğu bu tür çiftliklerde yetiştirilmezler.

“Pazarlamacılar, gerçeği tehdit edici buldukları için onu sterilize etmeye, duygusallaştırmaya çalışırlar,” diyor Adams. “Mutlu bir inek imgesi kullanmak, tüketicilerin sorgulamadan kabullenmesini sağlamak için etkili bir yöntemdir.”

Sonuç yerine

Et, süt ve yumurta pazarlaması, tüketici algılarını şekillendirmek için büyük ölçüde imgelere dayanır; kırmızı ahırlar ve yeşil otlaklar gibi semboller pastoral çiftçilik koşullarını akla getirse de gerçekte durum tamamen farklıdır. Çiftlik hayvanlarının çoğu etiketlerde tasvir edilen huzurlu ortamlardan çok uzakta, endüstriyel ve aşırı kalabalık ortamlarda tutularak hapsedilmiştir. İtinayla ve kasti olarak oluşturulmuş bu görseller, fabrika çiftliklerinin acımasız koşullarını maskelemekte ve endüstriyel hayvan tarımının gerçek doğasını sterilize eden yanıltıcı anlatıyı sürdürmektedir.


¹ Feminist teori, ekofeminizm ve hayvan çalışmaları alanlarında önemli katkılar sunan akademisyen ve yazar. Çalışmaları, özellikle vegan-feminist teori çerçevesinde, et tüketimi, toplumsal cinsiyet ve ataerkil tahakküm arasındaki kesişimselliklere odaklanır. Türkçe’ye Etin Cinsel Politikası olarak çevrilen The Sexual Politics of Meat (1990) adlı eseri, kültürel söylem ve temsil biçimleri üzerinden et yemenin cinsiyetlendirilmiş ve ideolojik boyutlarını analiz eden öncü bir çalışma olarak kabul edilir. Adams, eleştirel teori, etik ve görsel kültür incelemeleri gibi çeşitli disiplinlerle kesişen bir literatür içinde konumlanarak, hayvan hakları ve feminist eleştiriyi bir araya getiren özgün bir perspektif geliştirmiştir. (ç.n.)
² Etin Cinsel Politikası’nın tamamlayıcısı ve devamı niteliğinde Ekim 2020’de yayımlanan Carol J. Adams’ın bu kitabı henüz Türkçe’ye çevrilmedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“ABD’nin Gazze’ye asker göndermesi direnişi tetikleyebilir”

Yayınlanma

Kassam Tugayları

Amerikan güçleri hızla kayıplar verebilir ve kamuoyu bunu uzun süre tolere etmeyecektir.

Thomas Watkins / The National

Askeri uzmanlar, ABD’nin Amerikan güçlerinin yardımıyla Gazze’yi ele geçirme ve yeniden inşa etme girişiminin büyük operasyonel zorluklarla karşılaşacağını söylüyor. Bu da direniş riskini ve Başkan Donald Trump’ın dış çatışmalardan kaçınma arzusuyla çelişen sürekli asker konuşlandırma ihtiyacını artıracaktır.

Gazze’deki mevcut durum, yüz binlerce sivil ve asker hayatını kaybettiği ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde yaşadığı türden, yıllarca sürebilecek ve maliyeti trilyonlarca doları bulabilecek bir çatışma riskini barındırıyor.

Trump, Filistin bölgesini tüm Filistinlilerden arındırma vizyonunu açıklamış olsa da bölgeyi “Orta Doğu’nun Riviera”sına dönüştürmek için büyük bir yeniden inşa projesine başlamayı ve ABD birliklerini bölgeye göndermeyi henüz taahhüt etmiş değil.

Ancak salı günü yaptığı açıklamada, “gerekirse” ABD askerlerini Gazze’ye göndereceğini söyledi. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth de çarşamba günü İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu Beyaz Saray’da ağırlarken bu ihtimali vurguladı.

Hegseth gazetecilere yaptığı kısa açıklamada “Gazze konusuna gelince deliliğin tanımı aynı şeyi tekrar tekrar yapmaya çalışmaktır” dedi: “Hem diplomatik hem de askerî açıdan tüm seçenekleri değerlendirmek üzere müttefiklerimizle, muhataplarımızla birlikte çalışmayı dört gözle bekliyoruz.”

Trump’ın söylediği pek çok şeyde olduğu gibi, sözleri de bir müzakerede taviz koparmaya yönelik maksimalist bir pazarlık manevrası olarak görülebilir. Ancak, gerçek değerine bakıldığında, sözleri müttefikleri ve gözlemcileri tedirgin etti. Uzmanlar The National’a Gazze’de olası bir askeri varlığın, Hamas’ın teslim olduğu en iyi senaryoda bile karmaşık olacağını söylüyor.

Atlantik Konseyi’nin Terörle Mücadele Projesi Başkanı ve Savunma Bakanlığı’nda özel operasyonlar ve terörle mücadeleden sorumlu eski bir yetkili olan Alex Plitsas, Trump’ın ABD’nin Gazze’yi bir şekilde temizleyip yeniden inşa etme önerisinin büyük bir askeri ve ekonomik katılım gerektirdiğini söyledi. Ancak Başkan’ın bu çabanın bedelini kimin ödeyeceğini belirtmediğini de sözlerine ekledi.

