GÖRÜŞ

Kursk’tan çıkış var mı? – 2

Yayınlanma

“Küresel güneyin” Rusya’ya çatışmayı sınırlı tutması için baskıda bulunduğunu biliyoruz; bu baskı başta Çin ve Hindistan tarafından dilek kipinde ifade edilmiş olsa da Rusya’nın dış ticaretinin ve uluslararası siyasi etkisinin esas itibariyle bu ülkelere yaslanması yüzünden geri çevrilemezdi. Bu ülkeler herhalde Kiev rejiminin Rusya’yı taktik nükleer silah kullanmaya itebileceğinden endişeleniyorlardı ve rejimin eylemlerinin amacı açısından hiç de haksız değillerdi. Rusya içlerine saldırılar, nükleer santrallere dron ve topçu saldırıları, katliama varan sivil cinayetleri provokasyona yönelik. Bu saldırılar uluslararası hukukta somut bir terörizm tanımı getiren tek BM sözleşmesi olan Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Sözleşmeye göre eksiksiz terör eylemleridir: zira terör denen şey, bu sözleşmedeki tanıma göre, uçak kaçırma, diplomatlara saldırı, rehin alma, nükleer saldırı ve tehdit, gemi kaçırma, kıta sahanlığındaki platformlara saldırı, sivil tesislerin bombalanmasından başka, “Niteliği veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin ya da bir silahlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi başka bir kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler(dir).” Rusya içlerine dronla rastgele saldırıların bilançosunu çıkarmaya gerek yok, ama şu kadarını söylemek yeterli olacaktır: Kiev rejimi saldırılarıyla sadece Belgorod oblastinde neredeyse tamamı aralık ayından bu yana olmak üzere 200’den fazla sivili öldürdü, 1,1 bin sivil de yaralandı.

Demek ki kırmızı çizgi kalmaması biraz da “küresel güneyin” baskısıyla ilgilidir. Ama sadece “biraz”; Kremlin’in çatışmayı halkın günlük hayatında hissedilir kılmama çabası ve halı bombardımanları gibi (bir ABD klasiği) Ukrayna’da sivil katliamına sebep olacak saldırılardan kaçınma kaygısı da sebepler bütününün diğer yarısı.

Kiev rejiminin Kursk saldırısı, “küresel güneyin” çatışmayı olabildiğince dondurma veya düşük yoğunlukta zamana yayma “ricalarının” altını da boşalttı; böylece Rusya, kendi topraklarına saldırıları önlemek için “hijyen bölgeleri” yaratmak zaruretinin altını daha kalın çizebilir ve Çin, Hindistan vb. bu zarureti reddedemez. Başka deyişle Kursk saldırısı bu açıdan da rejimin (yani batının, yani ABD’nin) planlarını tamamen bozdu ve kendileri açısından yıkıcı bir sonuç yarattı.

“Küresel güneyin” çatışmayı sınırlamaya yönelik rica diplomasisi rejimle yakın zamanda ateşkes görüşmelerini de içeriyordu ve muhtemelen, The Washington Post’un kasım ayında Katar’da görüşme yapılacaktı masalı bununla ilgiliydi.

Post’un haberi bir dezenformasyon klasiğidir.

Haber iki başlıkta sunuluyor. 1) Kasım ayında Katar’da Katarlıların iki tarafla “ayrı ayrı” yürüteceği gizli ateşkes görüşmeleri yapılacaktı ve bu görüşmelerde karşılıklı enerji altyapısı tesislerine saldırıların durdurulması başlıca gündem olacaktı. 2) Kursk saldırısından sonra Rusya tarafı görüşmelerden vazgeçmediğini, ancak “zamana ihtiyacı olduğunu” söyledi.

Son derece ustaca yapılmış iki üçkağıt var burada. Birincisi, Rusya’nın bu görüşmeleri kabul ettiği söylenmiyor ama masal öyle becerikli sunulmuş ki okuyan biri tamamen bu izlenime kapılıyor. İkincisi, Kiev rejiminin Kursk saldırısından sonra Rusya’nın ateşkes görüşmeleri için “zaman istediği” iddiası ise siyasi zaafiyet ve Kremlin’in ülke içinde meşruiyet zemininin sallantıda olduğu izlenimi yaratmayı amaçlıyor.

Zaharova’nın Katar’da görüşme iddiasını çok kesin ifadelerle reddetmesi boşuna değildir: “Kimse bir şeyi baltalamış değil çünkü baltalanacak bir şey yoktu. Rusya ve Kiev rejimi arasında kritik sivil altyapı tesislerinin güvenliğiyle ilgili hiçbir doğrudan veya dolaylı görüşme yürütülmedi ve yürütülmüyor.” Putin’in müsteşarı Uşakov da bu geçmiş ve şimdiki zaman kipli ifadeyi gelecek zamana taşıdı ve Putin’in haziran ayındaki ateşkes şartlarından (ültimatom) vazgeçmemekle birlikte “Moskova’nın mevcut aşamada rejimin Kursk oblastindeki eylemlerini dikkate alarak Kiev’le görüşmeyeceğini” söyledi.

