SÖYLEŞİ

Korkut Boratav: ‘Liberal Batı, korumacı Güney’ ayrımında roller değişti

Yayınlanma

ABD’nin küresel egemenliğinin en önemli parçalarından olan doların geleceği tartışılıyor. Başını Çin, İran ve Rusya’nın çektiği ülkeler ikili ticaretlerinde ulusal para birimlerini yaygınlaştırmaya çalışırken, ABD’nin ‘arka bahçesi’ olarak nitelendirilebilecek Körfez krallıkları bile Çin ile ticarette dolara alternatif arayışlara girmiş durumda. Dünyada merkez bankalarının dolar cinsinden varlıklarının oranı azalırken, şimdilik yeni bir ‘hegemon para birimi’ ile değil, portföy çeşitliliği ile karşı karşıyayız.

Ticarette doların egemenliği göreli olarak gerilerken, finansal akışlarda hâlâ bir ‘hegemonya’dan söz edebiliyoruz. Türkiye’nin en önemli iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav, ticaret ve sanayi sermayesindeki ‘dolarsızlaşma’ ile finans sermayesindeki dolar egemenliği arasındaki ayrıma işaret ediyor. Sermaye ihracatı ve finans piyasalarında liderliğini koruyan ABD, bu konumunu küresel finans sermayesinin merkezi olması ile sağlıyor. Dolayısıyla, sermaye kontrolleri uygulayan ve dış yatırımları bir ‘çevre’ ülkesi gibi kullanan Çin’in, finansal piyasalarda klasik bir emperyalist bir ülke olmadan ABD’nin yerini alması pek mümkün görünmemektedir.

Bununla birlikte Boratav, ABD’nin siyasi egemenliği ile doların mali egemenliği arasında kopmaz bir bağ olduğuna da dikkat çekiyor. Çin ve Rusya’nın meydan okuması ile birlikte 2008-9 krizinin yarattığı şok, ABD hegemonyasının gerileyişinin en önemli göstergeleri olmuştur. „Güney“ ülkelerinin de buna eklenmesiyle birlikte neoliberal dönemdeki durum değişmiştir. Kuzey ülkelerine göç ve aynı ülkelerdeki sanayisizleşme nedeniyle zor bir dönemden geçen klasik mavi yaka işçilerin öfkesi, solun yokluğunda Trump ile birlikte göçmen ve Çin karşıtı bir siyasete evrilmiştir; Ukrayna savaşı da bu eğilimi körüklemektedir. İronik bir şekilde, Boratav’a göre, ‘küreselleşme’ bayrağı Çin’e geçmişken, ‘korumacılık’ ABD’nin iktisadi politikası haline gelmiştir.

ABD’nin küresel egemenliğini iki unsurun sağladığı söylenir: Dolar ve askeri güç. Bunlardan birinin, örneğin doların rezerv para birimi olma özelliğinin aşınmaya başlaması, doğrudan Amerikan egemenliğinin zayıflaması anlamına gelir mi?

ABD emperyalizminin ekonomik hegemonyası dolara da bağlıdır. Bu boyutu “dolar emperyalizmi”  diye adlandırmak yanlış değildir. Siyasal hegemonya ise askerî güç ile pekiştirilen ABD devleti ve oluşturduğu ittifaklar (başta NATO) tarafından icra edilir.

Ekonomik hegemonyanın parasal dayanağı, üretim ve dış ticaret tarafından da desteklenmelidir. 1945’i izleyen bir süre  boyunca  ABD bu üç açıdan da kapitalist dünya ekonomisinin öncüsü idi. Devlet gücü bakımından Sovyet sisteminin varlığı nedeniyle iki kutuplu bir dünyanın geçerli olduğu bir dönem söz konusudur. 1980’li yıllara kadar Sovyetler Birliği’nin desteğini alan bağlantısızlar blokunun varlığı da ABD’nin siyasal hegemonyasını frenliyordu. 1970 sonrasında ABD’nin ekonomik gücü, Batı Avrupa’nın yükselişi ile aşınmaya başlamış; ABD astronomik dış ticaret ve cari işlem açıkları veren bir konuma geçmişti.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin çöküşü, ABD’nin ekonomik gerilemesinin siyasete yansımasını önledi. Ekonomide olası tek rakip olan Almanya, Avrupa’nın otonom bir güç merkezi olma misyonunu sahiplenemedi. Bu dönemde neoliberalizm yaygınlaştı; sermayenin tahakkümü tek kutuplu yeni dünya düzeni ile bütünleşti.

