GÖRÜŞ

İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme

Yayınlanma

30 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail’e, BM tarafından görevlendirilen kurumlara karşı sergilediği son düşmanca davranışları düzeltmesi çağrısında bulunan bir karar aldı. Bu kararla birlikte, aralarında ABD’nin de bulunduğu tüm 15 üye ülke, İsrail’in Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini durdurma kararını geri almasını talep etti. Kararda, UNRWA’nın Gazze’deki tüm insani yardım çabalarında “hayati bir rol” oynadığı ve işgal altındaki Filistin topraklarında, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin yanı sıra “hayat kurtaran insani yardım” sağladığı vurgulandı.

Bu gelişme, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmanın keskin bir gerginlik noktasına ulaştığını ve ülkeyi giderek daha izole bir konuma soktuğunu gösteriyor. Tarihsel olarak İsrail’e destek veren ABD bile, İsrail’in BM ile ilişkilerini daha da zorlaştıran ve “sekizinci cephe” olarak adlandırılabilecek bu yeni çatışma alanında genişleme ve tırmanma çabalarına güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.

28 Ekim’de İsrail parlamentosu, UNRWA’nın İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetlerini yasaklayan iki yasayı kabul etti. Bu yasaların gerekçesi olarak, ajansın terörü desteklediği iddiası öne sürüldü. UNRWA, 8 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 302 sayılı kararıyla Filistinli mültecilere yardım sağlamak amacıyla kuruldu. 1967 savaşının ardından, ajansın insani görev alanı Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletildi. 1948 ve 1967 savaşları, sırasıyla yaklaşık 800 bin ve 1 milyon Filistinliyi yerinden etti. Bu mültecilerin çoğu Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi komşu Arap ülkelerine sığındı ve bu da dünyanın en büyük ve en uzun süreli siyasi mülteci krizini ortaya çıkardı.

5 Ekim’de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “yedi cephede” çatışma halinde olduğundan yakınmıştı. Fakat, İsrail’in çatışmalarının bu yedi cephenin ötesine uzandığını ve BM ile yaşanan daha geniş kapsamlı yumuşak çatışmalar ile yerel düzeyde sert çatışmaları içeren bir “sekizinci cepheyi” de kapsadığını düşünüyorum. Pek çok okur, İsrail’in bu “sekiz cephesinin” kökeni ve doğası hakkında fazla bilgi sahibi olmayabilir, bu nedenle sistematik bir açıklama yapmak gerekli görünüyor.

Netanyahu’nun “yedi cephesi” şunları içeriyor: Filistin’de Gazze ve Batı Şeria, Lübnan, Yemen, Irak, Suriye ve İran. Benim tanımladığım “sekizinci cephe” ise, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma, BM Genel Kurulu’ndan Güvenlik Konseyi’ne, New York ve Cenevre’deki BM merkezlerinden Gazze’deki UNRWA bürolarına ve İsrail-Lübnan sınırındaki BM barış gücü kamplarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu cephe, BM ve liderlerine yönelik sözlü saldırılarla birlikte, BM güçlerine yönelik ateş açma, bombardıman ve barış gücü kamplarının işgali gibi şiddet eylemlerini de kapsıyor. İsrail’in şu anki tutumu, uluslararası topluma meydan okuyan, cesur ve pervasız bir duruşu yansıtıyor, sanki egemen bir devlet olarak meşruiyetini sağlayan uluslararası kamuoyunu hiçe sayıyormuş gibi.

29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu’nun ikinci oturumunda, Arap ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, Filistin’in bölünmesini öngören 181 sayılı karar zorla kabul edildi. Bu karar, toprakların yüzde 52’sini yerel nüfusun yalnızca üçte birini oluşturan Yahudi topluluğuna tahsis ederken, yüzde 48’ini ise nüfusun üçte ikisini oluşturan yerli Arap halkına —bugün “Filistinliler” olarak bilinen halka— ayırdı. Kudüs’ün egemenliği ise BM’ye bırakıldı. Bu karar, Avrupa’nın anti-Semitik ve soykırımcı tarihinin yükünü yerli Filistin halkına aktaran bir hamle olarak Arap dünyasında büyük bir tepkiye yol açtı ve Arap-İsrail çatışmasını başlattı. Bunun sonucunda İsrail, Filistin topraklarını daha da fazla işgal ederek yasa dışı ilhaklar gerçekleştirdi ve İsrail ile komşu Arap ülkeleri arasında ilerleyen yıllarda pek çok savaşa zemin hazırlamış oldu.