Ayrıca olası bir ABD askeri varlığı durumunda ABD birlikleri hızla kayıplar verebilir ki Trump’ın izolasyonist destekçileri bunu uzun süre tolere etmeyecektir. Zira zorunlu göçün ardından Gazze’de kalan Filistinliler neredeyse kesin olarak işgalci güce karşı silahlanacaktır.

Plitsas, “Irak’tan çok net bir şekilde öğrendik ki bir karşı direniş operasyonu hem can kaybı hem de maddi kaynaklar açısından son derece maliyetlidir. Ayrıca çatışmanın ortasında kalan siviller büyük kayıplar yaşar” dedi ve böyle bir müdahalenin uzun vadeli stratejik bir taahhüt gerektirdiğini ve bu süreçte büyük acılar yaşanacağını belirtti.

Trump’ın uyumlu Cumhuriyetçi Parti’sinin bazı üyeleri bile Gazze önerisine ilişkin endişelerini dile getirdiler.

Cumhuriyetçi senatör Rand Paul X kanalında “Önce Amerika için oy verdiğimizi sanıyordum” dedi ve ekledi: “Hazinemizi mahvedecek ve askerlerimizin kanını dökecek yeni bir işgali düşünmeye hakkımız yok.”

Plitsas, Gazze’yi ele geçirmek, güvenliği sağlamak ve bölgeyi yeniden inşa etmek için yaklaşık 100.000 askerden oluşan birkaç askerî tümenin konuşlandırılması gerektiğini belirtti ve “Ve bu sadece güvenlik kısmı. Yeniden inşa süreci, yönetim ve devlet inşası da işin içinde olacak. Bu da ABD hükümetinin diğer kurumlarını devreye sokmayı gerektirecektir” dedi.

ABD Askeri Akademisi Modern Savaş Enstitüsü’nde Kentsel Savaş Çalışmaları Başkanı olan John Spencer da Hamas’ın ne ölçüde ortadan kaldırıldığına ya da silah bıraktığına bağlı olarak uzun zaman alacak bir görev için on binlerce askerin karadan ve denizden gelmesini gerektireceğini söyledi.

İsrail ordusuyla birlikte 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’yi dört kez gezen Spencer, “Düşmanın da bir sözü var” dedi ve ekledi: “Eğer aktif bir savaş söz konusu olursa bu uzun zaman alır. Bunun kabul edilmesi gerekir.”

Spencer, İsrail birliklerinin ağırlıklı olarak kentsel alanları temizlediğini ve sonra tekrar çekildiğini hatırlattı. ABD’nin görevi de bu bölgeleri temizlemek, güvenliği sağlamak ve Hamas’ın bıraktığı patlamamış bombaları ya da tuzakları etkisiz hale getirmek olacaktır.

Spencer herhangi bir bölgeyi yeniden inşa için güvenli hale getirmenin son derece karmaşık bir girişim olacağını, çünkü binalar ve molozların yanı sıra Hamas tünellerinin de temizlenmesi gerekeceğini söyledi.

Irak’ın Musul kentinin IŞİD militanlarından temizlenmesinden sonra patlayıcıların temizlenmesi yaklaşık beş yıl sürmüştü ve bu sadece bir şehirdi.

Spencer, “Bence İnsanlar bu savaşın enkaz ve yıkım gibi benzersiz özelliklerini ve yapılması gereken gerçek iş miktarını hafife alıyorlar” dedi.

Ancak ABD’nin Gazze’de askerî bir operasyon düzenlemesinin lojistiğini bile düşünmek, Arap ülkelerinin bu plana destek vereceğini varsaymayı gerektiriyor ve böyle bir destek olduğuna dair hiçbir işaret yok.

Ürdün ve Mısır, Gazze veya işgal altındaki Batı Şeria’dan Filistinlilerin kısa veya uzun vadede yerlerinden edilmesini kesin bir dille reddetti.

Plitsas, “Çünkü bu, Filistin devletinin sona ermesi halinde geri dönüş hakkının ortadan kalkması anlamına gelir ki bu da onların asla kabul etmeyeceği bir şey” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FP: Trump’ın Gazze’yi ele geçirme planının saçmalığı

Yayınlanma

Trump

Filistin topraklarını ele geçirmek, ABD’nin savaş suçlarına karışması ve bölgenin tamamen kaosa sürüklenmesi anlamına gelir.

Steven A. Cook / Foreign Policy

Amerika Birleşik Devletleri başkanı olmanın özel ayrıcalıklarından biri, ne kadar çılgınca olursa olsun söylediklerinizin ciddiye alınmasıdır. ABD Başkanı Donald Trump’ın Washington’un Gazze Şeridi’nde etnik temizlik yapmasını ve ardından bu topraklara sahip olmasını önerirken de durum böyledir. İsrail-Filistin çatışması yeni fikirlere ihtiyaç duyuyor ve özellikle Gazze, son derece zorlayıcı sorunlar barındırıyor. Ancak Trump’ın önerisi sadece ahlaki niteliklerden yoksun bir plan değil tam anlamıyla delilik.

