Görüş
Kanada: Bir başbakan, bir başkan ve yedi hafta

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Trump’ın Seçim Hediyesi
Manchester United’ın Lyon’la iki hafta önce oynadığı Avrupa Ligi maçını izlediniz mi bilmiyorum… Hayatımda izlediğim en eğlenceli, aynı zamanda da en imkânsız maçtı herhalde. Kronometre 113. dakikayı gösterirken, United taraftarının yüzünde büyük bir çaresizlik okunuyordu. Ancak sonraki yedi dakikada United üç gol atacak ve imkânsızı başaracaktı.
Benzer bir çaresizlik, Justin Trudeau’nun başbakanlığının son aylarında, Liberal seçmen ve yöneticiler için de geçerliydi. Gençliği ve dış görünüşüyle küresel bir popülerlik kazanan Trudeau, uzun süren Muhafazakâr iktidarın yarattığı yorgunluk, babasından miras kalan soyadı ve biraz da, rakiplerinin beceriksizliği sayesinde üç federal seçim kazanabilmişti. Ancak başında bulunduğu Liberal Parti, 2023 yılı ortalarından itibaren hızla kan kaybetmeye başladı. Trudeau, Ocak 2025’te başbakanlığı bırakacağını açıkladığında, Kanada’nın en köklü partisi olan Liberaller ile ana rakibi Muhafazakâr Parti arasındaki fark %25’e çıkmıştı. Bu noktada, kimsenin Muhafazakârların bir sonraki seçimi kazanacağına dair bir şüphesi yoktu. Hayat pahalılığı, artan suç oranları ve Liberal göç politikalarına karşı yürütülen sert kampanyalar, Muhafazakârları anketlerde %45’lere fırlatmıştı. 2020’den bu yana parti liderliğini yürüten, rakipleri tarafından bir “saldırı köpeği” ya da “haşere” olarak nitelenen ve birçok konuda Trumpvari bir tavır takınan Pierre Poilievre için tek yapılacak şey, başbakanlığa hazırlanmaktı.
Ta ki Mark Carney siyasete girene kadar…
Liberal kanattaki çaresizlik ve Muhafazakârların erken zafer coşkusu, Mark Carney’nin siyasete girişiyle birlikte hızla değişmeye başladı. Kariyerine yatırım bankası Goldman Sachs’ta başlayan Carney, daha sonra sırasıyla Kanada ve İngiltere Merkez Bankalarının başkanlığını yaptı. Günlük parti siyasetini pek bilmeyen (seçim kampanyasında bu oldukça belirgindi), teknokrat kimliğiyle tanınan Carney, önce anketlerdeki %25’lik farkı kapattı, sonra da liderliği ele geçirdi. Seçim sonuçlarına göre; buna göre, Liberaller geçerli oyların yüzde 43,5’ini alarak seçimlerde çoğunluğu sağladı. Ancak mevcut oy oranıyla Kanada Federal Parlamentosu’ndaki 343 sandalyeden 168’ini kazanan Carney’nin partisi, tek başına iktidar olmak için gereken 172 milletvekilli sınırını aşamadı, azınlık hükümeti kuracaklar.
Manchester United, yedi dakikada üç gol atarak imkânsızı başarmıştı. Carney de benzer şekilde, yaklaşık yedi haftada dibe vurmuş Liberalleri nasıl oldu da zafere taşıdı? Bu sorunun en basit cevabı: Trump.
Trump’ın Gölgesi: Beklenmedik Bir Zaferin Anatomisi
Elbette seçimi kazandıran tek faktör Trump değil. Ancak şüphesiz en belirleyici etken oydu.
ABD ve Kanada, iki ayrı egemen devlet olmalarına rağmen, ABD siyasetinin ve özellikle ABD Başkanı’nın ne düşündüğü ve ne söylediği, Kanada için son derece önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Kanada’nın – Arktik Bölgesi de dahil olmak üzere – savunma sorumluluğunu üstlenirken, Kanada da Amerikan imparatorluğunun en sadık müttefiki haline geldi. 1960’ların ortasından itibaren otomotiv sektörüyle başlayan ve giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, bu jeopolitik ittifakı daha da güçlendirdi. 1980 ve 1990’lardaki serbest ticaret anlaşmaları, dünyanın en uzun “korumasız” sınırını daha da geçirgen hale getirirken, iki ülkeyi birbirine bağlayan kritik tedarik zincirleri iyice sıkılaştı. Bu süreçte Kanada giderek ABD pazarına bağımlı hale geldi. Örneğin, geçen yıl Kanada’nın ihracatının %75,9’u ABD’ye yapıldı. Kanada’nın yaklasik on katı büyüklüğündeki Amerikan ekonomisi için durum farklı: Kanada, ABD’nin önemli bir petrol ve doğal gaz tedarikçisi olsa da, ABD kendi kaynaklarına sahip ve bu kaynakların kullanımını giderek artırıyor. Dolayısıyla bir bağımlılıktan söz etmek mümkün değil. Enerji dışındaki sektörlerde de benzer bir tablo geçerli.
Böyle bir bağlamda, ikinci kez başkanlık koltuğuna oturan Trump, göreve geldiği ilk günden itibaren Kanada’ya yüklenmeye başladı.