Yarım asrı aşkın bir süredir, çeşitli Filistinli örgütler içinde bulundukları durumu daha fazla kabullenerek bir uzlaşıya vardılar: Artık yalnızca Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü geri kazanmayı hedefliyorlar; bu topraklar, bölünme öncesi Filistin’in yalnızca yüzde 23’ünü oluşturuyor. Buna karşılık, Başbakan Netanyahu ve “Büyük İsrail” yanlısı diğer isimler, Filistin topraklarının tamamen ilhakını talep ediyor; hatta Mısır’ın Sina Yarımadası, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün bazı bölgelerini dahi istiyorlar. Bu iddialarını ise yalnızca, üstelik bu yaşam, hâkimiyet ya da yerlilikten ziyade bir mültecilik durumu olsa bile atalarının buralarda bir zamanlar yaşadığı gerçeğine dayandırıyorlar.

Birleşmiş Milletler, İsrail’e egemenlik meşruiyeti sağlarken Filistinlilerin haklarından ödün vererek İsrail’in uluslararası hukuktaki “annesi” olarak görülebilir. Ancak, ABD’nin uzun süreli koruması altında, İsrail ile ilgili BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarının büyük çoğunluğu veto edilmişti. Bu durum, İsrail’in dokunulmazlık ve meydan okuma ortamında hareket etmesine zemin hazırladı. Günümüzde İsrail’in eylemleri, uluslararası normlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir kayıtsızlık sergileyerek, onu tarihsel zulümlerden dolayı bir zamanlar sahip olduğu küresel sempatiyi hızla tüketen “Orta Doğu’nun Oidipusu” konumuna getirdi. Bu pervasız tutum, mevcut çatışmaları körüklüyor ve uluslararası alanda hoşnutsuzluk yaratıyor.

BM Genel Sekreteri António Guterres, “Hamas’ın İsrail’e saldırısı bir durduk yere gerçekleşmedi,” ifadesiyle Filistin halkının 70 yılı aşkın süredir maruz kaldığı trajedi ve acıya dikkat çeken ölçülü bir açıklama yaptı. İsrail ise bu açıklamaya sert tepki göstererek, Guterres’in meşruiyetini sorguladı ve sürekli olarak istifasını talep etti. Nihayetinde onu istenmeyen kişi (persona non grata) ilan ederek kendisine vize vermeyi reddetti.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nden gelen yoğun eleştirilerin ortasında, İsrail, BM’yi kışkırtıcı bir şekilde “terör örgütü” veya terörü destekleyen bir yapı olarak tanımladı ve UNRWA’nın insani yardım görevini yerine getirmesini yasakladı. Daha da saldırgan bir adım olarak, uluslararası kınamalara rağmen İsrail güçleri, İsrail-Lübnan sınırında ateşkes anlaşmalarını denetlemek için konuşlanmış BM barış gücü birliklerini hedef alarak onları görevlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.

Gazze ve Batı Şeria, İsrail’in birinci ve ikinci çatışma cephelerini oluşturuyor ve daha geniş bölgesel gerilimlerin tetikleyicisi olarak kabul ediliyor. 2005 yılında İsrail güçleri ve yerleşimcileri Gazze’den çekilmiş olsa da İsrail, hâlâ Gazze’nin kara sınırlarını, hava sahasını ve kara sularını kontrol ediyor. Bu nedenle Gazze, “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılan, işgal altındaki Filistin topraklarının ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Gazze arasındaki ilişki, işgalci ve işgal edilen olarak tanımlanırken, İsrail ve Hamas arasındaki ilişki, işgalci ve silahlı direniş olarak değerlendiriliyor. İsrail’in “İsrail-Hamas savaşı” olarak tanımladığı çatışma, Hamas’ı daha geniş Filistin direnişinden tecrit etmeyi amaçlayarak, “İsrail-Filistin çatışmasının” temel doğasını gölgede bırakmaya çalışıyor.

