DÜNYA BASINI

Hegel sol için hâlâ önemli bir düşünür

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz Samuel McIlhagga makalesi, son zamanlarda dikkat çekici bir biçimde artan ‘anti-postmodernizm’ akımına yeni bir katkıyı değerlendiriyor. Modernite savunusu ve ilerleme fikri, nedenleri tartışılmaya muhtaç olsa da, batı düşüncesinde yeniden itibar kazanmaya başlıyor. Elbette Hegel; Aydınlanma, ilerleme, rasyonel düşünce ve sivil toplum gibi fikirler denince ilk akla gelen filozoftur. Eksikleri bir yana, Hegel tarihte üçüncü kez ‘yeniden keşfediliyor’ ve siyasi mücadeleler için ilham kaynağı olmaya devam ediyor.


Hegel sol için hâlâ önemli bir düşünür

Samuel McIlhagga
Jacobin
16 Kasım 2023

Geçtiğimiz yüzyılda liberaller Hegel’in faşizme ilham verdiğini iddia etmiş, sosyalistler ise onu Marksist teoriyi kısıtlamakla suçlamıştı. Bugün Alman idealist bilinmezliğe sürüklenmiş durumda. Yeni bir kitap Hegel’in günümüzdeki önemini ortaya koyuyor.

Richard Bourke’un Hegel’s World Revolutions [Hegel’in Dünya Devrimleri] (Princeton University Press, 2023) kitabının değerlendirmesi

Alman filozof G. W. F. Hegel’in ünü, neredeyse iki yüzyıl önceki ölümünden bu yana bir dizi olumlu ve olumsuz yeniden değerlendirmeden geçmiştir. Hegel, en parlak döneminde hem Prusya devletinin baş filozofu hem de yeni doğmakta olan Alman solu için bir ilham kaynağıydı. İdealistlerden esinlenen otorite karşıtı grup olarak bilinen Sol-Hegelciler, Hegel’in felsefesini sağ-Hegelcilerin yücelttiğine inandıkları ilkelere bir saldırı olarak görüyorlardı: piyasa, devlet ve Tanrı. Karl Marx, Hegel’den esinlenen siyasal iktisadını geliştirmeye başladığında, büyük Alman filozofun gelecek kuşaklar tarafından bir kenara atıldığını ve ‘ölü bir köpek’ muamelesi gördüğünü gözlemleyebilmişti.

Dünya Savaşı, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan ikinci Hegel coşkusu dalgasının üzerine soğuk su döktü. Hem soldan hem de sağdan eleştirmenler Tinin Fenomenolojisi’nin yazarını totaliterlikle suçladılar ve iki büyük savaşın yarattığı dehşetten sonra savunulamaz olarak gördükleri ilerlemeye pembe gözlüklerle bakmasından yakındılar.

Fakat Hegel, farklı ilerleme vizyonlarına bağlı kalan entelektüeller üzerinde etkili olmaya devam etti. Solda György Lukács, Hegelciliğin hümanist bir varyantını savunurken, sağda İtalyan faşizminin öncü filozofu Giovanni Gentile, İtalyan toplumunu palingenetik totaliter bir devlet içinde ifade edilen volkanik bir ‘geist’ aracılığıyla yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir inanç olan ‘aktüalizm’ olarak yeniden adlandırdığı idealizme bağlılığını ilan etti. Rus göçmeni Alexandre Kojève, Hegel’i liberal pan-Avrupa post-ulusal federalizminin bir peygamberi olarak yeniden hayal ederek belki de en iddialı ve ileri görüşlü sentezi sağladı.

Ne var ki, siyasi ve entelektüel ana akım içinde Hegel’e duyulan ilgi acayip bir hobi haline geldi. Görünüşe göre çok az insan ilerlemenin gerçek olup olmadığı ya da devletin toplumsal örgütlenmenin en rasyonel biçimi olup olmadığı gibi temel sorularla ilgileniyordu. Bu nedenle, sözde siyasi çözüm çağımızda yazan liberal filozof Richard Rorty, sol ve sağ Hegelcilerin ‘sonunda Stalingrad Savaşı adı verilen altı aylık bir seminerde farklılıklarını çözdüklerini’ muzaffer bir şekilde söyleyebildi.