2000 sonrasında bu yeni dönemi ABD Yüzyılı olarak tasarlayan neo-con tasarı uygulandı; ama iflas etti. Bir kere ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu’yu rejim değiştirme  operasyonlarıyla dönüştürme girişimleri iflas etti. Askerî gücün sınırları açığa çıktı. İkinci olarak Sovyetler Birliği enkazından Yeltsin’in değil, milliyetçi bir tutumla Batı ittifakına bağımlılığı reddeden Putin’in Rusya’sı çıktı. Üçüncüsü ve en önemlisi, Batı kapitalizmi  2008-2009’da büyük buhran sonrasının en ağır ekonomik krizine sürüklendi. Kapitalizmin sistem olarak meşruiyeti ağır yaralar aldı. Aynı tarihte Çin, kapitalizmin bunalımından etkilenmeyen alternatif bir ekonomik güç olarak ABD ve Avrupa krizinin bir dünya bunalımına dönüşmesini önledi.

Bu kriz ortamında ortaya çıktı ki ABD dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna gelen Çin’e  ekonomik olarak bağımlıdır.  Çin’in yeni lideri Şi Jinping, bu yeni durumu küreselleşmeyi sahiplenerek özümsedi. Ama iki yıl sonra Trump’ın ülkesine karşı açtığı ekonomik savaş ile de yüz yüze  geldi. Trump yönetimi, kısa zamanda ekonomik savaşı Çin Komünist Partisi’ne karşı açılan bir ideolojik savaşa da dönüştürdü. Bu tutum ABD-Çin karşıtlığının bir Soğuk Savaş çizgisine taşınması anlamına geldi ve daha sonra Biden yönetimi, NATO, giderek AB organlarınca da benimsendi.

ABD egemenliğinin siyasal alanda yukarıda değindiğim tökezlemeleri ekonomik üstünlüğünün gerilemesi ile birleşti. Doların bir dünya parası konumu bu ortamda aşınmaya başladı.

Merkez bankalarının, portföylerindeki dolar oranını azalttığı ve başka araçlara yöneldikleri bir gerçek. Bununla birlikte, doların yerini başka bir ‘hegemon’ aracın aldığı bir dünyada değil, araçların çoğaldığı bir dünyaya giriş yapıyor gibi görünüyoruz. Bu durum sadece ABD’nin değil, küresel finans sermayesinin egemenliğinde bir çatlak anlamına mı geliyor?

Evet uluslararası ekonomik işlemlerde kullanılan araçlar çeşitlenmektedir. Bu çeşitlenme, finans sermayesinden çok sanayi ve ticaret sermayesinin dolara bağımlılığının gerilemesinden kaynaklanıyor.  Dünya ticaretinin önde gelen ülkesi, yüzde 15’lik payla  Çin’dir. ABD’nin açık farkla önünde yer almaktadır. Tedarik zincirlerinin başlangıç, bitim ve bazı ara-kademelerinde sanayi ürünleri ihracatçısı ve ham madde ve ara-mal ithalatçısı olarak stratejik bir konumdadır.  Rusya, Brezilya, OPEC üyeleri ve Güney coğrafyasının mineral ihracatçıları diğer uçlarda, kısmen de karma konumda yer alırlar. Dünya millî hasılasının dış ticarete konu olan üretiminin ezici çoğunluğunu bu ülkeler yürütür.  Doların dış ticarette bir mübadele aracı olarak kullanımı zorunlu değildir. Bir zamanlar petrolün dolar dışı paralarla ihraç edilmesinin imkânsız olduğu iddia edilirdi. Bu yakınlarda Suudi petrolünün Çin’e renminbi (RMB) karşılığında satılacağı duyuruldu; ABD sessiz kaldı.

