Seçim sathı mailine girdiğimiz için dış siyasetteki gelişmeler – eğer ki Türkiye’yi yakından ilgilendirmiyorsa veya ülkedeki mevcut iktidara yönelik toplumsal desteği tahkim edecek bir özellik taşımıyorsa – gündemin ön sıralarında çok fazla yer bulmuyor.
Oysa önce küresel salgın, ardından Rusya-Ukrayna savaşı; sonrasında patlak veren enerji ve gıda kriziyle dünya siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak köklü bir dönüşümün eşiğine geldi.
Böyle bir süreçte bölgesel ve küresel gelişmelerin büyük önem taşıdığına işaret ederek Türkiye’nin de bu dönüşümden fazlasıyla etkilenecek ülkeler arasında olduğu saptamasını yapalım.
Özellikle Ortadoğu’daki gelişmeleri “kritik önemi haiz” olarak nitelemek mümkün…
Girizgâhı böyle yaptıktan sonra İsrail’de bütün dünyanın dikkatle izlediği siyasi gelişmelere biz de yakın gözlüğümüzü takarak bakalım.
Çünkü İsrail’deki gelişmeler sadece Ortadoğu’yu değil, siyasi ve stratejik açıdan mevcut küresel sistemi de yakından ilgilendiriyor.
İsrail’de geçen yılın sonuna doğru yapılan seçimlerin ardından ülkede en uzun süre başbakanlık koltuğunda oturmuş siyasetçi olan Binyamin Netanyahu, yaklaşık 1,5 yıl önce ayrıldığı makamına ülke tarihindeki en sağcı koalisyonu kurarak geri döndü.
Ancak hükümetin arkasında güçlü bir çoğunluk bulunmuyor.
Buna rağmen Adalet Bakanı Yariv Levin, 5 Ocak’ta, İsrail Yüksek Mahkemesi’nin yetkilerini sınırlandıran, yargının yargıçların seçimi üzerindeki etkisini azaltan ve Meclisin mahkeme kararlarını geçersiz kılmasına izin veren bir yasa planladıklarını duyurdu.
Yeni düzenleme hükümetin, yargıçların atanmasında tek söz sahibi olacağı anlamına geliyordu.
Netanyahu hükümetinin, daha önce yolsuzluktan hüküm giymiş koalisyon ortağı Arye Deri’nin bakan olarak görev yapmasına izin veren tartışmalı yasayı onaylaması da bardağı taşıran son damla oldu.
Ülke adeta barut fıçısına döndü. 8,5 milyon nüfusu olan ülkede, 80 bin kişi Başbakan Netanyahu ve kabinesindeki bakanları protesto etmek için sokaklara çıktı.
Bu, dünya kamuoyu açısından görmezden gelinecek bir gelişme değil.
Peki, seçim sonuçlarına ve kurulan hükümete bakınca, Ortadoğu’da bir süre öncesine kadar demokrasi ile yönetilen iki ülkeden biri olan İsrail’de siyaset nasıl bu kadar dinci/ırkçı bir zemine oturabiliyor, toplumun azımsanmayacak bir bölümü nasıl bu kadar irrasyonel siyasi davranış sergileyebiliyor?
Bunu sadece güvenlikçi politikaların belli odaklar tarafından sürekli gündemde tutulup korku ikliminin beslenmesi, milliyetçi hatta ırkçı söylemlerin sürekli cilalanmasıyla açıklamak yeterli olabilir mi?
Bu soruların yanıtını vermeden önce ülkenin yakın tarihine kısaca bir göz atalım.
İsrail kurulduğu günden bu yana koalisyon hükümetleriyle yönetilegeldi. 120 kişilik ilk ulusal parlamento (Knesset) 25 Ocak 1949’da yapılan seçimlerin sonrasında iş başına geçti. Devletin ilanından sonra yapılan daha ilk seçimde oy kullanma yetkisini haiz seçmenlerin yüzde 85’nin sandığa gitmiş olması, ülkede güçlü bir demokrasi geleneğinin başlayacağının önemli bir işaretiydi.
Öyle de oldu.
Bu süreçte İsrail siyaseti “uzlaşma” kavramı üzerinde şekillendi.
Koalisyon hükümeti kurmak İsrail siyasal kültürünün esas unsuru oldu. İsrail devletinin kurulmasından sonra dünyanın hemen her bölgesinden gelen göçlerle çeşitlenen Yahudi toplumunun, Arap coğrafyası içinde varlığını sürdürebilmesi, güçlü kalabilmesi için uzlaşma kültürü geliştirmesi adeta hayati önem taşımaktaydı.