Batı Şeria, 6 bin kilometrekareyi aşkın bir alanı kapsarken, 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’nden yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir İsrail bölgesiyle ayrılmış durumda. Uzun bir süre boyunca, Batı Şeria, Hamas’ın siyasi rakibi olan el-Fetih’in kalesiydi. Ancak son yıllarda, Batı Şeria giderek “Hamaslaşmış” bir hâl aldı ve adeta ikinci bir Gazze veya “Hamasistan” gibi görünmeye başladı. Batı Şeria’daki daha fazla Filistinli, onlarca yıllık ılımlı yaklaşımı terk edip Hamas’a yöneldikçe bu bölgedeki siyasi yapı değişime uğradı.

1999’dan 2002’ye kadar Xinhua‘nın Gazze’deki muhabiri olarak çalıştığım dönemde, Hamas’a olan halk desteği yaklaşık yüzde 30 civarındaydı ve etkisi büyük ölçüde Gazze ile sınırlıydı. 2004’teki büyük İsrail-Filistin çatışmasında ana cephe Batı Şeria’ydı ve İsrail’in asıl rakibi el-Fetih’ti; Hamas ise Gazze’de daha pasif bir rol üstlenmişti.

2006’daki Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde Hamas’ın zafer kazanmasından bu yana, Filistin’deki siyasi denge büyük ölçüde değişti. Sonraki İsrail-Filistin çatışmalarının merkezi Gazze oldu ve burada Hamas, daha radikal gruplar olan İslami Cihad ve Selefi militan gruplarla birlikte çatışmanın başını çekti. Filistin’de yıllar boyunca seçim yapılmadı, zira her anket Hamas’ın kazanacağını öngörüyor. Hatta İsrail tarafından on yıldan fazla hapis yatan üst düzey el-Fetih yetkilileri bile serbest kaldıktan sonra Hamas’a katıldılar. Hamas’ın Batı Şeria’daki nüfuzunun giderek artması, İsrail’i bölgede büyük kuvvetler konuşlandırmaya ve şiddetli direnişi bastırmaya yöneltti; bu ise Gazze’den yapılan sürpriz bir saldırıya fırsat tanıdı ve bu saldırı İsrail tarafında büyük kayıplara yol açtı. İşgal altındaki Filistin topraklarının coğrafi ve toplumsal anlamda “Hamaslaşması”, kısmen Netanyahu’nun Filistinliler arasında çift başlı bir güç yapısını kasten destekleyen “çim biçme” stratejisinin bir sonucu.

Mantık oldukça basit: İsrail 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmiş olsa da Şebaa Çiftlikleri gibi stratejik öneme sahip ama sınırlı bölgeleri kontrol etmeye devam ediyor. Bu durum, uluslararası hukuk çerçevesinde Hizbullah’a İsrail’e saldırmak için bir gerekçe sağlıyor. İran tarafından desteklenen ve finanse edilen Şii bir militan grup olan Hizbullah, aynı zamanda Lübnan’daki Hristiyan gruplar ve Sünni Müslümanlarla hem açık hem de örtülü çatışmalara da karışmış durumda. Lübnan’a sürekli çatışma getirmiş olduğu bir gerçek olsa da Hizbullah aslında 1982’deki İsrail’in Lübnan işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde, Lübnan’daki hiçbir siyasi parti Hizbullah’ın işgal altındaki toprakları geri alma hakkına açıkça karşı çıkmadı.

1973 Yom Kippur Savaşı sırasında başarısız bir karşı saldırı sonucu 1200 kilometrekarelik Golan Tepeleri’ni kaybettikten sonra, Suriye İsrail ile soğuk bir barış durumu sürdürdü. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak İran’ın Devrim Muhafızları, Şii milisler ve Hizbullah’ın, IŞİD’e karşı savaşma bahanesiyle müdahalede bulunmasına yol açtı. Bu da İsrail açısından doğrudan bir tehdit haline geldi. Son on yılda, İsrail Suriye’deki çeşitli hedefleri sürekli olarak vurdu; amaç Suriye hükümet güçlerini yok etmek değil, İran ve Hizbullah güçlerini bölgeden çıkarmaktı. Suriye hükümeti, Golan Tepeleri’ni geri alamadığı için, yabancı aktörleri İsrail’e baskı yapmak üzere kullanarak topraklarını bir vekâlet savaşı alanına dönüştürdü.