Bu durumda Katar masalında tek ihtimal şu olabilir: rejimin sahipleri gerçekten de kendileri için en avantajlı şartlarda ateşkes görüşmelerine bir an önce başlanması için ısrar ediyorlardı ve bu, gerçek bir ateşkes değil, sadece Rusya’nın Ukrayna’daki “enerji altyapısına” (yani aslında kendilerinin “enerji altyapısı” olarak tanımlayacağı şeylere) saldırılarını durdurmaya yönelikti. Rusya’nın şartlarını ise Putin defalarca ve hiç sapmadan ifade etmişti: askeri anlamda Kiev rejimi kuvvetlerinin Rusya’ya bağlanmış olan dört oblastten çekilmesi, siyasi müzakerelerin ön şartıdır; siyasi müzakereler ise denazifikasyon (bu, faşist paramiliter ve militer çeteler ittifakı haline gelmiş olan Ukrayna devletinin bu haliyle ortadan kalkması demektir) ve demilitarizasyon (bu da Kiev’e bağlı güçlerin İstanbul görüşmelerinde öngörülen çerçevede ve faşist Almanya ile militarist Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası silahsızlandırılmasına benzer şekilde personel mevcudu ve silah kapasitesinin sınırlanması demektir) çerçevesinde yürütülecek ve bu bağlamda NATO’ya girmeme güvencesi alınacaktır.

Amaçlar zerre kadar uyuşmuyordu; dolayısıyla bu şartlarda bir görüşmenin yapılması imkansız değilse bile tamamen anlamsızdı.

Katar, Libya’dan Suriye’ye kadar cinayetten sabıkalı ve demirlemiş bir Amerikan uçak gemisi olduğu halde ateşkes görüşmelerine arabuluculuk edebilir mi, sorusunu tartışmaya bile gerek yok; sözgelimi Azerbaycan’ın ileride yapılacak görüşmelere evsahibi olması, Katar’ın veya Türkiye’nin (bu ikincisinin arabuluculuğunun imkansız sayıldığı resmi olarak da açıklandı zaten) evsahipliğinden çok daha ihtimal dahilindedir.

Geçtiğimiz gün Financial Times (Financial Times, neocon borazanlarının şamatasına rağmen geleneksel burjuva basın misyonunu az çok oynamaya devam eden tek tük birkaç yayından biridir) şöyle yazdı: Trump seçimleri kaybetse bile batı (ABD demek istiyor) Kiev’e baskı yaparak çatışmayı sonlandırmasını isteyecek; Kiev rejimi de bunu biliyor. Financial Times sadece böyle olacağı için yazmıyor bunu, böyle olmasını istediği için de yazıyor — zaten onu önemli kılan da bu.

Bu doğru ancak eksiktir, zira çatışmanın diğer tarafının, Rusya’nın tutumunu gözardı ediyor. Kuşkusuz çatışma belli bir aşamada dondurulabilir, askeri niteliğini az çok kaybedebilir veya Ukrayna’da doğrudan bir iç savaşa evrilebilir (bu hiç de küçük bir ihtimal değil artık); ancak her halükarda Rusya açısından meselenin Putin’in formülasyonundan başka türlü bir çözümü mümkün değildir ve ateşkes görüşmeleri ancak bu çerçevede yapılır; gelişmeler de o noktaya götürüyor.

Yazının başında askeri uzman olmadığımın altını çizdim. Silahlı çatışmayı önemsiz saydığımdan değil; bir silahlı çatışma milyonlarca insanın yaşam ve ölümüyle ilgilidir ve bu yüzden milyonlarca değişken sayısız öngörülemez sonuç doğurur; bu sonuçların toplamı da siyaseti etkiler. Ama çatışmada yenilgi veya zafer ancak siyasi iradeyle ve onun altındaki meşruiyetle ilgilidir. Meşruiyet dediğim şey de siyasi haklılıktan başka savaşması istenen halkın rızasının sonucudur.

Tarafların siyasi iradesi kırılıyor mu?

Bütün kırmızı çizgilerin aşılmasına rağmen (şu anda kalan tek kırmızı çizgi Kiev rejiminin, yani batının, yani ABD’nin nükleer saldırısı veya örgütleyeceği bir nükleer felakettir ve bundan ötesi yoktur zaten) Rusya’nın siyasi iradesi kırılmıyor; hatta tersine batının bu iradeyi kırmaya yönelik bütün planları kimi zaman şaşırtıcı bir şekilde iradenin pekişmesine ve meşruiyetin güçlenmesine yol açıyor. Kiev’de ise siyasi irade yok; öyle anlaşılıyor ki orada sadece her biri muhtelif emperyalist güçlerin kuklası militer-paramiliter faşist gruplarla her biri muhtelif emperyalist tekellerin kuklası burjuvazinin hem kendi içlerinde hem birbirleriyle ilişkilerinde kırılgan bir iktidar ortaklığı var; dahası, halkın rızasından doğan meşruiyet diye bir şey de yok.

Kursk’tan çıkış var mı? – 1  

Çok Okunanlar

Exit mobile version