ABD dolarının bir dünya parası olmasının ekonomik dayanağı uluslararası sermaye hareketlerinden, farklı bir ifadeyle uluslararası finans kapitalden kaynaklanır. “Paradan para kazanmak” diye de ifade edebileceğimiz çok çeşitli kısa vadeli finansal işlemlerle birlikte uluslararası sermaye hareketlerinin hacmi dış ticaret işlemlerini defalarca aşar. ABD sermaye ihracatında dünya lideridir. Ayrıca New York uluslararası finansal sistemin merkezidir. Doların vazgeçilmezliği bunlara bağlıdır.

Renminbinin kısa vadede doların yerini alması düşünülebilir mi? Brezilya, Suudi Arabistan, Rusya, Malezya, Singapur gibi ülkeler doların yerine renminbi ile ticaret yapmaya yönelik isteklerini bildirdiler. Öte yandan bazı yorumcular, Çin’in hâlâ sermaye kontrolleri yapıyor olmasının, yani ‘açık piyasa’ olmamasının renminbinin önündeki en büyük engel olduğunu ileri sürüyorlar.

Dış ticaret (öncelikle de “mal ticareti” olarak) metaların ülkeler-arasında el değiştirmesidir; üretimin sürdürülmesinin zorunlu koşuludur. Sadece dış ticaretin finansmanı söz konusu olsaydı dolara gereksinim olmazdı. RMB ve ruble bu işlevi birlikte üstlenebilirlerdi. Rusya’nın önde gelen petrol, tahıl, mineral ihracatçısı olması uluslararası uzmanlaşmada Çin’i tamamlayan konumu dikkat çekicidir.

ABD ise net sermaye ihracatçısı olarak uluslararası sermaye hareketlerinde zirvededir. Ayrıca, kısa vadeli (kısmen spekülatif) finansal işlemler de büyük ölçüde dolarla yapılır. Bu iki işlev nedeniyle dolara gereksinim kaçınılmazdır ve bu ayrıcalık ticaretten bağımsızdır. 1945 sonrasında da ABD dış ticaret fazlası verdiği dönemlerde dahi dünya ticaretinin işler hale gelmesi için gereken uluslararası likiditeyi dolar basarak oluşturmuştur.

Çin ise farklı bir konumdadır. Cari işlem fazlalarını sürdürmektedir ve bugün 3,3 trilyon dolara ulaşan rezerv biriktirmiştir. Ekonomik bağımsızlığın bir güvencesi olarak sermaye hareketlerini denetlemektedir. Dünya sisteminin öncü bir öğesi değil de, bağımlı bir çevre ekonomisi gibi sermaye  “kaçışını” veya ihracını denetlemekte, sınırlı tutmaktadır. Sermaye ihracının büyük bölümü, rezerv birikiminin bir bölümünün aktarıldığı, devlet mülkiyetindeki Çin Yatırım Şirketi’nden (Varlık Fonu’ndan) kaynaklanıyor. Özel Çin şirketlerinin dış dünyadaki yatırımları arka plandadır. Bazı Çin iktisatçıları Çin yönetiminin rezervlerinin dış yatırımlarla eritilmesini savunuyor. RMB’nin ancak o zaman Çin’in üretken gücünden kaynaklanan bir uluslararası para olacağı ileri sürülüyor. Bu öneri, bir anlamda Çin’in tipik emperyalist bir ülkeye dönüşümünü savunmaktadır.

Dolardan kaçışta Amerikan iç siyasetinin gerilimleri ne kadar rol oynuyor? Özellikle Joe Biden’ın ‘yeni sanayileşme’, ‘yeşil enerjiye geçiş’, ‘Enflasyonu Düşürme Yasası’ gibi adımlarının ABD’yi izolasyonist, yeni merkantilist bir siyasete ittiğini ve doların egemenliğinin bu nedenle  zayıfladığını düşünen finans çevreleri bulunuyor. Biden ile ya da Biden’sız, ABD’nin bu siyasetten geri adım atma şansı bulunuyor mu?