Nereden başlamalı?

Başkan dünya liderlerinin ve hatta bölgedeki liderlerin böyle bir planı desteklediğinde ısrar ediyor. Kimler destekliyor? Trump’ın İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile görüşmesinden kısa bir süre sonra Suudiler bir açıklama yayınlayarak iki devletli çözüme desteklerini yinelediler. Mısır ve Ürdün hükümetleri, Filistinlilerin topraklarına yerleştirilmesi fikrini kesin bir dille reddediyor, hatta bu tutumları nedeniyle ABD’nin mali yardımlarını kaybetmeyi göze alıyorlar. İsrailli yerleşimciler bile bu planı desteklemeyecektir, çünkü onlar dini-milliyetçi ideolojileri gereği Gazze’ye yeniden yerleşmek istiyorlar, Amerikalı müteahhitlerin orada lüks oteller inşa etmesini değil. Yine de Trump ısrarla “insanların” planını desteklediğini söylüyor. Mar-a-Lago’daki dostlarıyla gece geç saatlerde yaptığı bir telefon görüşmesini aktarıyor olabilir. Buradaki tehlike, Trump’ın kendisine yönelik haklı eleştiri fırtınasına karşı koymak adına herkesi haksız çıkarmaya çalışması ve böylece Orta Doğu’da etnik temizliği ve yeni-sömürgeciliği ABD politikası haline getirmesi olur.

Tabii bir de uygulanabilirlik meselesi var. ABD silahlı kuvvetlerinin Gazze Şeridi’ni ele geçirebileceğine şüphe yok, ancak bu kesinlikle Amerikan askerlerinin hayatına mal olacaktır. srail’in yıllardır süren çabalarına rağmen Hamas hâlâ iyi silahlanmış ve ölümcül bir güç olmaya devam ediyor. Trump, Hamas savaşçılarının sessizce Sina Yarımadası’na gitmesini mi bekliyor? Bu sorunun cevabı belli.

Trump aylarca süren sefaletin ardından Filistinli sivillerin Gazze Şeridi’ni terk ederek hayalindeki yeni ve güzel yerlerde yaşamaya razı olacaklarını düşünüyor. Bilmeyenler için bu makul gelebilir. İsrail’in askeri operasyonları Gazze’nin önemli bir bölümünü yerle bir etti ve savaşın kalıntıları her yerde. Ancak Başkan ve ona danışmanlık yapan her kimse, Filistinlilerin Nakba olarak adlandırdıkları Filistinlilerin çoğunu Gazze’de mülteci haline getiren tarihi trajedinin nasıl derin bir yara açtığını anlamıyorlar. Filistinliler bir kez daha sürgüne zorlanmayı kabul etmeyecekler. Gazze Şeridi’nde yaşam ne kadar zor olursa olsun, burası onlar için Filistin’de bir dayanak noktası ve İsrail’in kuruluşunun diğer yüzü olan tarihi adaletsizliğin keskin bir hatırlatıcısı olmaya devam ediyor. Trump bu gerçeği inkâr edebilir, ancak Filistinli nüfusu göç ettirmek istiyorsa bunu zorla yapması için ABD ordusuna emir vermesi gerekecektir. Umarız ki ABD’li komutanlar, bunun yasa dışı ve insanlığa karşı bir suç olduğu gerekçesiyle böyle bir emre itaat etmeyi reddederler.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Trump’ın planını bu kadar irrasyonel kılan bir diğer unsur da kendi Orta Doğu hedefleriyle tamamen çelişmesi. 2 milyon Filistinliyi Gazze’den çıkarmak ve bölgeyi ABD’nin kontrolüne almak;

-Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki normalleşme şansını sona erdirecek,

-Trump’ın ilk dönem dış politika başarısı olan İbrahim Anlaşmalarını bozacak,

– ABD’nin bölgesel politikalarının temel taşları olan Mısır-İsrail ve Ürdün-İsrail barış anlaşmalarını zayıflatacak,

– İran’ı savunmasız olduğu bir anda yeniden güçlendirecektir.

Ayrıca ABD’yi bölgesel bir çatışmanın içine çekecektir ki bu da kimsenin, özellikle de Trump’ın istemediği bir sonuç ya da en azından sadık takipçilerinden oluşan lejyonuna söylediği bu. Başkan şu anki megalomani krizinde, ABD’nin yurtdışındaki maceralarına karşı olmanın, Beyaz Saray’a giden üç seçim kampanyasının da ana temalarından biri olduğunu unutmuş gibi görünüyor.

Eğer gerçekten “düzeni sarsan” bir lider olmak istiyorsa, bunu yapmanın doğru yolları var. Bu plan kesinlikle onlardan biri değil. Sadece tek bir basın toplantısıyla Trump, ABD’nin güvenilirliğini zedeledi ve zaten fazlasıyla istikrarsız olan bir bölgeye daha fazla belirsizlik ve kaos kattı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English