Irak, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergiliyor. 1958’de monarşiyi deviren devrim ve yaklaşık on yıl sonra Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle birlikte Irak, yarım asır boyunca Filistin direnişi açısından önemli bir üs ve mali destek kaynağı haline geldi. 2003 sonrası Şiilerin yükselişinin ardından, İran’ın güçlü etkisiyle Irak’ın İsrail’e yönelik politikası değişmeden devam etti. Terörle mücadele bayrağı altında ortaya çıkan Şii milis grubu Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), yeni bir dönemin başlangıcına işaret etti.

Mevcut çatışma sırasında Haşdi Şabi, ilk kez Arap milliyetçiliği söylemini benimseyerek Irak ve Suriye’deki İsrail ve ABD askeri üslerine saldırılarda bulundu; bu nedenle “Irak Hizbullah’ı” olarak anılmaya başladı. Bu gelişme, Irak’ı Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez doğrudan İsrail’le karşı karşıya getirirken, Irak hava sahası ve toprakları İran’ın füzelerine, insansız hava araçlarına ve İsrail jetlerinin saldırılarına açık hale geldi. Haşdi Şabi, Filistin’i özgürleştirme gerekçesiyle İsrail’e karşı bir cephe açtı; bu hamle, İran etkisi, Şii dayanışması ve Irak içindeki siyasi nüfuz mücadelesiyle besleniyor.

İran İslam Cumhuriyeti modelini benimseyen Husi hareketi ise İran ve Hizbullah ile karmaşık ilişkiler yürütüyor ve çoğunlukla koordineli hareket ediyor. Daha önce kendini Filistin davasının bir savunucusu olarak konumlandırmamış olan Husiler, bu çatışmaya ani ve güçlü bir şekilde dahil olarak “fırsatçı bir aşırı hamle” olarak nitelendirilen bir adım attı. Bu manevra, Husilerin Yemen’deki güçlerini konsolide etme çabalarını, Arap milliyetçiliği söylemiyle kendilerini meşrulaştırmalarını, Suudi Arabistan ve diğer yabancı güçlerin çekilmesini talep etmelerini ve komşu ülkeler tarafından Yemen’in meşru hükümeti olarak tanınma arayışlarını yansıtıyor.

Tarihsel olarak, 2500 yıl önce Pers İmparatoru Büyük Kiros, İsrail’in atalarını kurtardığı için İncil’de bir “Mesih” olarak övülmüştü. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, İran sarsılmaz bir şekilde Siyonizme ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı çıkıyor. İsrail-Filistin ve daha geniş Arap-İsrail çatışmalarındaki rolünü, İslami bir görev olarak nitelendiren İran, bu angajmanlarını bölgesel bir güç olarak kendini göstermenin bir aracı olarak da kullanıyor. Bu nedenle hem İsrail hem de ABD, İran’ı bölgesel istikrarsızlığın başlıca kışkırtıcısı olarak görüyor.

İsrail ve İran uzun süredir vekalet savaşları ve gizli operasyonlar yürütse de bu çatışmalar artık daha açık bir hale geldi ve doğrudan karşılaşmalara evrildi. Arap ülkelerinin İsrail’e karşı savaş yürüttüğü, 1982 Lübnan Savaşı’nın sonuna kadar süren geleneksel paradigma değişti. Yeni jeopolitik manzara, İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ile tanımlanmakta olup, bu eksende egemen Suriye ve Filistin, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı aktörler yer alıyor

İsrail, nadiren yalnız hareket etti; Birleşmiş Milletler’de ya da Orta Doğu’daki çatışmalarda ABD, İsrail’in daimî müttefiki oldu. Geçen yıl içinde ABD, Gazze’de ateşkes sağlanmasına yönelik beş Güvenlik Konseyi kararını veto etti, İsrail’e sürekli askeri destek sağlamış ve bazı askeri operasyonlarda işbirliği yaptı. Bu destekler arasında uçak gemisi saldırı gruplarını konuşlandırmak, İsrail’i korumak için THAAD füze savunma sistemini yerleştirmek, İran’ın füze ve insansız hava aracı saldırılarını engellemek, Hamas liderlerinin ortadan kaldırılmasını memnuniyetle karşılamak ve Husi ve Haşdi Şabi üslerine hava saldırıları düzenlemek yer alıyor. Sonuç olarak, İsrail’in “sekiz cephede” sürdürdüğü angajmanların büyük bir kısmı ABD’nin desteğiyle yürütülüyor, bu iki ülkenin aynı stratejik siper içinde yer aldığını simgeliyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Çok Okunanlar

Exit mobile version