Hegel Yeniden Değerlendiriliyor

Yine de birçokları için Hegel’in cenaze çanı çok erken çaldı. Bu düşünürler arasında Cambridge’de siyasi düşünce tarihi profesörü olan Richard Bourke da yer alıyor. Bourke’un yeni kitabı Hegel’s World Revolutions (2023), ‘savaş sonrası Hegel karşıtı isyan’ olarak adlandırdığı şeye karşı koymayı amaçlıyor. Bourke’a göre düşman taraftaki savaşçılar, ‘analitik’ olarak bilinen Anglo-Amerikan felsefesinin baskın bir kolu olan postmodernizm ve geçmiş düşünceyi geriye dönük olarak ‘totaliter’ olarak teşhis etmekle ilgilenen bir dizi anakronik Soğuk Savaş liberal teorisyenidir.

Bourke, Hegel üzerine yaptığı çalışmada bu revizyonist yaklaşımı benimsiyor ve Alman filozofun ‘ütopyacılığı’ ve ‘otoriterliği’ hakkındaki önyargılara saldırıyor. Bourke’un kendisinin entelektüel kökenleri, bazen Cambridge Tarihsel Bağlamcılık Okulu olarak adlandırılan yaklaşıma dayanmaktadır. Siyasi düşünce tarihini zamansız sorunlardan ziyade yerel sorunlara verilen yanıtlar olarak okumakta ısrar eden bu yaklaşım, Bourke’un ‘antikacılık’ olarak reddettiği bir dar görüşlülük eğilimine sahiptir. Bunun yerine, Hegelciliğin çağdaş siyasi uygunluğu için sınırlı bir durum ortaya koymaktadır.

Hegel’in Dünya Devrimleri, Avrupa paganizminin yerini Hıristiyanlığın alması, Protestan Reformu, feodalizmin çöküşü, Kutsal Roma İmparatorluğunun yıkılışı, Aydınlanma düşüncesinin yükselişi ve Fransız Devrimi de dahil olmak üzere Hegel’in ilerleme ve modernite için hayati gördüğü on dokuzuncu yüzyıl öncesi devrimlerin haritasını çıkarıyor. Bununla birlikte Bourke, Hegel’in itibarını hem başarısız totaliter projelere hem de modernitenin kendisine bağlayan on dokuzuncu, yirminci ve yirmi birinci yüzyıldaki siyaset ve bilimdeki paradigma değişimlerini de inceliyor.

Hegel Karşıtı İsyan

Bourke öncelikle Karl Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları’nda (1945) Hegelciliği protototaliter olarak yorumlayan “’klasik liberal’ yaklaşımı gibi yirminci yüzyıl ortası Hegel yorumlarının yapısökümüyle ilgilenmektedir. Hegel’in Dünya Devrimleri bu paranoyak Soğuk Savaş okumalarına meydan okuyarak, öznesinin insan özgürleşmesi, demokrasinin gelişmesi, anayasacılık, sivil toplum ve tarihsel ilerleme ile ilgilenen geniş bir hümanist olduğunu savunur. Bourke’a göre Hegel’in reddi, modernitenin kazanımlarına karşı daha geniş bir düşmanlık ve kurunun yanında yaşı da yakma eğilimiyle aynı zamana denk gelmiştir. ‘Zorla kazanılan değerler baskı araçları olarak bir kenara atılmakta’ ve ‘buna bağlı olarak evrensellik kınanmakta ve haklar küçümsenmektedir.’

Bourke, bir grup Avrupalı filozofu ‘savaş sonrası Hegel karşıtı isyanı’ etkilemek ve yönetmekle suçluyor. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Theodor Adorno, Jacques Derrida ve Michel Foucault başlıca suçlulardır. Bourke’a göre, bu figürlerin son üçü, Hegel’in ‘olumsuzun emeği’ olarak adlandırdığı şeye girmeden ‘hayal kırıklığına uğramış’ bir şimdiki zamandan kaçarak, insanın kurtuluşunu bireysel terimlerle kişisel kendini gerçekleştirme olarak yeniden şekillendirmek istemişlerdir.