Zaten, Yahudi tarihine bakıldığı zaman da siyasetin “lider” veya “tek adam” yönetiminde yürütülmediğini görmek mümkün…
Yahudi siyasetinin evrimi, karar alma süreçlerini bir meclise ya da bir konvansiyona devretme, bunun bir norm haline gelmesi yönünde şekillendi.
Her ne kadar modern İsrail öncesinde siyaset, diasporadaki Yahudilerin sadece “cemaat işlerini” düzenleme çerçevesiyle sınırlı gibi görünse de kolektivizm ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamdan bireylerin günlük yaşam rutinlerine kadar Yahudi toplumunun karakteristik bir özelliği oldu.
Sözün özü Yahudi toplumu binlerce yıldır kolektif hareket ediyor; tartışıyor, karar alıyor, stratejik hedeflerini belirliyor, buna göre siyasi davranış kalıpları oluşturuyordu.
Bu kolektif düşünme, karar alma ve uygulama biçiminin Yahudi toplumunun “genetik kodlarına” işlediğini söylemek yanlış olmayacaktır!
Ancak 90’lı yılların ortasından itibaren, İsrail siyasetindeki uzlaşma kültürü yerini yavaş yavaş kutuplaşmaya bıraktı.
Sağ/dinci siyaset İsrail’de gücünü giderek arttırırken, toplumsal fay hatları kırılganlaşmaya başladı.
Peki, neden böyle oldu?
Çünkü bu dönemde Amerika’nın Soğuk Savaş sonrasında dayattığı kimlik siyaseti dünyada giderek öne çıkmaya başladı.
Bu dayatmanın bir sonucu olarak tıpkı Türkiye’de olduğu gibi İsrail’de de toplum sınıf siyasetini bir kenara bıraktı, toplumsal uzlaşma kültürünü yok sayıp din, mezhep, etnisite gibi alt kimliklere sarılmayı, “güçlü bir lider” yönetimi altına girmeyi tercih etti.
İsrail’de yaklaşık 25 yıl içinde uzlaşı kültürünün rasyonel yaklaşımları yerini popülizmin irrasyonel evrenine bıraktı.
Kritik bir çelişkiye işaret ediyor gibi görünse de Amerika’nın kimlik siyasetiyle Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme, emperyalizmin dümen suyunda olmayan Arap ülkelerini, siyasal İslam üzerinden hizaya getirme yaklaşımı, dünyada gerçek anlamda iki stratejik ortağından biri olan İsrail’i tam kalbinden vurmuştu.
Üstelik İsrail bir İslam ülkesi olmamasına rağmen…
Ezcümle kimlik siyaseti ve bu siyasetin doğal bir sonucu olarak güçlenen popülizm Yahudi toplumunun binlerce yıllık uzlaşı kültürünü, kolektif karar alma, birlikte hareket etme geleneğini erozyona uğrattı, ülke siyasetini kutuplaştırdı, İsrail demokrasisini sağ, ırkçı/dinci siyasetin insafına terk etti.
Planlayarak mı yaptılar yoksa Arap coğrafyasına yönelik geliştirdikleri stratejinin bölgesel yan etkisi miydi, kesin bir değerlendirme yapmak zor ama Amerika’daki siyasi oyun kurucular, kimlik siyaseti üzerinden İsrail toplumunun uzlaşıyı ve kolektivizmi önceleyen “genetik kodlarıyla” oynamış oldular!
İşte İsrail siyasetinin bugün çektiği sancının arkasında tam olarak bu yer alıyor!
Yakın gelecekte ne olur, İsrail toplumu bu açmazdan nasıl kurtulur ya da kurtulabilir mi bilinmez amma velakin, İsrail siyasetindeki bu psikopatolojinin çok daha derin analizlere muhtaç olduğunu söylemek gerekiyor.
Küresel sistem önümüzdeki dönem yeni dengelerini rasyonel biçimde oluşturursa, yaklaşık çeyrek asırdan buyana dünyanın iliğini kemiğini yerinden oynatan kimlik siyaseti tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gidecektir kuşkusuz.
Bu sancılı dönemin hemen her alanda yarattığı enkaz kaldırılmadan, birçok ülkede olduğu gibi İsrail’de de siyasetin yeniden uzlaşma kültürü üzerinden şekillenmesinin güç olduğuna vurgu yapıp şimdilik yazımıza noktayı koyalım.