Bu soru Çin’e karşı başlatılan ekonomik savaşın siyasal uzantılarıyla bağlantılıdır.  Başkanlık seçimi kampanyası sırasında Trump açıkça küreselleşme karşıtı bir söylemi benimsedi; özellikle Çin’i hedefleyerek dış ticarette korumacı bir politikayı savundu. ABD şirketlerinin Çin’e ve Meksika’ya yaptıkları üretken yatırımları sürükleyen sermaye çevrelerine karşı, “istihdamı ülke dışına kaydırıyorsunuz”  suçlaması ile kampanya açtı. Çin’den ithalata miktar kısıtlamaları getirdi; bu ülkeyle “serbest ticaret ilkesi” katı merkantilist özellikleri taşıyan dış ticaret anlaşmaları imzaladı.

Biden da Trump çizgisini genişletti. Sözünü ettiğiniz “yeşil enerji, enflasyonu düşürme” yasaları AB’nin de açık tepkisine yol açtı. Çin’e karşı ekonomik savaşı ise teknoloji alanına da kaydırdı. Yüksek teknoloji içeren ürünlere ihracat yasakları getirdi; bu yasakların AB’ye, Japonya, Kore gibi müttefikler tarafından da de uygulanması doğrultusunda baskı yaptı.

Geçmişte “liberal Batı, korumacı Güney” ayrımının rolleri bugün değişmiş durumdadır. Şi Jinping  ve yardımcıları Davos’ta küreselleşmenin, özellikle serbest ticaret doktrininin fanatik savunucuları olarak öne çıkıyorlar. ABD’nin başını çektiği ekonomik yaptırımlara karşı ilkesel tavır alıyorlar. Bu ekonomik yaptırımlara muhatap olan İran, Venezuela, Küba gibi ülkelere Rusya’nın da eklenmesi, hele Rus merkez bankası rezervlerine ABD (FED), Avrupa ve İngiltere merkez bankalarınca el konması bardağı taşıran damlalardan biri oldu. Birçok ülke merkez bankalarındaki dolar varlıklarını ve bunların Batı finansal kurumlarına dağılımını bu yüzden azaltmaktadır.

Arka planda Batı’nın “yerli” işçi sınıflarının küreselleşmeden kayıplarının etkili olduğu söylenebilir.  Batı sanayi sermayesi ucuz işgücü arayarak üretimi (Çin ve Meksika gibi) çevre ekonomilerine kaydırdı. Mavi yakalı işçi sınıfının geleneksel sanayi sektörleri hızla tasfiyeye uğradı. Öte yandan neoliberal politikalar Latin Amerika’da, Afrika’da işsizliği, yoksulluğu artırdı. Emperyalizmin (örneğin Orta Doğu’daki) saldırganlığı apayrı şoklara yol açtı. Doğu ve Güney coğrafyalarından milyonlarca emekçinin Batı’ya, Kuzey’e göçmen işçiler olarak akması bu etkenlerin bileşkesi olarak arttı. Batı’daki ücretlerin göçmenleri rekabeti nedeniyle de baskı altına girmesi söz konusudur.

Geleneksel sanayi kollarının tasfiyesi ve göçmen işçiler… Sonuç, Batı emekçi sınıflarında gerilimlerin, huzursuzlukların yaygınlaşmasıdır. Sol’un zayıfladığı bir konjonktürde bu tepkiler Batı’da göçmen ve Çin karşıtlığını harmanlayan bir siyasal ortamı beslemektedir. Trump ve Cumhuriyetçi Parti örneği, merkez siyasetin neo-faşizme rahatça kayabileceğini gösterdi. Ukrayna savaşı bu eğilimi tehlikeli doğrultuda beslemektedir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version