Buna karşılık Nietzsche ve Nazi filozof Heidegger, Yunanistan ve Roma’nın acımasız antik aristokratik köle uygarlıklarına nostaljik bir dönüşü benimsemişlerdir. Bourke’a göre Hegel’in düşüncesinin en hayati kısmı, zamanı geri alma ya da olmuş bitmiş olanın mirasından kurtulmayı dileme yeteneğimizi reddetmesidir. Bunun yerine, siyaset ve felsefe özür dilemeden ileriye bakmalı ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nde (1821) ‘şimdinin çarmıhındaki gül’ olarak tanımladığı şeyi bulmalıdır.

Gerçeklikte Devrimler

Hegel’i hem Sol hem de Sağ için bir düşünür olarak bu kadar değerli kılan şey, nostaljiyi ve tarih dışı ütopyacılığı reddetmesi ve ‘gerçeklik’ ya da Wirklichkeit olarak adlandırdığı şeyi benimsemesidir. Hegel’in eleştirmenlerine göre, Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nde yazdığı önsözde yer alan meşhur “rasyonel olan gerçektir; ve gerçek olan rasyoneldir” cümlesinde özetlenen bu gerçekçilik, idealistin düşüncesindeki temel sorunlardan biriydi. Bu endişeler basit bir naif romantizmden kaynaklanmıyordu. İlerlemeye olan inatçı inancın görmezden geldiği acılarla ilgili ciddi endişeleri dile getiriyorlardı. Örneğin, geçen yüzyılın amansız zulmü, günümüzde dünyanın başına bela olan savaşlardan bahsetmiyorum bile, nasıl rasyonel olarak görülebilirdi?

Elbette Hegel, ‘katliam tezgahı’ olarak adlandırdığı tarihe özgü acılardan hiçbir şekilde habersiz değildi. Fakat bu soğuk gerçekçilik, anlamaya çalıştığı modernitenin en radikal eleştirisine ilham verdi. Marx ve takipçileri, Komünist Manifesto (1848) boyunca sosyalizmin hem nostaljik hem de ütopik biçimlerini eleştirirken, mevcut siyasi sınıfları harekete geçirmek ve dünyayı dönüştürmek için bir araya getirebilecekleri güçleri anlamakla ilgilenen bir politika geliştirerek bu çifte reddi geliştireceklerdi.

İdealist Başlangıçlar

Hegel, feodalizm ve kapitalizm, Aydınlanma ve Romantik dönem arasında derin bir geçişin ortasında bulunan bir Avrupa kıtasında, parçalanmış ve birbirinden kopuk bir Almanya’da büyüdü. 1770 yılında, Almanya’nın güneyindeki Württemberg Dükalığı’nda, ‘meritokratik’ orta sınıf memur ya da Bildungsbürgertum ailesinde doğdu. Nispeten az gelişmiş bir Orta Avrupa’da yaşayan bu eğitimli halk tabakası, Marx’ın sanayi proletaryasının yükselişinden önce toplumun en modern ve ileriye dönük kesimini oluşturuyordu.

Hegel olgunluk dönemi çalışmalarında, özellikle de Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nde, bu sınıfı aristokratik ideallerden koptuğu için yüceltir. Bourke, eski düzendeki bu aşınmanın, daha kişisel bir insan öznelliği modelinin yükselişiyle ortaya çıktığına dikkat çeker. Bu durum, insanların çalışmak hakkındaki düşüncelerini değiştirdi; çalışmak artık içine doğulan bir meslek değil, seçilen bir şeydi. Bourke’a göre, insan özgürlüğü tarafından yönetilen bu yeni dünyanın liderleri, ‘keyfi otorite’ yerine ‘kamu görevi’ normlarına göre yönetilen modern devletin işleyişinin merkezi haline gelen ‘üniversite eğitimli bürokratik bir elit’ idi. Hegel’e göre, binlerce yıl boyunca birbirini izleyen olaylar, öznelliğin ve onun gücünün bir kişinin kontrolünden (monarşi), azınlığa (aristokrasi) ve şimdi de çoğunluğa (demokrasi) geçmesine izin vermişti.