Kullandığı dilin ve taleplerinin ardında tam olarak ne olduğunu kestirmek güç. Trump bu… Şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla uluslararası siyasete bir Kapalıçarşı esnafı gibi yaklaşıyor: pazarlığa yukarıdan başlıyor, sonra orta bir yerde el sıkışmak istiyor gibi. Ama bunun bir taktik mi yoksa sistematik bir politika mı olduğunu zaman gösterecek.
Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yüz gününde yaptığı açıklamalar ve uyguladığı politikalar, iki ülke arasındaki ilişkilerde ciddi gerilimlere neden oldu. Eski başbakan Trudeau’ya “Vali Trudeau” diyen Trump, Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini defalarca dile getirdi ve bu fikri bir ekonomik baskı aracı olarak kullandı (ve kullanmaya devam ediyor). Ayrıca istikrarlı olmasa da, Kanada’ya karşı ağır gümrük tarifeleri uygulayarak ticaret savaşını kızıştırdı. Trump’ın bu söylem ve politikalarının ardındaki temel iddia ise şu: Kanada, on yıllardır ABD’den haksız şekilde faydalanıyor. Elbette bu oldukça tartışmalı bir iddia. Üstelik dayandığı veriler de, en kibar ifadeyle, sorunlu.
Trump’ın tüm bu hamleleri, Kanada’da genelde pek güçlü olmayan milliyetçi damarı harekete geçirdi. Anketlere göre bu süreçte birçok Kanadalı’nın ABD algısı değişmeye başladı. Öyle ki, yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Kanada genelinde nüfusun %24’ü ABD’yi “hasım” ya da “hasmane” olarak görüyor. Bu oran Liberaller arasında %31. Küresel hegemonya mücadelesinin diğer aktörü Çin’i hasım olarak görenlerin oranı ise sadece %15! Bu, Kanada siyasetini yakından izleyenler için oldukça dikkat çekici bir dönüşüm.
Trump’ın Kanada konusundaki tutumunun bir tür “trollük” olduğunu düşünuyor olabilirsiniz. Nitekim birçok kişi böyle düşünüyor. Ancak 26 Nisan’da yayımlanan Time dergisi röportajında bu konuda ciddi olduğunu yeniden vurguladı. Kanada’da seçimlerin sürdüğü pazartesi günü (Kanada’da oy verme işlemi birkaç gün sürer), Trump, kendi sosyal medya platformu Truth Social’da Kanadalıların kendisine oy vermesi gerektiğini ima eden bir paylaşım yaptı.
Kanada siyasetine doğrudan bir müdahale anlamına gelen bu hareket karşısında en sert tepki Muhafazakâr lider Poilievre’den geldi. Ama bu, Poilievre için yeterli olmayacakti.
Sorun şu: Muhafazakâr Parti ve lideri, bir süredir Trump ve MAGA (Make America Great Again) hareketiyle yakından ilişkilendiriliyor. Trump’ın “America First” (Önce Amerika) sloganını Poilievre seçim kampanyasında “Canada First” (Önce Kanada) şeklinde kullandı. Göçmenlikten LGBTQ haklarına, sol ya da liberal bir tavir takinan üniversitelerin fonlarının kesilmesinden ’woke’ kamu çalışanlarının işten çıkarılması tehditlerine kadar birçok konuda Poilievre ve tayfasının Trump’ı örnek aldığı asikar. Petrol zengini Alberta’nın promiyeri Danielle Smith’in MAGA çevresiyle süren flörtü de Muhafazakarlar’ın Trump’çı imajının silinmesine yardımcı olmadı (Alberta, Quebec gibi ilginç bir konu ama bu konuyu şimdilik başka bir yazıya saklayalım).
Sonuç: Uzun zamandır görülmeyen bir durum yaşandı — tam 95 yıl sonra iki ana parti diğer tüm partileri adeta ezdi ve Liberaller azınlık hükümeti kurma hakkını kazandı. Muhafazakârlar, oylarını yaklaşık 2 milyon artırmalarına ve bazı bölgelerde önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen, on yıl aradan sonra yine hükümeti kuramayacaklar.
Seçim sonuçlarının açıklandığı salı günü Başbakan Carney, ABD’yi tehdit olarak gördüklerini yineledi ve “Kanada’nın ABD ile eski ilişkisi artık sona erdi” dedi. Ben, bu iddianın gerçeklik kazanması için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Ama önümüzdeki yılların ne getireceğini kimse bilemez.
Carney’nin zaferi, belki United’ın uzatmalardaki mucizesi kadar dramatik değildi ama en az onun kadar beklenmedikti. Bu beklenmedik dönüşte, en az kendi çabası kadar, güney sınırının ötesinden gelen sert rüzgârların da payı vardı. Trump’ın soylemi ve temsil ettiği çizgi, Kanada siyasetinde tahmin edilenden çok daha güçlü bir karşılık buldu. Şimdi ise asıl soru şu: Amerikan siyasi rüzgârlarının giderek sertleştiği bir dünyada, Kanada kendi rotasını ne kadar koruyabilecek veya kendine yeni bir rota çizebilecek mi?