Öznelliğin bu büyümesinin anahtarı, Avrupa’da Protestan Hıristiyanlığın yükselişiydi. Hegel’in ailesi onu katı bir ortodoks Lutherci ilahiyat okulu olan Tübinger Stift’e gönderdi. Orada, şair Friedrich Hölderlin ve filozof Friedrich Schelling gibi Alman idealizminin diğer aydınlarıyla birlikte, kilisenin boğucu dogmalarına karşı çıkacak ve aynı zamanda bunları içselleştirecekti. Bourke, New Statesman için yazdığı kısa bir makalede, “[Hegel] çok geçmeden Jean-Jacques Rousseau ve Immanuel Kant’ın etkisi altına girdi ve çok geçmeden onların düşüncelerinin sonuçlarını genişletti … ruhun ölümsüzlüğü doktrini ile birlikte aşkın bir tanrı fikrini de reddetti,” diye yazıyordu.

Gerçekten de Hegel, Tanrı ve dinin nihayetinde olumsal insani değerin ifadeleri olduğunu öne sürerek Ludwig Feuerbach ve Marx gibi sekülerleştirici Alman düşünürleri önceden şekillendirecekti. Böylece Protestanlık, ikiyüzlülüklerine ve başarısızlıklarına rağmen, daha derin bir insani eylemlilik arzusunu ortaya çıkarmıştır. Bourke’a göre Hegel, Lutherci reformu, bireyin keyfi kilise otoritesinden özgürleşmesi yoluyla ‘yepyeni bir zamansal ufuk getiren’ gerekli, tamamlanmamış bir devrim olarak görmüştür. Bu özgürleşme, keyfi toplumsal, siyasi ve iktisadi güçten diğer potansiyel kaçışların önünü açacaktı.

Yarım Kalmış Hıristiyan Devrimi

Bourke, Hegel’in Dünya Devrimleri’nin büyük bir bölümünü Hegel’in erken dönem çalışmalarında paganizm ile Hıristiyanlık ve Katoliklik ile Protestanlık arasındaki geçişlere yönelik nispeten az çalışılmış tutumlarına odaklanarak geçirir. Bourke, Hegel için her iki geçişin de gerekli, fakat yeterli olmayan dünya-tarihsel devrimler olduğunu iddia etmektedir.

Bourke’a göre, özgürleştirici potansiyeline rağmen Hegel, Hıristiyanlığı insan bilincinde yozlaşmaya sürüklenmiş başarısız ya da tamamlanmamış bir devrim olarak yorumlayacaktır: “İsa özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin savunucusu olmuştu. Yine de, Hıristiyan dönüşümü ilerledikçe, bu isteklerin her biri geri alındı. Ahlaki öz-yasama özgürlüğü yerini itirafçıların ve papazların yargı yetkisine bıraktı.”

Bourke, daha önceki pek çok yorumcu gibi, Hegel’in teolojideki ilk çalışmalarından sonra, felsefi selefi Immanuel Kant’tan derinlemesine yararlanarak Hıristiyanlığın başarısızlığını teşhis etmek için tarihe ve insanın ahlaki gelişimine yöneldiğini öne sürüyor. Bourke’a göre her iki adam da Hıristiyanlığın ‘başarısızlıkla sonuçlandığına’ inanıyordu. Ne var ki Hegel, bu yetersizlik için salt felsefi değil, tarihsel bir açıklama gerektiğini düşündüğü için Kant’tan farklıydı.

Gelecek Devrimler?

Bourke bize şunu bildiriyor: “Siyasi düşünce tarihi kural koyucu olmaktan ziyade teşhis koyucudur. Siyasi yapıları, daha önceki güç kümelenmelerinin ürünleri olarak anlamamıza yardımcı olur.” Sonuç olarak, Hegel’in ‘güncelliği’ kucaklaması, on dokuzuncu yüzyılda gelişen toplumsal yapı ve kurumların, yani devlet, sivil toplum ve modern piyasa ekonomisinin, benzersiz de olsa çok erken bir analizi olarak kendini göstermiştir. Bourke’un elinde Hegel, bir tür betimleyici sosyolojinin uygulayıcısı haline gelir. Bu yaklaşım, Hegel’i düşmanca ve anakronik okumalara karşı etkili bir şekilde saygıdeğer kılarken, bizi genellikle ilişkilendirildiği metafizik savurganlık ve kripto-teolojiden arındırılmış bir düşünürle baş başa bırakır.

Bu dar tarihselci kısıtlamalar içinde Bourke yine de içgörü üretmeyi başarıyor, fakat sunduğu dersler yeni değil. Kendi bağlamıyla sınırlı olan Hegel, nispeten düz ve muhafazakâr bir siyaset ve toplum anlayışına sahipti. Özünde aile birimi, ticari loncalar, daha büyük şirket organları ve bir hükümdar tarafından yönetilen anayasal devlet vardı. Bu tarihsel ‘tanısal’ Hegel’de, yirminci ve yirmi birinci yüzyıl Avrupa’sında kitlesel sınıf siyasetinin yükselişine ve bunun sonucunda düşüşüne değinen çok az şey vardır. Bunun temel nedeni, modern sınıflar ortaya çıkarken fakat çıkarlarını korumak için kurumlar oluşturmadan önce yazan Hegel’in bakış açısının sınırlılıklarıdır.

Elbette Hegel bu konular hakkında düşünmeye çalışmaktadır. Bir bakışta, Hegel’in korporasyon olarak adlandırdığı ve işçiler için lonca benzeri kurumlar olan kuruluşlar ön-sendika olarak görülebilir ve belediye alanının idaresinden ve yoksulların bakımından sorumlu olan Polizei, açıkça modern refah devletinin öncüleridir.

Fakat bu iki kurumu ön plana çıkaran radikal hareketler Hegel tarafından analiz edilmeye değer nesneler olarak düşünülmemiştir bile. Modernitenin geride bıraktığı toplum kesimleriyle ilgili bir tartışmaya en çok yaklaştığı nokta, ‘ayaktakımı’ dediği şeyle ilgili birkaç sözüydü. Bunun yerine, rasyonalist ve ütopik Fransız Devriminin başarısızlığından sonra Hegel, Kuzey Avrupa Protestan anayasal monarşilerini ve Britanya, İskandinavya, Almanya ve Hollanda gibi cumhuriyetleri, daha somut ve ‘pratik’ olarak kabul edilen araçlarla insan özgürleşmesini başarabilecek kapasitede gördü. “Devrim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Hegel, ileriye giden yolun Protestan Avrupa’da yattığı sonucuna vardı.”

Hegel’in Dünya Devrimleri, Hegel’i yalnızca ‘pratik’ bir filozof olarak değil, aynı zamanda bu pragmatizm tarafından sosyal demokrasinin yeni ortaya çıkan bir versiyonuna doğru yönlendirilen biri olarak görmemizi önermektedir. Nitekim Bourke, ‘[bazılarının] Ferdinand Lassalle önderliğinde sosyal demokrat hareketin yükselişinin ardında onun etkisini gördüğünü’ belirtmektedir. Bourke’a göre Hegel’in nihai önemi, “modern sivil toplumda ortaya çıkan bir ihtiyaçlar sisteminin anayasal özgürlükle uyumlu olduğunu kanıtlama becerisinde yatıyor gibi görünüyor. Hegel’de zorunluluk ve özgürlük birbirine zıt olmadığından, diyalektik olarak uzlaştırılabilirler.” Daha açık bir ifadeyle, Hegel insan özgürlüğünün korunmak için kolektif kurumlara ihtiyaç duyduğunu ve bunların kendini gerçekleştirmeye engel olarak düşünülmemesi gerektiğini kabul etmiştir.

Bir soyutlama düzeyinde, bu yüce idealler neredeyse tüm Avrupa’da, hatta muhafazakârlar tarafından yönetilen ülkelerde bile hâkim ideolojiyle örtüşmektedir. Fakat daha yakından incelendiğinde, bu pratik kopukluk düzeyinde düşünmenin değerinden şüphe duymamız için nedenler ortaya çıkmaktadır. Sosyal demokrasinin başlattığı yeniden dağıtımı mümkün kılan şey, belirgin bir şekilde modern kurumlar aracılığıyla harekete geçen işçilerin kitlesel örgütlenmesiydi: siyasi parti, sendika ve özgür basın. Hegel’de bu sütunların ciddi bir tartışması yoktur; belki de bu, içgörülerinin derinliğine rağmen, belirgin bir şekilde premodern bir düşünür olarak kaldığının bir işaretidir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version